89. Oscar Adayları Fazla Şaşırtmadı

Fotoğraf esquire.com’dan alınmıştır.

Geçtiğimiz 2 sene en iyi film dalında 8 aday çıkaran Akademi, bu yıl 9 film çıkardı. Geçtiğimiz sene Oscar ödüllerinde çeşitlilik olmadığına dair eleştiriler vardı; hem adaylıkların çoğunun beyazlardan oluşuyor olması, hem de oyunculuk kategorisi dışındaki kategorilerde kadın adayların azlığı dikkat çekmiş, hatta protestolara neden olmuştu. Bu zamana kadar adaylıkların sadece % 16’sı kadın. 1929’dan beri Oscar adaylıklarının %7’si siyahi, 1991’den beri ise yaklaşık %11 kadar siyahi adaylıklar var. Bu sene adaylarda da, film konularında da bu konuya hassas yaklaşıldığı gözleniyor.

Şahsen Amy Adams’ın en iyi kadın oyuncu adayı olmaması beni biraz şaşırttı ve üzdü. En iyi film adaylıklarında yine bir süper kahraman filmi olmaması dikkatimi çekti, bir Deadpool olsa iyi olmaz mıydı dedim açıkçası. Dr. Strange’nin bir şekilde adaylıklarda olmasına ise sevindim. Arrival da, türü sebebiyle, belki Academy bu filmi görmez dediklerimdendi, yer almasına sevindim. Kazanacağını düşündüğüm isimleri bold olarak işaretledim:

En İyi Film Adayları:

La La Land – 13 dalda aday olarak bir rekora imza attı.
Arrival
Fence
Hacksaw Ridge
Hell or High Water
Hidden Figures
Lion
Manchester by the Sea
Moonlight

En İyi Kadın Oyuncu Adayları:
Emma Stone, La La Land
Natalie Portman, Jackie
Amy Adams, Arrival
Meryl Streep, Florence Foster Jenkins
Isabelle Huppert, Elle

En İyi Erkek Oyuncu Adayları
Casey Affleck, Manchester by the Sea
Denzel Washington, Fences
Ryan Gosling, La La Land
Viggo Mortensen, Captain Fantastic
Andrew Garfield, Hacksaw Ridge

En İyi Yönetmen Adayı
Denis Villeneuve, Arrival
Mel Gibson, Hacksaw Ridge
Damien Chazelle, La La Land
Kenneth Lonergan,  Manchester by the Sea
Barry Jenkins, Moonlight

En İyi Sinematografi:
Arrival
La La Land
Lion
Moonlight
Silence

En İyi Uyarlama Senaryo Adayları:

Arrival
Fences
Hidden Figures
Lion
Moonlight

En İyi Özgün Senaryo Adayları:

La La Land
Hell or High Water
The Lobster
Manchester by the Sea
20th Century Women

En İyi Animasyon Film Adayları:

Zootopia
Kubo and the Two Strings
Moana
My Life as a Zucchini
The Red Turtle

En İyi Yabancı Film Adayları:

Land of Mine
A Man Called Ove
The Salesman
Tana
Toni Erdmann

Tüm adaylıklar için tıklayın.

Kabakçığın Hayatı/Ma vie de Courgette

Kabakçığın Hayatı film eleştirisini Popüler Sinema’ya yazdım

Ülkemizde geçtiğimiz haftalarda vizyon şansı bulan İsviçre, Fransa ortak yapımı stop-motion animasyon film Kabakçığın Hayatı(Ma vie de Courgette)’nı 2016 Antalya Film Festivali’nde izleme fırsatı buldum. Filmi “herhangi bir animasyon film” diyerek es geçmenizi önermem çünkü her şeyden önce Cannes’da “Yönetmenlerin On Beş Günü” bölümünde prömiyerini yapmış, İsviçre’nin ise bu seneki Oscar adayı olmuş bir yapımdan bahsediyoruz. İşin havalı kısmını geçecek olursak, es geçilmemesi gerektiğini düşünmemin bir başka sebebi bu 65 dakikalık kısa ama etkileyici filmin, başta da belirttiğim üzere bir stop-motion, hem de hikayesini anlatmakda son derece başarılı bir stop-motion olması. Bir üçüncü sebep ise hikayenin doluluğu…

Bilenler bilir ama yine de küçük bir bilgi geçelim. Stop-motion, objelerin (genelde kuklalar, oyuncaklar, oyun hamurundan yapılmış modeller) durağan her bir hareketlerinin tek tek kameraya fotoğraf şeklinde kaydedilip sonra bu fotoğrafların ardarda dizilip oynatılmasıyla sanki hareket ediyorlarmış gibi gösterilmesi tekniğidir. Yani, bildiğiniz deli işidir! Bu deli işi şahsen şapka çıkarttığım ve her örneğine aşık olduğum bir teknik. Stop-motion, Amerika’da gelişmiş olan çizgi filmin aksine, gölge oyunları ve kukla geleneğine sahip olan Orta Avrupa’da daha fazla kullanılmış bir teknik. Uzak Doğuda, özellikle Japonya’da da çok fazla kullanılıyor. Bu teknikle yapılmış animasyonların en bilindikleri ise Tim Burton imzalı Nightmare Before Christmas (Noel Gecesi Kabusu), Corpse Bride (Ölü Gelin) ile Frankenweenie, Adam Elliot imzalı Mary&Max, Henry Selick imzalı Koraline (Koralin ve Gizli Dünya)…

Haftanın önemli filmlerinden olduğunu düşündüğüm Kabakçığın Hayatı’na dönecek olursak, senaryosunu Tomboy’un yönetmeni ve senaristi Céline Sciamma’nın yazdığı bu Fransızca animasyon, Koralin gibi eğlenceli olduğu kadar karanlık ve depresif yanları da olan bir film.  Hatta Koralin’le benzeşen bir “yalnız çocuk olma” temasını da gözlemleyebiliriz filmde. Kabakçık (Courgette), 9 yaşında bir erkek çocuğunun takma adı aslında. Annesi aniden ölüyor ve Kabakçık bir yetimhaneye yerleştiriliyor. Polis memuru Raymond ise Kabakçık’ı çok seviyor, adeta uzaktan da olsa ona babalık duygularıyla yaklaşıyor. Fakat Kabakçık, annesini kaybetmenin ve yabancı bir mekanda, bilmediği çocuklarla olmanın mutsuzluğunu tüm mimikleriyle (hamur mimikler) seyirciye geçirmeyi başarıyor. Yetimhanede onunla ters giden bir çocuk da var, ondan çekiniyor ve kimselere güvenmiyor Kabakçığımız, oldukça içine kapalı. Kendi yaşlarında bir kız var, ondan çok hoşlanıyor ama bunu da belli edemiyor. Fakat bir süre sonra yetimhanede bazı olaylar cereyan ediyor ve çocuklar bu olaylar esnasında birbirlerine güvenmeyi, sevgiyi, dost olmayı öğreniyorlar. Aslında buradaki tüm çocukların terk edilme dahil olmak üzere pek çok travmaları var malum ve hepsi çok küçük, hepsi de yaşadıklarıyla baş etmeye çalışırlarken kader onları bir araya getirmiş. Bu birlikteliği avantaja çevirmek onların elinde.

Popüler animasyonlarda alışık olduğumuz bir tempoya sahip değil Kabakçığın Hayatı, hatta oldukça ağır bir tempoya sahip olduğunu söylemeliyiz. Sonsuz saygıyı hak etse de,  bir stop-motion olarak – madem kıyas ettik –  Koralin kadar etkileyici bir teknik görebileceğinizi de söyleyemem açıkçası bu filmde. Fakat hikayenin çarpıcılığı, çocuklar kadar büyüklere de temas eden, sosyal gerçekçi yaklaşımı, filmi benzerlerinden ayırıyor doğrusu.  Çocuklukta yaşananların bireylere etkisi, bu travmaları atlatırken çevre faktörünün önemi, anlaşılma duygusu, dostluk… Filmin sonunda Kabakçığın ve kankalarının büyüdüklerinde neler yapıyor olabileceklerini düşünmeden edemeyecek, polis memuru amcaya da sıkıca sarılmak isteyeceksiniz.

“Mavi Bisiklet” Film Ekibi İle Röportaj

 

Mavi Bisiklet ekibiyle populersinema.com için söyleştim.

2016  Antalya Film Festivali’nde en iyi film ödülünü alan Mavi Bisiklet’in yönetmeni Ümit Köreken, başrol oyuncusu Selim Kaya ve senaryoyu eşiyle birlikte yazan, filmde de Selim’in annesini canlandıran, yapımcı olarak da filme katkı sağlayan Nursen Çetin Köreken ile filmin yolculuğunu Popüler Sinema sitesi için konuşmuştum.

M.Z: Selim, Mavi Bisiklet filminde başroldesin, nasıl oldu bu?

Selim: Ümit abi bizim köydeki okula geldi, filminde oynatmak için çocuklar arıyordu. Çocukların hayalinde genelde bir filmde oynamak vardır, benim de vardı ve ben katıldım seçmelere. Senaryoyu bilmeden çalışmalar yaptık, o çalışmalarda açıkçası ben başrol olacağımı hiç tahmin etmiyordum. Başrol olduğumu öğrendiğimde çok sevindim.

M.Z: Çalışmalarınız sürdü ve film bitti. Sonra filmin tamamını izledin mi?

Selim: Evet, ilk Berlin’de izledim.

M.Z: Ooo, Berlin’de izlemek harika bir deneyim olmalı.

Selim: Dilini anlamadığım birçok çocuk gelip benden imza istedi. Çok mutlu oldum.

M.Z: Filmi izlerken nasıl hissettin, kendini kocaman perdede izlemek nasıl bir duyguydu?

Selim: Evet, çok değişik bir duyguydu, heyecanlandım.

M.Z: Çekimler esnasında eğlendiniz mi, ya da zorluklar yaşadınız mı, anıların var mı çekim zamanlarıyla ilgili?

Selim: Evet, en çok zorlandığım zamanlar, mesela gözlük sahnesi var, orada zorlandım ben, yani gülmemek için kendimi zor tuttum. Bir de tren yolunda zorlandım. Koşmam gerekiyordu sahnede, koşamıyordum.

M.Z: Filmdeki çocuklarla aran nasıldı?

Selim: Veysel karakteri ile zaten sınıf arkadaşıyız, ama Yusuf karakteri ile yeni arkadaş olduk. Şimdi okullarımız aynı.

M.Z: Bir de Elif karakteri vardı, ona aşıksın filmde, o rolde zorlandın mı?

Selim: Evet zordu, tanışmıyorduk da önceden.

M.Z: Çekimler ne kadar sürdü?

Selim: Dört beş hafta galiba.

M.Z: Yoruldun mu?

Selim: Her gün setteydim, sabahları kalkmakta biraz zorlandım.

M.Z: İlerde oyunculuk yapmayı düşünüyor musun?

Selim: Yani, olursa, bilmem.
(kahkahalar)

M.Z: Berlin’de olmak nasıldı? Gezebildiniz mi?

Selim: Ben ilk bir iki gün Berlin’de olduğuma inanamadım. Türkiye’de başka bir şehir gibi hissettim. Gezdik de biraz, güzeldi. Antalya’ya da gittim, o da güzeldi. İstanbul Film Festivali’nde de vardım.

Ümit Köreken: Selim, oyunculuk çalışmalarında da şu anda olduğu gibi fazla konuşmuyordu, sessiz sakindi, ama enteresan şekilde kamera karşısında değişiyor. Değişik bir içsel gücü var. İfadesi güçlü.
M.Z: Peki sizinle devam edelim Ümit Bey. İlk uzun metraj filminiz Mavi Bisiklet. Romantik ve insanı yakalayan bir adı var filmin, hem isminden hem de hikayenin nasıl oluştuğundan başlayalım mı?

Mavi Bisiklet Film

Ü.K: Hikayesiyle ismi birlikte doğdu zaten. Çünkü benim kendi çocukluğumun hikayesini anlatan bir kelime aslında “mavi bisiklet.” Çocukluğum 80’li yılların sonunda geçtiği için liseye başlayana kadarki süreçte öyle bisikletimiz filan yoktu yani. Belli yerlerde, belli kişilerde vardı, bir özlemdi. Ama özellikle mavi olması da benim için önemliydi. Bir gün evimize gerçekten de boyumdan büyük bir mavi bisiklet geldi, onda öğrendim binmesini. Mavinin bende özgürlük, adalet gibi çağrışımları olmuştur. Bisikletin de çok zengin çağrışımı var, adıyla doğdu o yüzden proje. Bisikleti alma hikayesi, başkanlık hikayesi, çocukların mücadelesi ve faili meçhul cinayet hikayeleri var filmimizde, bu dört hikaye de farklı farklı gerçek hikayeler, biz bu dört hikayeyi birleştirdik ve mavi bisikletin öyküsünü yazdık.

M.Z: Karı koca birlikte yazdınız değil mi?

Ü.K: Evet.

M.Z: Bunu çok merak ediyorum. Nuri Bilge Ceylan ve Ebru Ceylan’a da çok sorulur ya bu soru, nasıl çalışıyorsunuz birlikte diye, onlarda hep kavga gürültü yazdıklarını ama o tartışmaların senaryoyu da ilişkilerini de çok beslediğini anlatır dururlar, sizde nasıl durum?

Ü.K: Ben 2002 yılında radyo oyunu yazarak başladım aslında. Profesyonel yazarlığım orada başladı diyebilirim, hep yarışmalar için yazdım ve hep de ödüllü yazdıklarım. Sonra 2005’te Nursen ile tanıştık, yine sanatsal, yazarlıkla ilgili bir yerde tanıştık ve evlendikten sonra beraber yazmaya başladık. Çok zorlu ve çatışmalı geçtiği oluyor ama sonuca ulaştığımızda da çok keyifli doğrusu.

Nursen Çetin Köreken: Birbirini tanımak, iyi paslaşmakla ilgili, Ümit bana Halime rolünü sen oyna dediğinde, ben eğitim almış biri olsam da bu konuda, onun bakış açısını anlamam, o oyunculuk deneyimimden sonra oldu. Çünkü onun baktığı perspektifi yakalamak, beraber yazsak da, farklı bir deneyim işin oyunculuk kısmında. Ben çok mutluyum, evde de perdeyi ben sağdan sola çekiyorsam Ümit soldan sağa çekiyor ve ortada buluşuyoruz, bunun gibi aslında, birbirini tamamlamakla ilgili. Hem kadın erkek bakış açısını da getirmiş oluyoruz. İlişki anlayışım da böyle, tamamlamak, lokomotif olmak güzel.

M.Z: İlk uzun metraj filminiz. Sinema yolculuğunuz nasıl başladı, sizi daha yakından tanıyalım.

Ü.K: İzmir’de tanışmıştık, ikimiz de sinemanın içindeydik zaten, hem sevgi anlamında hem de çalışmalarımıza hep sinemayı katıyorduk. Yazdığımız tiyatro oyunları devlet tiyatroları yönetmeni tarafından sinemaya çok yatkın bulundu, dramaturji raporlarımızdan da hep bu çıktı. Sinemasal öğelere yatkın yazıyormuşuz, buna da yönlendirildik biraz. Mavi Bisiklet’in ilk olarak 2009’da tiyatro oyununu yazdık, sonra bir arkadaşımızın önerisi, uzun yıllar boyunca çocuklarla yaptığımız çalışmalar derken iş bu hikayenin sinemalaşmasına vardı. Daha geniş kitlelere ulaşma noktasında bütün yollar bizi sinemaya getirdi de diyebiliriz.

M.Z :Destek de aldınız. Bu çok önemli aslında. İlk filmini çekmek isteyen bir sürü genç, kaynak bulamamaktan, destek bulamamaktan, bütçe sıkıntılarından şikayetçi. Sizin serüveniniz nasıl oldu ve gençlere ne önerirsiniz?

Ü.K: Bir şeye inanıyorsanız, doğru insanlarla bir şekilde karşılaşıyorsunuz. Biz 2010’de ilk olarak senaryo geliştirme desteği aldık, o zaman etrafta bu kadar çok çocuk hikayesi de yoktu açıkçası. Biz o düşünceyle yola çıkmıştık. Nursen’in vizyonunda ise hep bunu uluslararası bir proje olarak gerçekleştirmek vardı. Bu yolda ilerlerken çok ses duyduk, uluslararası yapmayın diyenler, bu filme alıcı çıkmaz, kimse izlemez, niye bunu yapasınız ki diyen de oldu, ama çok destek olanlar da oldu. Kültür bakanlığının yapım desteği, TRT’nin önemli ön alımı, desteği, uluslararası ortak yapım olması kaynaklı Euroimages gibi fonlar, bunları birleştirince her şey yolunda gitti. Ama biz yapacağımız işe zaten çok inanıyorduk. Vizyon da gerekiyordu, uluslararası proje vizyonu da ortaya konunca kapılar açıldı.

N.K: Çok da çalışmak gerekiyor. Biz gerçekten çok çalıştık. İnanmak, çok çalışmak ve yolda giderken karşınıza çıkacak engelleri aşmak. Altı yıl az bir süre değil. Şu an çocuk konulu çok proje, çok konu, çok film var ortada ama ilk kez 2010 yılında biz başlattık aslında. Sektörün dışından geldiğimiz için görülmesi de zaman aldı. Tiyatro oyunuyla başladık ama Mavi Bisiklet’in transmedia projeleri de vardı elimizde. Filmin yanısıra, bir bilgisayar oyunumuz var, çizgi dizi tasarımımız var, tiyatro oyunumuz var, dergisi, kitabı…

M.Z: O zaman bu sinema filminden de öte, bir proje, kocaman bir fikir.

 

Mavi Bisiklet

N.K: Evet, transmedia kısmı biraz zaman alacak ama olacak.

M.Z: Çocuk üzerine gitmek duygusu nereden geliyor peki? Zor da olsa gerek bir yandan çocuklarla çalışmak…

Ü.K: Sinemada çocukla çalışmak zor. Ama neye göre zor. Ben önyapımda çocukları seçerim, rollerini çalıştırırım, giderim demek kolay. Bu zamana kadar böyle oldu diğer işlerde. Biz o gözle bakmıyoruz. Onlara değmek bir sorumluluk. Biz öncelikle çocukların birer birey olmalarına odaklanıyoruz. Toplumda bir değişim yaratmak istiyorsak bunu çocuklarda yaratmak lazım diye düşünüyoruz. Biz yaklaşık 400 çocukla çalıştık, içlerinden 10 tanesinin bile içlerinde bir kıvılcım yarattıysak, o müthiş bir kazanç.

MZ: Onları seçerken nelere dikkat ettiniz?

Ü.K: Aslında daha çok istekli olmalarına dikkat ettik. Ön yapımda 100 çocuk kalmıştı, Selim de onların içindeydi. Çocuk derken 12,14,15 yaşlar. Biz onlarla 4 hafta çalıştık. Temalar belirledik; adalet, demokrasi gibi. Senaryo vermedik çok fazla, önce temalara alışsınlar istedik, ben doğaçlamaya önem verdim. Kesme yok filmde, sahneler hep plan-sekans. Duygu kaybolsun istemedim. Son üç güne kadar ana rol belli değildi. Kamera önünde iyi görünmelerinden ziyade bazı yetenekleri de önemliydi, mesela sanayiye gönderdim onları, gittiler, lastikçide çıraklık yaptılar, reji de çekti onları, el becerileri önemliydi orada. Tamirci sahnesi ve benzeri sahnelerde sakil durmaması lazım, vücut dirençleri de önemliydi. Bunların hepsini birleştirdiğimde Selim öne çıktı, sakin ve güçlü bir yapısı var. Dayanıklı bir çocuk.

M.Z: Konya’da çektiniz filmi?

Ü.K: Evet, Akşehir, benim memleketim.

M.Z: Sizin hikayenizden yola çıktığı için mi orada çektiniz?

Ü.K: Nursen’in önerisi oldu bu da, senin çocukluğundan bu kadar izler taşıyorsa, gidelim senin memleketinde çekelim dedi. Orada Nasreddin Hoca şenlikleri yapılıyor. Tiyatro ile sinema ile orada tanıştım ben, oranın insanına bir katma değerimiz olsun da istedim açıkçası.

M.Z: Çekimler ne kadar sürdü?

Ü.K: 4 hafta ön yapım, 5 haftaya yakın da çekimler. Yazın kurguyu yaptık, sonra post prodüksiyonu Almanya’da yaptık, uzun sürdü, iki ay kadar. 2016 Ocak gibi bitmişti.

M.Z: Bir yönetmen olarak, sinematografik açıdan, bir imzanız var mı, filmin rengi, dokusu itibariyle de soruyorum bunu, bu yolda filmler çekerim dediğiniz, örnek aldığınız başka türler/ yönetmenler?

Ü.K: Ben tüm ekiple bunu paylaşmıştım, ben çocuğun gözünün hizasında kalmaya önem verdim bu filmde, yetişkin kadraja girse de biz çocuğun hizasında kaldık. Onun duygusal iniş çıkışını takip eden bir kamera kullandık ve sanat grubu da minimal çalışsın istedim. Gözle görünür ekstra bir şey olmayacak dedim. Bizim ülke olarak doğudan da batıdan da beslenen özelliklerimiz var. İran sinemasını çok seviyorum. Kuzey Avrupa sinemasının o soğukluğunu da çok severim. Dardenne kardeşleri çok severim mesela. Ekibe de söyledim bunu, hikayeyi takip edişimiz İran Sineması gibi olsun, ama kamera hareketleri, renk seçimi gibi konularda Avrupa sinemasına yakın duralım. Yapmaya çalıştığım tam olarak buydu.

M.Z: Müzik kullanımı da çok çok minimal.

Ü.K: Evet bunların hepsi özellikle tercih edilmiş seçimler.

M.Z: Festivaller geziyorsunuz hem yurtiçi, hem yurtdışı, Antalya’dan ödülle döndünüz, bekliyor muydunuz?

Ü.K: Bekliyorduk.

N.K: Ödül için film yapmıyoruz. Ama yaptığımız şeyi bildiğimiz için, evet, ödül bekliyorduk açıkçası. Senaryo, oyunculuk tamam ama yapımcılıkta Ümit’e şunu dedim, içinden nasıl hissediyorsan, durumu nasıl görüyorsan filmini öyle çekmelisin, bu ilerde seninle anılacak bir iş. Ümit filmi çıkardığında bir gün dahi şu da şöyle olsaydı demedi. Ümit mütevazidir, biz de başarıya odaklıyız elbette ama arkasında ne emekler var kimse onu düşünmez. Bergman’ın üretimlerini her zaman örnek alırım, o dönemin şartları içerisinde ne kadar çok üretimde bulunmuş, pek çok alanda. Bunlar mümkün.
M.Z: Festival filmleri diyince son dönemde Sivas, Kar Korsanları geliyor aklıma, bunlar da çocuklar üzerinden büyüme hikayeleri anlatan ve festivallerde taçlandırılan filmler oldu. Ama vizyona gelince halka çok fazla ulaşamayabiliyor. Siz Başka Sinema ile vizyona çıkıyorsunuz değil mi, kaç kopya?

Ü.K: 2 Aralık’ta vizyondayız, ilk olarak 11 salonda giriyoruz. Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa ve Eskişehir’de giriyoruz. Fena bir rakam değil.

M.Z: Filmlerin vizyon bulması/bulamaması meselesine bakış açınız nedir ?

Ü.K: Bizlerin, yani festival tarafında duran filmci, yapımcıların, izleyiciyle bağ kurabilecek bir yapıya yavaş yavaş gelmeleri gerekiyor diye düşünüyorum ki ben kendi adıma bir sonraki projemde buna daha fazla kafa yorucam. İzleyiciyi daha fazla yakalayacak nasıl kodlar, nasıl çalışmalar gerekir gibi.

M.Z: Bir orta yol, orta dil mi bulmak gerekiyor?

Ü.K: O da çok zor gerçi, hem festivallerde bir filmin yerini bulması, hem vizyonda seyirciyle buluşup kendini sevdirmesi, ikisini birden deneyip iki tarafta da sevilmeyen örnekler de var. Ama seyircide karşılık bulmak önemli…

N.K: Fonlarla yapılan filmlerin reklam bütçesinin de olması gerekiyor. Yurtdışında her aşamada, altyazının bile fonu var. Biz gene böyle bakınca iyi fon topladık, Akşehir belediyesinden bile destek aldık. Yerel destekçilerimiz var. Zaman ayırdık, gittik anlattık. Dağıtım aşamasında da benzer bir yaklaşımda bulunacağız. Bu filmi buluşturmak adına daha fazla Türkiye’de, ortaokul ve üzeri genç ve ailelerle nasıl buluşabiliriz diye kafa patlatıyoruz açıkçası.

M.Z: Film bitti, vizyona çıktı, bitti diye bir durum yok o zaman, filmin serüveni devam edecek.

Ü.K: Kesinlikle.

M.Z: Eğitsel bir yanı var diyorsunuz filmin.

Ü.K: Sinema zaten iyi bir eğitim metodu aslında bence, birçok gelişmiş ülkede de bu şekilde kullanılıyor. 2004’teki sinema yasasından sonra bu arttı. İnşallah bunun da önünü açarız Mavi Bisiklet ile.

M.Z: Peki filmin konusuna dönecek olursak, çocuk gözünün büyüklerin dünyasına baktığında gördükleri adaletsizliği okuyabiliyoruz ama ben şunu anlatmak istedim diye altını çizmek istediğiniz bir kısmı var mı?

Ü.K: Senaryoyu yazarken de çekerken de elbette kafanızda bir takım cümleler oluyor ama film bittikten sonra o benden çıkıyor. 20’ye yakın festival gezdik, Hindistan’dan Amerika’ya, orada sorulan sorular, söyleşiler, herkes farklı bir yerinden tutabiliyor. Duyguyu yakalıyorsa, dünyanın neresinde olursanız olun, o işliyor. Genelde duygular birbirine benzer oluyor. Ben bu filmle şunu anlatmak istedim demek istemem, beni aştı. Ama yola çıktığımız düşünce, söylediğiniz şeydi, bir çocuk yetişkin dünyasındaki adaletsizlikle karşılaşınca bunu kendi dünyasında nasıl çözer, sorumuz buydu.

MZ: Yeni projelerinize gelelim.

Ü.K: Üzerinde çalıştığımız üç proje var. İlki Nursel’in 2013’te yazdığı, gerçek bir hikayeden yola çıktığı bir proje. Onu Nursen yönetecek, ben yapımcısı olacağım. Macera dolu bir hikaye. Daha hareketli . Kimsesiz çocuklar yurdunda geçen bir hikaye o. Benim bir projem var ayrıca, onu da birlikte yazıyoruz gerçi. Onu yazarken Konya’da, 14 yaşında işitme ve yürüme engelli bir gence rastladık. Yüzme sporuna başlamış ve 7 tane altın madalya kazanmış. Kayıtsız kalamadık ona. O çocuk bir yıl boyunca milli takımlara hazırlanacak, biz de bir yıllık bir takiple dokü-drama hazırlayacağız.

N.K: Bu projeyle ilgili Gümrü’de katıldığım bir platformda Fransız bir ortak yapımcı bulduk. Bu projemiz şimdiden Cinekid co-production market’e de seçildi. Kendi yolculuğunda ilerliyor o da. Yeni sinemacılara o anlamda şöyle bir tavsiyede bulunabilirim, bir meseleniz varsa, peşinden gitmelisiniz. Çok çalışmalısınız, iyi niyetle ne yapacağınızla ilgili araştırmalar yapmalısınız. Sizin yola çıkışınız birebir olarak sadece, “ sinema yapalım” da değil sanki, öyle hissettim. İlgilendiğiniz, dert ettiğiniz, yolunuza çıkan hikayeleri en iyi anlatma yolu neyse onu yapmak istiyorsunuz.

Ü.K: Evet, bizim yönelimimiz öyle oldu. Bir derdimiz var, bunu hikayelendirdiğimiz süreçte bunu kitlelere en iyi ulaştırabilecek sanat sinema aslında. Yönelimimiz sinema oldu bu yüzden.

N.K: Böyle hissetmene çok mutlu oldum Melis. Ben 15 yıldır çocuklarla çalışıyorum. Benim parmak izim kadar eşsiz ne yapabilirim diye düşündüğümde çocukların bir birey olduğunu fark ettim. Bu eylemi 18 yaşında gerçekleştirmiyorlar otomatik olarak, yasal süreç o zaman başlasa bile. Biz büyükler, onlara karşı davranışlarımızla sen bir bireysin diyoruz ya da demiyoruz, bu duyguyu onlara verecek olan bizleriz. Ben bunu drama çalıştığım zaman çocuklarla, ailelerle, bunu daha fazla kitlelere ulaştırmam gerektiğini fark ettim. Bu çok evrensel bir durum ve dünyada bu yapılıyor, çocuklara, gençlere, ailelere yönelik eğitim-sinema çalışmaları yapıyorlar, ben de bizim adımıza doğru alanın bu olduğunu hissettim, Türkiye’de bu yoksa da yapılabilir, bu çıtayı koyup, kendi ülkeme adapte etmek isterim ve çok mutluyum ki bunun sinemayla yapılabileceğini buldum. Ben çocukların dürüstlüklerine, enerjilerine, şeffaf ilişki kurmalarına hayranım, onlarla çalışmak bana çok iyi geliyor. O geribildirimlere ihtiyacımız var. Kızsa da barışıyor, biraraya geliyor, oyun oynuyor. Yetişkinlerin çocuklardan öğreneceği çok şey var .

Ü.K: Fakat elbette didaktik bir anlatım yoluyla değil, estetik ve sanatsal bütünlüğü barındırarak, sinema duygusunu yitirmeden, eğitimci diliyle değil.

Çok teşekkürler.

Film Müzikleri Yaylılarda!

 

Film Müzikleri Yaylılarda: La Valse D’Amélie

Pera Müzesi, “Barış İçin Müzik Vakfı” işbirliğiyle Ocak – Mayıs 2017 döneminde Müzede Barış için Müzik! adlı yeni bir konser serisi düzenliyor. Farklı temalardan oluşan bu konser serisi sanatın her çocuk için erişilebilir olması fikrinden yola çıkıyor. Program, özellikle vakfın bugüne dek eğittiği 6000 çocuk arasından yaylı müziğe odaklanan geleceğin müzisyenlerine ağrılık veriyor. Genç sanatçıların barışın sesini müzikle duyurduğu bu konser serisi, her ayın son “Genç Çarşamba”sında düzenleniyor.

Müzede Barış İçin Müzik konserleri Suna ve İnan Kıraç Vakfı Oryantalist Resim Koleksiyonu’ndan derlenen “Kesişen Dünyalar: Elçiler ve Ressamlar” sergi katında düzenleniyor. 20 TL olan biletler sadece Biletix’ten temin edilebilir.

Film Müzikleri Yaylılarda! 25 Ocak 2017, 19:30

Ramin Djawadi – Game of Thrones Main Theme [3′]
Clint Mansell – Lux Aeterna [3′]
Yann Tiersen – La Valse D’Amélie [3′]
Édith Piaf – La Vie en Rose [3′]
John Williams – Highlights from Harry Potter [6′]
Klaus Badelt – Pirates of the Caribbean [6′]
The Beatles – Eleanor Rigby [3′]
Anonymous – Üsküdar’a Giderken (Aranje: Barış İçin Müzik Öğrencileri) [3′]

John Wick 2 Türkçe Dublajlı Fragman Yayınlandı

10 Şubat 2017’de, ülkemizde altyazılı ve dublajlı olarak vizyona girecek olan devam filminde Keanu Reeves, Laurence Fishburne, Riccardo Scamarcio, Franco Nero, John Leguizamo, Ian McShane gibi isimler rol alıyor. Yönetmen koltuğunda ise Chad Stahelski var.

Yönetmenliğini David Leitch ve Chad Stahelski ikilisinin üstlendiği 2014 yapımı ilk film genel anlamda beğenilmiş, izleyiciyi tatmin etmesi garantili bir aksiyon filmi olarak değerlendirilmişti.

 

Enkaz, 10 Şubat’ta vizyonda!

 

Alpgiray Uğurlu ile 2013 yılında çektiği Uvertür filmi döneminde tanışmıştım. Antalya Film Festivali’nde izlediğim ve salondan değişik duygularla çıktığım bir film olmuştu. Yönetmen fikirlerimi sormuştu, ben de açıksözlülükle tüm duygularımı aktarmaya çalışmıştım. Filmin psikolojik yapısı, karanlık kısmı ilgimi çekmişti. Bir ilk filmin aksaklıklarını taşısa da, farklı ve dikkat çekici bir yapımdı. Yönetmenin ikinci filmi Enkaz’ı ise Nisan 2016’da bir basın gösteriminde izledim. Bu kez çok daha olgun bir sinema filmi vardı karşımda, ve çok daha etkileyici, izleyiciyi beyazperdeye kitleyen…

Başrollerinde televizyon ekranlarından tanıdığımız Akasya Aslıtürkmen ve Berke Üzrek’in rol aldığı ENKAZ 10 Şubat’ta vizyona giriyor.

Filmde, depremde betonların altında kalan Nisa enkazdan kendi çabasıyla kurtulmaya çalışıyor. Tek başına doğaya adapte olmaya çalışan Barış ise her gün kameraya bakarak yaptıklarını video günlüklerine anlatıyor. Enkaz altında kalan da, enkaz altından çıkan da telafisi olmayan hasarlara sahip aslında. Filmi izlemek kolay değil, oldukça klostrofobik anlar var. Özellikle Akasya Aslıtürkmen’i performansından dolayı kutluyorum, şahane bir iş çıkarmış, çok zor bir rolün altından muhteşem kalkmış. Mutlaka vizyonda izleyin.

Sinemia’da Yeni Listem: Umut Veren Filmler!

Listemin devamı için tıklayın:

Sinemia Social Listeleri

Sinemia’da bu zamana kadar yaptığım diğer listeler:

Sinema Tarihinin Unutulmaz Filmleri

Mutlu Sonla Biten 10 Film

Filmlerle İlgili Hayran Teorileri

2006’da Çekilmiş 10 Efsane Film

1000 Kere İzlesek Bıkmayacağımız 22 Film

Filmlerdeki Mantık Hataları

En İyi Seri Katil Filmleri

İlerde Kült Olacak Filmler

En İyi Kevin Spacey Filmleri

En İyi Film Replikleri

Sevdiğimizi İtiraf Etmekte Zorlandığımız, Guilty Pleasure Filmlerimiz

Psikolojik Açıdan Derin Filmler

Son Beş Yılın Görsel Açıdan En Etkileyici Filmleri

En İyi 15 Dönem Filmi

En Komik 2016 Filmleri

 

 

Beklenen, Merak Edilen Film: Passengers/Uzay Yolcuları

 

Uzay Yolcuları Afiş

Not: Bu yazı sürprizbozan (spoiler) içerir. Filmi izlemeden okumanızı tavsiye etmem.

Passengers, uzun süredir beklenen, bilim-kurgu türünde bir film, bu Cuma (13.01.2017) vizyona giriyor, biz ise Perşembe basın gösteriminde izleme şansı bulduk.

On yıl önce senarist Jon Spaihts, Warner Bros çatısı altında, Keanu Reeves ve partneri Stephen Hamel ile biraraya gelerek Shadow 19 isimli bir proje üstüne çalışmaya başlamışlar. Spaihts’in kafasındaki fikir aslında bir adamın yaşadığı bazı olaylar sonucu uzayda yapayalnız kalmasıyla sonuçlanan bir fikirmiş, Reeves ve partneri ise, ya hikaye oradan başlarsa nasıl olur demişler ve Spaihts’in fikrini bu yönde geliştirmişler. On yıldır yazılmakta ve geliştirilmekte olan proje, oynayacak kişiler konusunda epey evrim geçirmiş ve bir türlü nihai sonuca ulaşamamış, 2014’te Sony’nin filmin haklarını satın almasıyla oyunu kadrosu son halini daha hızlı bir şekilde alabilmiş, Reeves de yapımcılar arasında yer almaya karar vermiş. Bu uzun süreçte Spaihts, Prometheus, Doctor Strange, ve The Black Hole’un yeniden çekiminde başka senaristlerle birlikte kalem sallama şansına da sahip oldu fakat bu tamamen kendisinden çıkan ilk senaryosu.

Norveçli yönetmen Morten Tyldum ismini ise özellikle 2014’te Oscar ödüllerinin favorilerinden olan The Imitation Game’den hatırlıyoruz.

Dünyadan Homestead II adındaki bir gezegene tam 120 yıl boyunca yapılacak olan yolculukta 250 mürettebat ve 5000 yolcu var ve bunlar donuk uyku denen bir sistemle uyutulmuşlar, böylelikle ölmeden, yaşlanmadan yeni gezegende kaldıkları yerden devam edecekler. Bu yolcular çeşitli sebeplerle böyle bir deneyime gönüllü olmuşlar. Her birinin hikayesi bilgisayarlara kaydedilmiş. Film, yolcuların mürettebatla birlikte 120 yıl sonra uyanması gerektiği gemide Jim’in (Chris Pratt), henüz sadece 30 yıllık mesafe kat edilmişken uyku kapsülünün aktifleşmesi ve uyanmasıyla açılıyor. Jim önce bir problem fark etmiyor, her şey normal zannediyor, çünkü süper akıllı gemide robotlar, ekranlar ona yardım ediyor, onu odasına, yemekhaneye, oyun odalarına yönlendiriyorlar. Jim kısa bir süre sonra diğerleri nerede sorusunu soruyor ve teknik bilgileri takip edebildiği bir odada 90 yıllık bir yolculuğun içinde tek uyanık kişi olduğunu fark edip adeta çıldırıyor. Kendine bakmamaya başlıyor, kendisini içkiye veriyor, saç sakal birbirine karışıyor. Uyumakta olan yolcuların arasında gezerken birden içlerinden biri dikkatini çekiyor. Aurora’nın (Jennifer Lawrence) bilgilerine ulaşıyor ve onun güzel olmakla birlikte akıllı, esprili bir yazar da olduğunu öğreniyor. Bir yıl boyunca gemide yalnız yaşamış ve teknisyen olduğu için geminin sorunlarını çözmeye çalışmış ama başaramamış olan Jim, günlerce kendisiyle mücadele etse de sonunda dayanamıyor ve Aurora’yı uyandırıyor. Onu uyandıranın kendisi olduğunu söylemeden elbette. Başta aynı Jim gibi panikleyen Aurora, bir süre sonra Jim’in ona verdiği ilgi ve sevgi sayesinde sakinliyor, birbirlerine aşık olan ikili, öleceklerini kabul edip geminin avantajlarının ve aşklarının tadını çıkarmaya bakıyorlar. Muhteşem bir performans sergileyen Michael Sheen’in canlandırdığı android barmen Arthur onlara bunu ara ara hatırlatıyor: Nereye gideceğinizi, ne olacağınızı bırakın, yolculuğun (anın) tadını çıkarın. (Chris Pratt ve Jennifer Lawrence arasındaki kimya fena olmamış doğrusu.)

Jim (CHRIS PRATT) chats with bartender Arthur (MICHAEL SHEEN) at the Grand Concourse Bar in Columbia Pictures’ PASSENGERS.

Hikayeye devam edelim. Aurora’nın gerçeği öğrenmesiyle büyü bozuluyor. Aurora Jim’in yaptığının cinayet olduğunu düşünüyor, ondan nefret ediyor ve uzaklaşıyor. Bu noktada Jim’in Aurora’yı uyandırdığı andan itibaren, aşklarını yaşarken bile mimikleriyle, gözleriyle pişmanlığını yansıtması muhteşemdi tek kelimeyle.

Film bu romantizmi ve çelişkiyi yaşatırken bize, bir anda teknik bir hata yüzünden gemide uyanık üçüncü bir kişi oluyor ve şans o ki bu kez uyanan kişi mürettebattan biri: Gus (Laurence Fishburne). Geminin çok büyük teknik sorunları olduğunu, eğer müdahale edilmezse sadece üçünün değil, gemideki herkesin cayır cayır yanarak öleceklerini fark ediyorlar. Gus hasta, ölmek üzereyken onlara gemide daha fazla yetki hakkı olan bilekliğini teslim ediyor ve birbirinizin kıymetini bilin diyerek ölüyor. Jim ve Aurora artık sadece kendileri için değil gemideki herkes için umudu sağlam tutmak zorunda, ellerinden geleni yapmak zorunda!

Film eleştirilerinde filmin hikayesini bu denli detaylı anlatmak hiç huyum değildir, hele ki filmin tanıtımlarında, fragmanlarda Aurora’yı uyandıranın Jim olduğunun bir sır oluşu gibi bir durum varken ortada. Fakat bunu irdelemeden geçemezdim, bu yüzden yazının başına uyarımı koydum. Tüm basın eleştirilerinde, hatta yönetmen ve senaristle yapılan röportajlarda bile konuşulan bir konu var. Jim’in Aurora’yı uyandırmasının çok “ahlak dışı” bir durum olması, filmde Aurora’nın dillendirdiği gibi bunun bir cinayet olması ve bu durumun seyirciyi filmden uzaklaştırması… Pardon, siz, ciddi misiniz?

Her şeyden önce, ne zamandan beri filmleri insanların yapması gereken “en doğru” davranışları gösteren birer ilahi güç olarak izlemeye, değerlendirmeye başladık? Hani arada kalan çelişkili karakterleri daha çok seviyorduk, insanların çok güzel ya da çok çirkin, çok iyi ya da çok kötü, çok akıllı ya da çok aptal sergilenmesinden sıkılmıştık? Bir süredir sinemada süper kahramanlar dahil olmak üzere insanın defoları daha çok ilgimizi çekmiyor mu? O zaman daha rahat empati kurmuyor muyuz? Filmlerdeki hikayeler bu şekilde daha doğal olmuyor mu? Biz olsak ne yapardık‘ı düşündürmüyor mu?

Jennifer Lawrence and Chris Pratt star in Columbia Pictures’ PASSENGERS.

Ben senaristin de yönetmenin de bu filmi yapmaktaki amaçlarının: bakın insanoğlu böyle davranmalıdır, doğru olan budur, Jim tabii ki de Aurora’yı uyandırmadı, haydi şimdi ayağa kalkıp erdemlerimizi alkışlayalım demek olduğunu sanmıyorum. Şahsen bir uzay gemisinde bir sene boyunca yalnız yaşayıp, ömrümün geri kalanında o geminin içinde tek başıma kalıp öleceğimi düşünseydim, evet birine haksızlık edeceğimi, onun özgür iradesini hiçe sayacağımı bile bile, onu uyandırmayı ben de düşünür, değerlendirirdim. Yapabilirdim, yapmayabilirdim. Pişman olurdum, olmazdım. Bunlar insan olmamızla ilgili zaten. İnsan demek her zaman erdem demek değil ne yazık ki. Kaldı ki Jim iyi ve sevgi dolu biri, sadece menfaatleri için birini uyandırıp bencilce ihtiyaçlarını karşılamıyor, Aurora’yı hiçbir şey için zorlamıyor, karşılıklı bir alışveriş yaşatıyor, gözlerinde her an pişmanlığı taşıyarak…

Jim’in yaptığı şeyin doğru ya da yanlış olması değil, yapılabilir bir şey olup olmaması bence mesele. Siz gerçekten de “ben asla yapmazdım” diyor musunuz?

Etik meseleyi bir yana bırakacak olursak, Yunan filozof Epiktetos’un sözünü akla getiren bir felsefesi yok değil filmin: “Mutluluk gidilen yolun üzerindedir, yolun sonunda değil.” Görsel açıdan da doyurucu, lezzetli bir film Passengers. Uzay gemisinin atraksiyonları izleyiciyi eğlendirecek, mutlu edecek cinsten kurgulanmış. Fakat bilim kurgu türünde bir film için, içinde mantıken pek çok saçmalığı barındırdığını ve bunun filmin ciddiyetini bozduğunu söylememiz mümkün, örneğin bu denli komplike bir akıllı uzay gemisinde, acil durumlar nasıl düşünülmüş olamaz? Uyku kapsülü asla bozulamaz nasıl bir cevaptır… Çok komplike durumlar çözülebiliyorken, çok daha basit görünen sorunlar nasıl çözülemez?

İzlemeyi, üzerine düşünmeyi hak eden bir film Passengers, fakat son zamanlarda bu türde Arrival gibi, Snowpiercer gibi, Interstellar gibi içi çok daha dolu, çok daha özenerek yazılmış filmler izlemişken, Passengers’dan “wow!” nidalarıyla çıkmak bir hayli zor.