Karakomik Filmler

Cem Yılmaz’ın her filminin basın gösterimine koşa koşa giderim. Ben gene neyse de, kendisi de yıllardır her filminin basın gösterimine koşa koşa geliyor, bu beni çok mutlu eden bir detay doğrusu. Filmden önce ufak bir konuşma yaptı, bu konuşmada canımız Sadi Bey’imize geçmiş olsun demeyi de ihmal etmedi. Filmi bizimle birlikte izledi ve çıkışta oyuncuların da katılımıyla basının sorularını yanıtladı. İşini bu denli ciddiye alması ve sorumluluk sahibi olması çok hoş.

Filmle ilgili düşüncelerime ise buradan ulaşabilirsiniz..

Kutu (The Box) Adlı Kısa Filmimizin İlk Özel Gösterimi Kadıköy’de Gerçekleşti

Ekipten ve oyuncularından biri olduğum Çağrı Dörter’in ilk kısa metraj filmi Kutu (The Box)Uluslararası Lift Off Sessions FilmFestivali ve Uluslararası First Time Filmmaker Sessions Film Festivali’nde yarışmak üzere resmi seçkiye katılmaya hak kazandı.

Yaşadıklarından sonra her şeyi bırakıp kimsenin onu bulamayacağı uzak bir köy evine kaçan bir kadının, kapısına dayanan ve elindeki paketleri alması için ısrar eden garip ve gizemli bir postacı tarafından huzurunun kaçırılmasını konu alan Kutu’da, gerilim ve gizem aynı anda artıyor.

The Box (Kutu) filmi, festival süreçleriyle birlikte Türkiye’nin çeşitli yerlerinde özel gösterimlerle de seyircilerle buluşacak. Geçtiğimiz Pazar filmimizin ilk özel gösterimini yaptık. Tüm katılımcılara ve destekçilere teşekkür ediyoruz.

Kutu (The Box) adlı kısa filmimizin fragmanlarına buradan ulaşabilirsiniz. 

“Meg” Derinlerdeki Dehşet 10 Ağustos’ta Sinemalarda

Uluslararası bir sualtı gözlem programının parçası olan bir derin deniz denizaltısı, devasa bir yaratığın saldırısına uğrar ve Pasifik Okyanusu’nun en derin kesiminde dibe oturur, hem de içinde hapis kalmış mürettebatıyla. Zaman daralırken, eski derin deniz kurtarıcısı Jonas Taylor (Jason Statham) kendi kendini mahkum ettiği sürgünden vizyoner bir Çinli okyanusbilimci olan Dr. Zhang (Winston Chao) tarafından çekip çıkartılır; mürettebatı tek başına kurtarabileceğini düşünen kızı Suyin’in (Li Bingbing) itirazlarına rağmen. Fakat mürettebatın kurtulması için her üçünün ve hatta okyanusun görünürde durdurulamaz olan bu tehdidi durdurmak için birlikte çaba göstermesi gerekecektir. Soyunun tükendiğine inanılan 23 metre uzunluğundaki tarih öncesi bir köpekbalığı türü olan Megalodon (Meg) ise gayet canlıdır.

Turteltaub’un yönettiği filmin senaryosunu Dean Georgaris ve Jon Hoeber ile Erich Hoeber kaleme aldı. Film Steve Alten imzalı en çok satan MEG adlı romana dayanıyor. Filmin Türkçe altyazılı fragmanını izleyebilirsiniz.

John Wick 2 Türkçe Dublajlı Fragman Yayınlandı

10 Şubat 2017’de, ülkemizde altyazılı ve dublajlı olarak vizyona girecek olan devam filminde Keanu Reeves, Laurence Fishburne, Riccardo Scamarcio, Franco Nero, John Leguizamo, Ian McShane gibi isimler rol alıyor. Yönetmen koltuğunda ise Chad Stahelski var.

Yönetmenliğini David Leitch ve Chad Stahelski ikilisinin üstlendiği 2014 yapımı ilk film genel anlamda beğenilmiş, izleyiciyi tatmin etmesi garantili bir aksiyon filmi olarak değerlendirilmişti.

 

Enkaz, 10 Şubat’ta vizyonda!

 

Alpgiray Uğurlu ile 2013 yılında çektiği Uvertür filmi döneminde tanışmıştım. Antalya Film Festivali’nde izlediğim ve salondan değişik duygularla çıktığım bir film olmuştu. Yönetmen fikirlerimi sormuştu, ben de açıksözlülükle tüm duygularımı aktarmaya çalışmıştım. Filmin psikolojik yapısı, karanlık kısmı ilgimi çekmişti. Bir ilk filmin aksaklıklarını taşısa da, farklı ve dikkat çekici bir yapımdı. Yönetmenin ikinci filmi Enkaz’ı ise Nisan 2016’da bir basın gösteriminde izledim. Bu kez çok daha olgun bir sinema filmi vardı karşımda, ve çok daha etkileyici, izleyiciyi beyazperdeye kitleyen…

Başrollerinde televizyon ekranlarından tanıdığımız Akasya Aslıtürkmen ve Berke Üzrek’in rol aldığı ENKAZ 10 Şubat’ta vizyona giriyor.

Filmde, depremde betonların altında kalan Nisa enkazdan kendi çabasıyla kurtulmaya çalışıyor. Tek başına doğaya adapte olmaya çalışan Barış ise her gün kameraya bakarak yaptıklarını video günlüklerine anlatıyor. Enkaz altında kalan da, enkaz altından çıkan da telafisi olmayan hasarlara sahip aslında. Filmi izlemek kolay değil, oldukça klostrofobik anlar var. Özellikle Akasya Aslıtürkmen’i performansından dolayı kutluyorum, şahane bir iş çıkarmış, çok zor bir rolün altından muhteşem kalkmış. Mutlaka vizyonda izleyin.

Uzay Yolcuları / Passengers Geliyor!

Aurora ile Jim, 120 yıl boyunca uyuyarak başka bir gezegene gitmekte olan yolcuların arasındaki iki kişidir. Fakat uyku kabinleri onları yanlışlıkla 90 sene önce uyandırır. İkisi de bu hatanın sebebini bulmak ve binlerce yolcuyla uzayda ilerlemekte olan gemilerinin kaderini değiştirmek zorunda kalırlar.

Jennifer Lawrence (Aurora) ve Chris Pratt (Jim) bu heyecanlı ve gerilim dolu bilim kurgunun baş rollerinde yer alıyorlar.

Yönetmenliğini Enigma filmi ile dikkatleri çeken Morten Tyldum’ın üstlendiği yapımın senaryosu ise Doctor Strange’in senaristi Jon Spaihts tarafından yazılmış.

Vizyon tarihi ise 13 Ocak 2017. Merakla bekliyoruz!

 

 

Arrival/Geliş – Yılın En İyi Filmlerinden!

Popülersinema.com sitesi, son yılların en çok konuşulacak bilim-kurgu filmlerinden birisi olan Arrival ile ilgili biz sinema yazarlarından kısa görüşler aldı.

Ben de şu şekilde katılım gösterdim:

Film boyunca arkama hiç yaslanmamış olduğumu fark ettim bittiğinde. Zaman kavramı, uzay, insanlık, dil, iletişim, yabancılık, güven, güç ve silah denen şeyin aslında ne olduğu, bilim, kuvvetli his derken, “Geliş”, derinliğiyle sarhoş etti. Ted Chiang’in “Story of Your Life” adlı kısa öyküsünden uyarlanmış olan filmde uzaylılar 12 adet uzay gemisi ile dünyanın farklı yerlerine konumlanıyorlar ve biz algısı maalesef yeterince gelişememiş insanoğlu, geliş sebeplerini anlamaya çalışırken kendi iç savaşlarımızla, yabancı herhangi bir şeyden korkmanın verdiği düşmanlığımızla (siyasi iklime de güzel gönderme), kısaca aptallığımızla yüzleşiyoruz adeta. Algıları fazlasıyla açık olan dilbilimci Louise Banks (Amy Adams) ise bir yandan uzaylıları hissedebilir, dillerini çözebilir ve aracı olabilirken, diğer yandan kendi travmatik geçmişiyle yüzleşiyor. Aslında kendi geçmişiyle bu olanlar arasında hissettiği bağı da çözmeye çalışıyor bir yandan ve filmin sürprizlerle dolu sonunu da bu bağ belirliyor zaten… Ayrıca filmde dil’in konumlanışı, o kadar derin okumalara açık ki… Yaşasın bizi efekt manyağı yapmak yerine duygusuyla, içeriğiyle etkileme cesaretini gösteren, içi dolu dolu bilim-kurgular! Tutsak, Düşman, Sicario gibi farklı türlerdeki filmleriyle zaten gönlümüzü fethetmiş olan yönetmen Denis Villeneuve’yi takibe devam!  9/10

Diğer yazarların da yorumları için populersinema‘ya buyurun.

The Accountant – Hesaplaşma

Ben Rotaract Kulübü üyesiyken (yaklaşık 15-20 sene önce) bir akşam  TODEV (Turkiye Otistiklere Destek ve Eğitim Vakfı) kurucuları konuk gelmiş ve bize otizmin ne olduğunu, daha çok da ne “olmadığını” anlatmışlardı. O zamana kadar otizmi sadece Rain Man’den biliyordum şöyle bir, ama o gün vakıf oldum duruma, hatta sonra TODEV üyesi de oldum, toplantılarına ve çeşitli etkinliklerine katılarak otistik çocukları olan ailelerle, onların o “dahi ve özel” çocuklarıyla tanışma, birlikte vakit geçirme şansını yakaladım. O dönem Rotaract dergimize “Hepimiz Otistiğiz” başlıklı bir yazı yazmış, otizmin bir hastalık değil,  bir özgünlük, bir özellik, bir farklılık olduğunu anlatmaya çalışmıştım dilim döndüğünce. Aslında hepimizin hayatında takıntı yaptığımız konular, bazı odak noktalarının eksikliği/fazlalığı, bazı empatik eksiklikler, sosyalliktan uzaklaşmak istediğimiz durumlar ve bu yaklaşımlarımızın bize getirileri/götürüleri oluyor. Bu yüzden otizm, gerçekten de araştırdıkça epey ilgi çekici bir konu olarak karşımıza çıkıyor ve hiçbirimize uzak değil.

Otizm bir sinema filminde uzun süredir karşıma çıkmıyordu. Açıkçası Hesaplaşma (The Accountant) isimli, afişinde elinde taramalı tüfek olan bir Ben Affleck olan bu filmde de otizmle karşılaşacağımı düşünmemiştim. Evet, Affleck’in büyük başarıyla canlandırdığı Christian, çocukluğundan itibaren otizmle mücadele etmiş bir karakter. Otizmi olmayan erkek kardeşi ise onun en iyi anlaşabildiği arkadaşı. Her otistik gibi Chris’in de sosyalleşme sorunları var. Doktorunun kızı, erkek kardeşinden sonraki ilk arkadaşı oluyor. Chris’in çocukluğundan küçük bir enstantane ile başlıyor film ve daha sonra büyümüş, iş güç sahibi olmuş Chris’i izliyoruz fakat flashback’lerle geri dönüp hayatındaki tüm başarı ve başarısızlıkların psikolojik nedenlerine vakıf oluyoruz. Psikolojik çözümlemeler çok sağlam, çocuk Chris’i oynayan oyuncu da, Ben Affleck de bu zor karakterin hakkını fazlasıyla vermişler. Otizm, aslında Chris’in süper gücü. Zira otizm, bir hastalık değil, farklı bir beyin yapısının sonuçları aslında. Sosyal ve duygusal anlamda zorluklar yaşamakla birlikte çoğunun sanat yönü kuvvetli oluyor, ayrıntıları görmede üstün yetenekleri oluyor, matematik konusunda dahi olabiliyorlar. Chris de sanattan hoşlanan bir matematik dehası. Annenin aileyi terk edişi, babanın ise çocuğunun “hassasiyeti” sebebiyle onu ve erkek kardeşini aşırı sert bir şekilde yetiştirişi sonucunda Chris aynı zamanda bir ölüm makinesi haline geliyor. Genelde dünyanın en tehlikeli suç organizasyonlarına muhasebecilik yaparak geçimini sağlıyor ve başı beladan kurtulmuyor. Eninde sonunda yasal bir müşteri almak durumunda kalsa da bir devlet teşkilatının milyon dolarlar akladığını fark eden muhasebe yardımcısı Dana ile birlikte başlarını daha büyük belalara sokuyorlar.

Filmde sadece Chris’in psikolojik çözümlemelerine giriyor değiliz.  Ayrı bir filme konu olabilecek kadar derin bir geçmişi olan kardeşi Brax’in (Jon Bernthal), Hazine Bakanlığı’nın Suç Yürütme Birimi başkanı Ray King’in (J.K. Simmons) ,  başkanın yardımcısı Marybeth Medina’nın hikayeleri de minik flashback’lerle anlatılıyor bize. Bu, seyirciye bilgi verme açısından olumlu olarak görülse de açıkçası filmi epey uzatıyor ve bazen konudan saptırıyor, adeta bir HBO dizisi izliyormuşuz da bir sonraki bölümde bu karakterlerden birinin hikayesine daha yakından odaklanacakmışız gibi hissediyoruz ama bu bir sinema filmi. Gavin O’Connor, Bill Dubuque’un yazdığı bu derin ve verimli hikayeyi “non-lineer” bir kurguyla anlatmalara doyamamış anlaşılan.

Aksiyon sahneleri oldukça başarılı, The Warrior ile bildiğimiz yönetmen Gavin O’Connor yönetmenlik/ sinematografi anlamında beklentileri boşa çıkarmıyor. Fakat film, hikayesinin derin psikolojik altyapısına ayırdığı zaman doğrultusunda çok da alışık olduğumuz aksiyon/gerilim filmlerinin temposunda değil. Bu anlamda, yorucu ve gereksiz bölümler içeriyor doğrusu. Öte yandan içi boş bir aksiyon filmi izlemeyeceğinizden, gerçek hayattan, kostümsüz bir süper kahraman izleyeceğinizden de emin olabilirsiniz.

Not: Yazı populersinema.com sitesinde yayınlanmıştır.

Diriliş / The Revenant

Altın Küre’de çeşitli ödüllere layık görülen ve Oscar için 12 dalda aday gösterilen Diriliş‘i (The Revenant, 2015) hakkını vererek izleyebilmek için İstinye Park’ta IMAX sistemli salonu tercih ettim doğrusu, iyi de yapmışım. Diriliş, Michael Punke’un yazmış olduğu The Revenant: A Novel Of Revenge kitabından uyarlanmış. Kitapsa yaşanmış bir hikayeyi anlatıyordu. İsveçli avcı Hugh Glass (filmde Leonardo DiCaprio) 1800’lü yılların Amerika’sında, şimdinin Dakota bölgesinde ekibiyle avlanırken, bir ayının saldırısına uğrayarak çok ağır bir şekilde yaralanıyor. Hayatta kalma umudu çok düşük olan Glass, ekip arkadaşları tarafından vahşi doğada ölüme terkediliyor, melez oğlu da ekip arkadaşlarının biri olan John Fitzgerald (Tom Hardy) tarafından gözlerinin önünde öldürülüyor. Müthiş bir dayanma gücüyle hayatta kalmayı başaran Glass, oğlunu öldüren John Fitzgerald’dan intikamını alabilmek için, vahşi doğayla var gücüyle mücadele ediyor.

Filmin yönetmeni Alejandro Gonzalez Inarritu, 2007’de çok sevdiğim Babil filmi ile Oscar’da en iyi yönetmen ve en iyi film ödüllerine aday gösterilmişti. Geçen sene (2015) ise nedense çok ısınamadığım, yönetmenin de kendi tarzına uzak Birdman ile en iyi yönetmen, en iyi film ve en iyi özgün senaryo ödüllerine layık görüldü ve elbette son son bu başarılarıyla çok konuşuldu. Bu sene de bu denli iddialı bir filmle Oscar yarışında 12 dalda aday olması, kendisinin yönetmenlik iddiasını kanıtlıyor şüphesiz. Yönetmenin eski işlerinden Biutiful ve 21 Grams da şahsen çok başarılı bulduğum filmler. Inarritu’nın beyazperdeye attığı imzalara şöyle bir baktığımızda genelde dayanılması güç, acı verici olayları anlatmayı seçtiğini, ama bunları yönetmenlik anlamında doğal ve sert bir şekilde yüzümüze vurarak anlatmayı tercih ettiğini görüyoruz.

Diriliş, temposu çok yüksek bir sıcak savaş sahnesiyle açılıyor ve bizi içine çekmeyi anında başarıyor zaten. Filmin %95’i dış mekanda, gerçek mekanlarda, çoğunlukla da doğal ışık kullanılarak çekilmiş. Muhteşem bir doğa, film boyunca hikayeye eşlik ediyor ve geniş, uzun, temiz planlar sayesinde, yaşanan onca sert mücadeleye rağmen çevreyi seyre doyum olmuyor. Muhteşem bir yeşillik sürekli bizimle. Dağlar, kar, nehir… Vahşete rağmen her şey şiir gibi. Geniş planlar o kadar başarılı ki, izlerken adeta oradayız. Görüntü yönetmenliğine şapka çıkarmalı!

Gerçek hikayeden uyarlama olmasına rağmen elbette abartılar yok değil. Hugh Glass’ın yaşam mücadelesini izlerken, yok artık, buna rağmen mi ölmüyor, nasıl yani, hala devam edebiliyor mu, eh, bu kadar da olmaz demekten kendinizi alamıyorsunuz. Zira filmimiz bir süper kahraman filmi değil ve madem gerçek hayat hikayesi ve gerçek bir yaşam mücadelesi, keşke aslına daha uygun kalsaymış demeden edemiyoruz. Uzun süredir Oscar ödülünü haketmesine rağmen alamadığı için türlü şakalara konu olan Leonardo DiCaprio’nun performansı gayet yerinde. Fakat filmde oyunculuk deyince Tom Hardy’nin bu alışılmışın dışındaki performansı beni o kadar etkiledi ki, gözüm bir süre sonra DiCaprio’yu görmemeye başladı. Teksas aksanlı İngilizcesi’nin başarısı bir yana, karakteri izlerken çoğunlukla onun Hardy olduğunu unutuyorsunuz, ki bence başarılı oyunculukta en önemli kriterlerden biri bu. Örneğin DiCaprio’yu izlerken bu pek olmuyor şahsen bende, karakterinin sunduklarının içinde kaybolamıyorum. Umarım bu sene en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü Hardy alır.

Bir intikam hikayesi Diriliş. Ama bu intikam hikayesine insanın doğayla olan mücadelesi de ekleniyor elbette. İnsan, hayvan gibi değil. Medeni ve vicdanlı bir yaratık ama onun da içinde kötülük var. Ayırım var. Zorda kaldığında vahşet var. Yalan var. Yarı yolda bırakma var. Sineklerin Tanrısı’nı hatırlatan bir yapısı da var Diriliş’in. Medeniyet/ilkellik, iyilik/kötülük, Kızılderililer, Fransızlar, Amerikalılar üzerinden farklı okumalara da açık. Diriliş, vahşet açısından izlemesi zor sahneler de içeriyor, yine doğal, yine suratımıza tokat gibi!

Filmde herhangi bir kadın ya da aşk hikayesi yok. Tamamen maskülen, sert bir film.

65 mm dijital çekilen Diriliş’in, mümkünse sinema salonunda, değilse de büyük bir perde ya da ekranda, iyi bir ses sistemiyle izlenmesi gerekiyor bana kalırsa. Neredeyse gözlüksüz 3D deneyimiymiş gibi izlemek isterseniz, IMAX olan salonlarda izlemenizi önereceğim.

Kelimenin tam anlamıyla lezzetli bir sinema filmi Diriliş. Oscar yarışında hangi ödülleri alır bilinmez ama şimdiden yılın en iyi filmlerinden biri olduğunu söylememiz için ödüllerini beklememize gerek yok. İyi seyirler.

Not: Yazı, filmin vizyon haftasında kulturmafyasi.com sitesinde yayınlanmıştır.

Eye In The Sky / Ölüm Emri

2008’de izlediğimiz Yargısız İnfaz adlı filmin yönetmeni Gavin Hood, yine bir politik gerilimle karşımızda. Yargısız İnfaz 11 Eylül olayından sonra çıkartılan sert anti-terör yasaları bünyesinde, tüm şüphelileri dava açmadan direkt sorgulamayı onaylayan “rendition” uygulamasını odağına alıyordu ve terör sonrası işleyen sistemin öngörülmeyen kısımlarına ışık tutmaya çalışıyordu. Ölüm Emri’nde de bir grup teröristin intihar eylemi planlarını uzaktan takip ederek durdurmaya ve olaya müdahale ederek teröristlerden birini “ölü ele geçirme” sonucuna giden Albay Powell’ın soğukkanlılığını ve bu operasyonun detaylarının saniye saniye nasıl işleyeceğine karar vermek durumunda kalan avukatlar ve politikacıları izletiyor bize.

Hem dünyada hem ülkemizde güncel hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan terörün beyazperdede doğru şekilde yerini bulması önemli. Ölüm Emri’nde sinek şeklindeki bir uçan kamera, intihar eyleminin planlandığı eve girerek tüm olan biteni politikacılara, askerlere, yetkili tüm kişilere izletirken aslında bu film de bizim için küçük ve akıllı bir sinek vazifesi görüyor. Biz de filmin içindeki yetkililer gibi oturduğumuz koltuklarda, gözümüz beyazperdede, Kenya’da kurulmuş bir pazarı ve etrafındaki evleri adeta bir satranç tahtası gibi izliyoruz. Satranç tahtasının üstündeki piyonların hareketlerini izleyip, bombayı istediği yere yerleştirmek suretiyle intihar eylemini durdururken teröristi öldürmek suretiyle mekanı bombalamak, bu bombalamadan kaynaklanacak zaiyatın yüzde kaç olacağını hesaplamakla görevli tüm yetkililer, özgür iradesi ve tüm masumiyetiyle o satranç piyonlarının arasından geçip ekmek satmaya çalışan 8-10 yaşlarındaki küçük kızın varlığıyla ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Saniye saniye değişen kararlar, sürekli birbirine danışan yetkililer, dünyanın bir ucundan diğer ucuna açılan telefonlar bu denli soğuk, ciddi ve önemli bir meseleye neredeyse sinir bozucu bir mizah katıyor. Evde savaş oyunu oynar ve stratejileri arkadaşlarla tartışır gibi verilen kararlar, yeni dünya savaşlarının geldiği son noktayla bir tuşa basılarak atılan bombalarla kopan kafaların kolların oradan oraya saçılması, maalesef şaka ya da abartı değil artık günümüzde.

Konu politikadan hukukun nasıl işlediğine, oradan ahlaki değerlere, insan yaşamının önemi ve önemsizliğine, verilen kararların sebep ve sonuçlarına, savaşın her türlü lanetine, masumiyetin hiçe sayılmasına kadar giderken, haklı kim haksız kim karışıyor.

Daha önce beyazperdede özellikle Kraliçe II. Elizabeth olarak izlediğimizde asil görüntüsüyle aklımızdan çıkmayan bir performans sergileyen Helen Mirren, Ölüm Emri’nde gözünü hırs bürümüş Albay Powell karakteriyle resmen oyunculuğunu konuşturuyor. Öldüğüne hala inanamadığım ve bu filmde var olmasına ayrıca sevindiğim Alan Rickman da korgeneral Frank Benson rolünde çok başarılı. 

Ahlaki sorularını sorarken kimi yerde kör gözüm parmağına bir üslup tercih edilmişse de genel portrede oldukça etkileyici ve yerinde bir senaryoya sahip Ölüm Emri. Senaryo Guy Hibbert’a ait. Bomba patlama sahneleri oldukça gerçekçi, soğuk ve acımasız. Gavin Hood’un yönetmenlik anlamında daha görünür olduğu bir filmle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.  Haftanın en önemli filmi diyebileceğimiz Ölüm Emri, gerilimini, tansiyonunu bir saniye bile düşürmeyen, izleyiciyi hem heyecanlandırmaktan, hem de sarsmaktan çekinmeyen bir yapım.

Not: Yazı, filmin vizyon haftasında http://www.populersinema.com sitesinde yayınlanmıştır