Un beau matin/One Fine Morning/Güzel Bir Sabah

2022 Film Ekimi kapsamında Kadıköy Sineması’nda izleme fırsatı bulduğum Un beau matin/One Fine Morning/Güzel Bir Sabah, Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve’ın altıncı uzun metrajı imiş, benim ise izlediğim ikinci filmi.

Sinema kariyerine oyuncu ve ‘Cahiers du cinéma’ dergisinde film eleştirmeni olarak başlayan Hansen-Løve’a ait 2021 yapımı Bergman Island/Bergman Adası filmini izlediğimde kendine has tarzından etkilenmiş ve yönetmenin diğer filmleriyle ilgili minik bir araştırma yaptıysam da başka izleme fırsatı bulamamıştım. Oyunculuğunu çok beğendiğim Lea Seydoux’un yönetmenin bahsetmekte olduğumuz son filminde oynadığını öğrenince bu iki kadının birlikte nasıl bir iş çıkardığını oldukça merak ederek aldım biletimi.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki sadece iki filmini izlemiş olsam da yönetmenin sade ve küçük hikayeleri devleştirebilme yeteneği olduğunu hissediyorum, en azından izlediğim iki filmi de bunu geçiriyor seyirciye bana sorarsanız. Devleştirme derken iki filmde de büyük olaylar, şoke edici gelişmeler, katarsisler gerçekleşmiyor ancak hikayenin etkisi devleşiyor sanki, anlatılan hikayenin kendisinin kağıt üzerindeki naifliğiyle kıyaslandığında.

Güzel Bir Sabah adlı filmin hikayesi Fransa, Paris’te geçiyor. Önce Seydoux’un canlandırdığı Sandra karakteriyle tanışıyoruz. Kendisi başarılı bir mütercim tercüman ve Paris’te 9 yaşlarındaki kızıyla yalnız yaşıyor. Kısacık saçlı, aşırı derecede sade giyinen, makyaj yapmayan, sessiz, uyumlu bir kadın Sandra. Çalışmadığı zamanlarda hasta babasının evine giderek onunla yakından ilgileniyor. Babası Georg herkesin hayranlık ve saygı duyduğu bir felsefe öğretmeniyken zor bir hastalığa yakalanmış. Sandra’nın anne babası zamanında ayrılmışlar ve babası başka bir kadınla evlenmiş. Hastalığı dolayısıyla zihni bulanık olan babanın ağzından düşürmediği tek isim ise yeni eşi. Hastalık durumundan dolayı bir bakımevine yerleşmesi gerektiği kararını ise ailece karar vermek zorunda kalıyorlar, Sandra’nın annesi, annesinin yeni eşi, Sandra’nın kız kardeşi ve eşi, Sandra. O bakımevi senin bu bakımevi benim dolaşıyorlar ve bazı sorunlar yaşandığında hemen yeni bir bakımevine alınıyor yaşlı adam. Babasına düşkün ve hassas Sandra için zor günler…

Sandra çalışmadığı ve babasıyla ilgilenmediği zamanlar ise kızıyla veya tek başına parka gidiyor, yürüyüş yapıyor. Bu yürüyüşlerin birinde kaybettiği eşinin arkadaşlarından Clement ile karşılaşıyor. Bu karşılaşma sonrası Clement ile sık görüşmeye başlıyorlar ve hızlı bir şekilde aralarında bir çekim oluyor ancak Clement’in başka bir şehirde eşi ve çocukları var. Clement ve Sandra’nın yaşadığı aşk ise tutkulu ve gerçek. Clement Sandra’ya karşı hep dürüst oluyor ve ara ara “bu ilişki bu şekilde devam edemez” diyerek eşinin, çocuklarının yanına dönüyor ama daha sonra yine kendini Sandra’ya çekilmiş olarak buluyor.

Sandra hayatının tüm aşamalarında pasif bir tutum sergilemek durumunda kalmış görünüyor. Babası için elinden gelen mücadeleyi verse de onun elinde olmayan durumlar var ve bu onu üzüyor. Clement’e ise vazgeçilmez derecede aşık ancak onun da gelip gitmelerine karşı hiçbir tavır sergileyemiyor, sadece ergenliğe yeni girmiş genç kızlar gibi sevgilisi gelince seviniyor, gidince üzülüyor ve ondan gelecek bir cep telefonu mesajına hasret günler geçiriyor.

Sandra babasının gün geçtikçe hafızasını daha çok yitirmesine, kendisini neredeyse hiç hatırlamamasına, tek sayıkladığı kişinin ikinci eşi olmasına aslında çok içerliyor, kalbi çok kırılıyor. Ancak babasını ziyaret etmeye, onun isteklerini karşılamaya devam ediyor. Kendi hayatını yaşamak adına sınırlarını da koymaya çalışıyor ve bir ölçüde başarabiliyor diyebiliriz.

Aşık olduğu adamın da her şeyi bırakarak ona gelmesini, sadece onun olmasını istiyor elbette ama ailesini bırakamamasını da bir yerde anlıyor ve canı çok yansa da sevdiği adamın bir gün tamamen ona geleceği günü beklemeyi, bu umutla yaşamayı tercih ediyor.

Bu hikayeyle yönetmen bir açıdan bize sevginin bedellerini betimlemeye çalışıyor sanki.  Bizi ne kadar incitse de hayatımızda sevgi olmadan devam edemediğimizi açık ediyor.

Babasının hayatta en çok değer verdiği şey olan kütüphanesi ve yüzlerce kitabını ne yapacaklarını şaşırıyorlar ailece evi boşaltırlarken ve çoğunu ona hayran öğrencilerine vermeye karar veriyorlar. Öğrencileriyle sohbet ederken Sandra bir yerde, babası hala yaşamaktayken bile, onun ruhunu ancak bu kitapların arasında hissedebildiğini, bakımevinde yatmakta olan bedenin sadece bir araç olduğunu, babasını babası yapan şeyin bu kitap seçkisi ve bu bilgiler ışığında yarattığı dünya olduğunu söylüyor. Gerçekten de sevdiğimiz kişilerin sevdiği, kıymet verdiği şeyler onları yaşatmaya devam eden önemli detaylar haline geliyor. Bu noktada film başrole babayı da alıyor, hastalığından dolayı tanıyamadığımız bu adamın sağlığındaki yaşamında kendine ve çevresine kattıklarını müzikler, kitaplar sayesinde biraz da olsa koklamış oluyoruz sanki. Bir gün Sandra babasının günlüğünü buluyor ve günlüğüne hastalığının başlarında yazmış olduklarını okuyor, babası hafızasını yitirmekten korktuğu için kendi hayat hikayesini bir anı kitabı olarak yazmak istediğini not almış ve kitabın adı da: Güzel Bir Sabah olacakmış. Ne yazık ki bu otobiyografik kitap hiçbir zaman yazılamayacak ama fark ediyoruz ki Georg, ailesine, öğrencilerine kattıklarıyla yaşayacak… Yakın bir akrabamın bakımevinde olduğu, hayatta en sevdiğim insan olan anneannemi de yeni kaybettiğimiz bir dönemde bu filmi izlemiş olmamın beni kişisel olarak ayrıca etkilediğini söylemem gerek.

Filmin en büyük artısı ise bu denli duygusal yönü ağır basan, gerçekçi, hayatın içinden konulara rağmen, filmin ambiyansının hafifliği, hafif mizahi bir dille o ağır yükü üzerimizden alışının başarısı. Mekanlar, giysiler, diyaloglar renkli, lezzetli. Gözleriniz yaşlı çıkmıyorsunuz salondan ama filmin etkisi üzerinizde bir süre kalıyor. Seydoux, sevgilisi rolünde Melvil Poupaud ve babası rolünde Pascal Greggory bu gerçekçi hikayeye oyunculuklarıyla çok şey katıyorlar. Güzel Bir Sabah, güzel bir sabah pencereden baktığınızda göreceğiniz bir kuşun size mutluluk vermesi ve rüzgarın sizi üşüterek tedirgin etmesi kadar gerçek ve doğal bir film.

Yazı Sadibey.com sitesinde yayınlanmıştır.

Karakomik Filmler

Cem Yılmaz’ın her filminin basın gösterimine koşa koşa giderim. Ben gene neyse de, kendisi de yıllardır her filminin basın gösterimine koşa koşa geliyor, bu beni çok mutlu eden bir detay doğrusu. Filmden önce ufak bir konuşma yaptı, bu konuşmada canımız Sadi Bey’imize geçmiş olsun demeyi de ihmal etmedi. Filmi bizimle birlikte izledi ve çıkışta oyuncuların da katılımıyla basının sorularını yanıtladı. İşini bu denli ciddiye alması ve sorumluluk sahibi olması çok hoş.

Filmle ilgili düşüncelerime ise buradan ulaşabilirsiniz..

Bohemian Rhapsody

Geçtiğimiz hafta Müslüm’ü izledik, sanatçı Müslüm Gürses’in hayat hikayesini konu alan biyografik bir yapımdı, fikirlerimi yazmıştım. Bu hafta Bohemian Rhapsody ile efsanevi Freddie Mercury’nin ve Queen grubunun gerçek hikayesini anlatan başka bir biyografik film izliyoruz. Vizyonda Yılmaz Güney’i konu alan bir belgesel de var ve önümüzde de vizyona girecek bir Whitney Houston biyografik filmi. Çoğunluğu müzikle de ilintili olan, bizi derinden etkileyen kişiler/gruplarla ilgili biyografik yapımlara doyduğumuz aylardayız sözün özü.

Ortaokul-lise dönemimde keşfetmiştim Queen’i. Kaset doldurduğumuz zamanlar, 90’lar. We Will Rock You’lar, We Are The Champions’lar. Ama beni çok etkileyen iki şarkı vardı: Show Must Go On ve Bohemian Rhapsody. Filme de adını veren ikincisi daha önce benzerine rastlamadığım bir tür olduğundan iyice ilgimi çekmişti. Çocukluğunda piyano dersi almış ve müziğe aşık biri olduğumdan, sekiz kulakla dinliyordum bu değişik adamın değişik grubunun benzersiz şarkılarını.

Daha ileriki yaşlarımda dinlemeye, takip etmeye devam ettim elbette grubu, albümleri. Freddie Mercury’nin frapanlığı, feminenliği göze çarpıyordu ve onu çok daha özel ve farklı kılıyordu gözümde açıkçası. Cinsel tercihinin ne olduğunu merak etmek ya da bu konuda eminmişim gibi fikir yürütmek yerine onu olduğu gibi kabul ettiğimi hissettiğimi hatırlıyorum doğrusu.

Bir itirafta bulunmalıyım fakat, bu çok sevdiğim sanatçı ve grubu hakkında açıp çok da fazla okumamışım. Dinlediğim bana yetmiş olsa gerek. Örneğin Freddie Mercury’nin gerçek adının ne olduğunu ya da nereli olduğunu bilmiyordum ve bu filmde öğrendim, epey de şaşırdım doğruyu söylemek gerekirse.

1991 yılında sanatçının AIDS sebebiyle, bu denli genç yaşında öldüğünü öğrendiğim zaman da çok çok etkilenmiş ve üzülmüştüm.

Filme gelecek olursak, her şeyden önce şüphesiz fiziksel olarak canlandırması zor bir kişilikle karşı karşıyayız. Freddie Mercury’nin ağzında fazladan 4 adet diş olması ağzının kapanmasını zorlaştırırken kendi düşüncesine göre sesini güzelleştiren bir detayve bu düşünceyle dişlerinden ameliyat olmayı reddetmiş. Yine zayıf bedeni, oldukça frapan ve iddialı, cesur kılık kıyafeti üstünde taşıyışı, kendine has hareketleri ile onu canlandırmak gerçekten büyük risk. Oyuncu Rami Malek elinden geleni yapmışsa da bedenen biraz sönük kalmış gibi hissettirdi bana, diş detayı ise çok önemli ve altı çizilesi bir konu olmakla birlikte bana yine de estetik olarak biraz fazla geldi, adeta Mercury’le ilgili bir parodi için özellikle abartılmış bir makyaj detayı gibi hissettim.

Dönem olarak 1970’lerde Queen’in oluşumundan 1985’te grubun Live Aid’teki efsanevi performanslarına kadar olan yolculuğunu anlatmayı tercih eden filmin yönetmeni ünlü yapımcı ve özellikle Olağan Şüpheliler‘in yönetmeni olarak tanıdığımız Bryan Singer iken yapım aşamasında bazı sıkıntılar yaşanmıştı. Sete gelmeyen ve bazı tatsız iddialarla suçlanan Singer projeden atılmıştı, filmin yeni yönetmeni, Kartal Eddie filmi ile hatırlanan Dexter Fletcher olacaktı fakat sonradan Singer projeye geri döndü. Bu çalkantıdan film ne kadar ve ne şekilde etkilendi bilemeyiz elbet ama bu denli büyük bir başlığın atıldığı bu kadar büyük bir proje için tüylerimi daha diken diken edecek bir film beklemiştim desem haksızlık etmiş olmam sanırım.

Filmin senaryosu Darkest Hour ve The Theory of Everything filmlerinin de senaristi olan Anthony McCarten ve The Other Boleyn Girl, Rush gibi filmlerin senaristi Peter Morgan’a ait. Senaristlerin Queen’e ve Mercury’e ait anlatılması gereken dönem seçimlerini başarılı buldum, üstelik bu döneme Mercury’nin ailevi hayatı ve geçmişini de eklemeyi ve bu dengeyi kurmayı becerebilmişler. Zira bu tarz biyografik filmlerde malzeme o kadar bol olur ki senarist işin içinden çıkamaz, ya herşeyi anlatmaya çalışır, ya da bir bölümün çok fazla üstüne gider ve iş çığrından çıkar. Müslüm filmi örneğin Gürses’in çocukluğuna çok fazla yer verilirken, hayranlarının durumu daha az anlatıldığı için çoğu izleyici tarafından eleştirildi.

Sadece albümünü dinleseniz tüylerinizin diken diken olacağı bir grubun ve o grubu bugünlere getiren efsanevi sanatçı Freddie Mercury’nin yer aldığı bir filmden çıkarken çok daha fazla etkilenmeyi beklerdim, açıkçası sönük bulduğum bir müzikal biyografik film oldu Bohemian Rhapsody. Üstelik Mercury’nin gay kimliğinin anlatımında da bir pürüz hissettim. Sanki Mercury’nin başına gelen her kötü şey, gay olduğuna karar verdikten sonra gerçekleşmiş, sanki hatası bu olmuş, eğer grup arkadaşları gibi evlenip çoluk çocuğa karışsaymış daha iyi olurmuş gibi bir yargı sezdim. Freddie Mercury’i Freddie Mercury yapan tamamen cesareti, kendi oluşu, içinden geldiği gibi davranmakta her zaman cesur oluşu olmuştu belli ki. Onun sanatını besleyen de buydu. Açıkçası filmin az da olsa “homofobi” içerdiğini düşünüyorum.Fakat filmin, Mercury’nin AIDS’e yakalanışı konusunu bir duygu sömürüsü haline getirmemesi ve filmin modunu genel anlamda pozitif tutması takdire şayan.

Birkaç kez izlemek isteyeceğiniz bir film değil Bohemian Rhapsody, ama es geçin de diyemem, izleyin, anılarınıza gömülün, Queen’i hatırlayıp eve döndüğünüzde albümlere sarılın, o bile yeter. İyi seyirler.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali Sona Erdi

2011, 2012 ve 2015 yıllarında Beyazperde.com’un editörü ve genel yayın yönetmeni olarak katılım gösterdiğim Malatya Uluslararası Film Festivali’nin yedincisinde festivalin yabancı film ataşesi olarak görev aldım. 9 gün boyunca Malatya’daydım ve festivalin açılış gecesinden itibaren kapanıştaki ödül törenine kadar tüm festivali takip ettim. Film gösterimleri, film sonrası çok değerli ulusal ve uluslararası yönetmenlerle, ekiple söyleşiler, özel paneller. Festivalin en önemli noktalarını ön plana çıkarıp bunları İngilizce olarak basın bülteni haline getirip Film New Europe ekibiyle paylaştım. Her gün bir, bazen iki haberimiz yayınlandı. Festivalin direktörü Suat Köçer, program direktörü Alin Taşçıyan ve festivalin yaşam boyu onur ödülüyle onurlandırdığı Kim Dong-ho ile röportaj yapma şansım da oldu. Yaptığım haberlere buradan ulaşabilirsiniz. Kim Dong-ho ile yaptığım röportajı ayrıca Türkçe’ye çevirip paylaşacağım.

Gelelim bu yoğunlukta çalışırken izlediğim filmlere ve festivale dair izlenimlerime. Festival başlamadan basın çalışanı olarak izleyebildiğim bir kaç film olmuştu, bunlar Mavi Sessizlik, Kırık Kalpler Bankası, The Other Side of Hope ve Eksi Bir oldu. Aki Kuarismaki imzalı The Other Side of Hope, gerçekten muhteşem bir film. Diğer filmler ne yazık ki çok başarılı bulduğum örnekler olmadı. Festivalde ise, programdan ilk izleme şansı bulduğum film Halit Refiğ anısına gösterilen Teyzem (1993) oldu. Senaryosunu çok sevgili Ümit Ünal’ın yazmış olduğu, özellikle dönemine göre, psikolojik katmanıyla oldukça farklı ve özgün bir çalışma olan Teyzem’i küçük yaşlarımda izlemiş, Umur karakteri, filmin müzikleri, Müjde Ar’ın halleri aklıma kazınmıştı, çok etkilenmiştim. Yıllar sonra beyazperdede yeniden izlemek müthiş bir keyifti doğrusu, sonunda da gözlerim doldu. Gösterim sonrası Suat, Hülya Koçyiğit, Ümit Ünal ve Halit Refiğ’in eşi Gülper Refiğ ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Yaşadığımız toprakların tarih ve kültürü birikiminin çok değerli olduğuna inanırdı diyen Gülper Refiğ, “Halit, aykırı biriydi, bir düşünce adamıydı ve bu ülkede yaşayan insanların erdemli insanlar olduğunu düşünürdü.” sözleriyle eski eşinden bahsetti. Hülya Koçyiğit, Halit Refiğ sayesinde oyunculuk hayatının en farklı rolünü oynadığını belirtti. “Karılar Koğuşu” filmindeki Töze rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülü kazandığını da paylaşan Koçyiğit, 1960 ihtilalinin anlatıldığı ve senaryosunun Refiğ tarafından yazılan “Şeytan Aldatmacası” adlı sinema filmi üstünde çalıştıklarını, ancak bu filmin çekilemediğini, özellikle bu dönemde bu senaryonun sinema diliyle anlatılmasını ve Türk sinema tarihinde kalıcı yerini alması gerektiğini düşündüğünü söyledi. “Teyzem” filminin senaristi, yönetmen Ümit Ünal ise 21 yaşında birlikte çalışmaya başladığı Halit Refiğ için şunları söyledi: “Önemli yönetmenlerle çalıştım ama kültürel birikim açısından çok derin bir insandı. Gerçek bir yazar ve entellektüeldi.  Halit Refiğ’den çok şey öğrendim ve hayatım boyunca da öğrendiklerimi hep uyguladım. O benim hep ustam oldu” dedi.

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok ses getiren 1998 yapımı ‘American History X / Geçmişin Gölgesinde’ filminin yönetmeni Tony Kaye ve filmin yapımcısı John Morrissey deneyimlerini paylaşmak için “Ustalık Sınıfı”nda bir araya geldi. Tony Kaye, elinde gitarı, bizlere spontan şarkılar üreten çocuksu, içinden geleni söyleyen bir yapıda konuşurken, John Morrissey onu ve anlattıklarını toparlayan bir yapıda devam etti konuşmalarına. Herkesin kendisine inanması gerektiğinin ısrarla altını çizen Kaye; “Karmaşık bir yapım var, 65 yaşındayım. Kendime inanma sürecim yeni başladı. Sürekli bir deneyim yaşıyoruz. Bu deneyimler de çok kıymetli” diye konuştu. İkili, zamanında Edward Norton ile yaşadıkları sorunu da açık ve net bir şekilde bizlerle paylaştı. Bu çılgın ustalık sınıfı (masterclass) ile ilgili detaylı notlarıma sinemia‘daki haberimden ulaşabilirsiniz.

7.Malatya Uluslararası Film Festivali’nin, Türkiye ve Güney Kore arasındaki bağın kurulduğu Kore Savaşı’nın 60. yıl dönümünü münasebetiyle hazırladığı “Dostuluğun 60 Yılı” seçkisinde, Güney Kore sinemasında kendine önemli bir yer edinen az sayıdaki kadın yönetmenlerden biri olan Jeong-Hyang Lee’nin katılımıyla “Eve Dönüş / Jibeuro” adlı film gösterildi. Tek kelimeyle muhteşem bir film, izlemediyseniz lütfen bir şekilde bulun ve zaman ayırın. “Eve Dönüş” köyde yaşayan dilsiz anneannesinin yanına bırakılan küçük bir oğlan çocuğunun köye, teknolojiden uzaklığa, yokluğa ve anneannesine alışma sürecini anlatıyor.

 

Gösterime aynı zamanda Busan Film Festivali Program Direktörü Soue-Won Rhee ve festivalin bu yılki Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nün sahibi Busan Film Festivali Onursal Başkanı Kim Dong Ho katıldı. Şöyleşiye katılan Busan Film Festivali Program Direktörü Soue-Won Rhee, Kore sinemasının dünyada ilgi görmesi hakkında “Kore’de çok güçlü bir film sektörümüz var.  Kore’de şu an çeşitli tarzlarda ve farklı kesimlere hitap edebilecek filmler üretiliyor. Sanat filmlerinin yanı sıra evrensel duyguların yer aldığı ve bu yüzden geniş kitlelerin dikkatini çeken filmler de çıkıyor. Dolayısıyla Kore Sineması gücünü çeşitliliğinden alıyor.” diye ekledi.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali, Ulusal Yarışma bölümü filmlerinden, “İşe Yarar Bir Şey” filmini ve ekibini ağırladı.Filminin gösterimi yönetmeni Pelin Esmer, oyuncularından Ayşenil Şamlıoğlu’ nun katılımıyla gerçekleşti. Yılın kanımca en iyi Türk filmlerinden olan İşe Yarar Bir Şey ile ilgili söyleşide Esmer, “İnsanı düşünmeye sevk eden bir senaryo oldu. Barış Bıçakçı ile içimizden geldiği gibi yazdık. Öyle örnek aldığımız bir karakter olmadı” dedi.

Festivalde izlediğim bir başka değerli film Kuzey Afrika kültürünün zenginliğini filmlerine yansıtan ve uluslararası jüriye başkanlık eden usta yönetmen Nacer Khemir’in restore edilerek Venedik Film Festivali Klasikler bölümünde de gösterilen 1984 yapımı ilk uzun metrajlı filmi Çöl İşaretleri oldu. Gösterimin ardından Uluslararası Film Program Direktörü Alin Taşçıyan’ın moderasyonunda Nacer Khemir ile bir de söyleşi gerçekleşti. Alin Taşçıyan’ın “Eski dünya sinemasında böyle bir tarz görülmemişti, kendi tarzın hakkında ne söylersin? sorusu üzerine Khemir; “Sinemada çeşitli modeller vardır.
Mesela, Amerikan sinemasının temel modeli Western’dir. Ben kendi filmlerimi, kendi
üslubumu ararken kendime, anneme, büyükbabama yani aileme benzeyen, onları
anlatabileceğim bir dil aradım. Bir yönetmen üslup aradığında kendisini en iyi şekilde
yansıtabileceği bir şekil arar, bir maske aramaz. Çocukken güzellik ve umut
aramamız öğretildi bize. Bu yüzden anlattığımız öyküler acılı bile olsa buna uygun
bir dil bulmamız beklenir. Günümüz dünyasında iki temel baz alınıyor, şiddet ve şok
etkisi yaratma. Bence dünya o kadar kötü ki sinemada da ekstra şok etkisine ihtiyaç
yok.”diye yanıt verdi. Usta yönetmen sözlerine şöyle devam etti; “Çocuklara sevmeyi değil korkuyla yaşamayı öğretiyoruz, ne yazık ki. Ben sinemamda çocuklara gelecek için sevgi ve umut aşılamak istiyorum. Oysa maalesef sevgi pazarlama gücü olan, satan bir şey değil.”

Filminin sonunun neden açık uçlu olduğunun sorulması üzerine Khemir: “Ben
doğrudan politik anlatı yaparsam tiyatroyu tercih ediyorum. Sinemada da şiirsel üslup
tercih ediyorum. Amerikan yönetemi manipüle ederek, yönlendirerek olur, ben
konukseverliği tercih ediyorum. Ve seyircime kendi yerimi bırakıyorum.” diye yanıt
verdi.

Sinemaseverlerin oldukça yoğun ilgi gösterdiği söyleşide “Benim derdim bedenleri
değil, ruhları kurtarmak, bu yüzden gerçekçi bir hikayeler anlatmıyorum. Ben filmlerimde ruhun kaybettiklerinden bahsediyorum” diyen Khemir’in filmleri genelde Binbir Gece Masalları ile kıyaslanan, Arap ve Fars kültürlerinin masal geleneğinin ve tasavvuf felsefesinin sinema diline aktarılmış hali olarak yorumlanan filmler. Böyle özgün ve başarılı bir yönetmenle festival sayesinde bir araya geldiğimiz için şanslıydık.

Bir başka şansımız da İran sinemasının büyük ustalarından Rakhshan Banietemad idi festivalde. en sevilen filmlerinden Rusari Abi / Mavi Yaşmaklı’nın restore edilmiş versiyonunu ilk kez Malatya izleyicisiyle buluşturmanın heyecanını yaşayan Banietemad, gösteriminin ardından Yeşil Sineması’nda Malatyalı sinemaseverlerle buluştu ve soruları yanıtladı. Filmi, başrol oyuncusu Fatemeh Motamed-Arya ile birlikte izleme şerefine eriştim. Gerçekten çok keyifli bir buluşmaydı.

Katılma şansına kavuştuğum bir başka film sonrası söyleşisi ise Kırgız yönetmen Aktan Arym Kubat söyleşisiydi. Festivalde yarışan filmi Centaur‘u izledikten sonra kendisine sorularımızı yönelttik.  Yönetmen filmdeki durumların ülkesinde yaşanan gerçek durumlar olduğunu dile getirdi. Filmde İslam’a bir eleştiri mi var sorusunu yanıtlayan yönetmen, kesinlikle İslam’a değil, İslam’ı yanlış yaşayanlara bir eleştiri getirmek istediğini açıkladı. Ülkesinde bir Arap baskısı olduğunu anlatan Kubat, senaryosunda iyi kalpli yalnız bir karakter üzerinden bu gerçekleri yansıtmak istediğini vurguladı.

Semih Kaplanoğlu‘nun çok tartışılan Buğday filmi de  festival kapsamında Malatya’da seyirciyle buluştu. Ulusal yarışma bölümünde yer alan filmin gösterimi filmin yönetmeni Semih Kaplanoğlu’nun katılımıyla  Avşar Sinemaları’nda gerçekleşti. Gösterimin ardından İhsan Kabil’in moderasyonuyla gerçekleşen söyleşide Kaplanoğlu izleyicilerin sorularını yanıtladı. Kaplanoğlu, “bu filmi yaparken insana döndüm. Büyük bir tüketim ve bozulma hali yaşıyoruz. Şikayet ediyoruz, sürekli. Bizim yaşama şeklimiz ve halimiz yaratıyor, tüm bunları ve iklimler değişiyor. Bu film insanlığın ve benim yaşadığım sorunların, çelişkilerin filmi. Inancımız var ama doğamızı perişan ediyoruz” dedi. Yönetmenin son dönemde iktidara olan yakınlığı ve bu filmde de bilim ve dinin kıyasında propoganda yapan bir söylemi olduğu eleştirileri bolca tartışılıyor. Şahsen filmi yönetmenin iktidara yakın duruşu bilgisinden bağımsız bir biçimde izledim ve filmden çok etkilendim. Kehf suresinde geçen Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın yolculuğuna dair “Buğday mı Nefes mi” sorusunu içeren kıssayı siyah-beyaz bir bilim-kurgu olarak,  karanlık, distopik bir tablonun içerisinde harmanlaması nereden bakarsak bakalım Türk sineması için çok farklı ve iddialı bir örnek. Görüntü ve sanat yönetimi göz kamaştırırken senaryonun metafiziksel derinliği de filme bambaşka bir tad veriyor. Oyunculuklarda, bazı sahnelerin ruhunda hiç mi eksikler, göze batan durumlar yoktu, elbette vardı. Ayrıca elbette senaryonun, bilim bir yere kadar, önemli olan dindir ve tüm sorunları da o çözer gibi bir anlatımı olduğu penceresinden baktığınızda filmin yönlendirici ve propagandist yaklaşımı rahatsızlık verici bulunabilir fakat kanımca bu konuları tartıştırması açısından bile değerli bir yapım. Yönetmenin filmin galasının Beştepe’de yapılması da kesinlikle hoş bir hissiyat uyandırmıyor fakat esere mümkün mertebe yönetmenin siyasi yakınlıklarından uzak bir bakışla bakmaya çalışıyorum. Bunu saflık olarak değerlendirenler çıkabilir, ya da benim de yanlı olduğumu düşünenler olabilir fakat ben, iktidara kendisini epey uzak hisseden ve Semih Kaplanoğlu’nun önceki filmlerini şahsen çok beğenmeyen, kendisini yakın hissetmeyen bir sinema yazarı olarak kendi yaklaşımımın arkasındayım. Filmin oturulup saatlerce tartışılası konuları olabildiğince derinlikli bir biçimde işlemiş olması ve sinematografik açıdan cesareti, yenilikçiliği, olgunluğu beni bu filmi ciddiye almaya itiyor.

2001 yılında Kinyas ve Kayra romanıyla keşfettikten sonra yıllar boyu çıkan tüm kitaplarını koşarak edinip su içer gibi okuduğum roman yazarı Hakan Günday’ın Daha adlı romanından uyarlanmış film Daha’nın gösterimi de filmin yönetmeni Onur Saylak ve ortak yapımcısı Ziya Cemre Kutluay’ın katılım gösterdiği söyleşi ile devam etti. Ay Yapım ve b.i.t arts ortak yapımcılığında gerçekleşen DAHA; yurtiçi ve yurtdışında katıldığı festivallerden ödüllerle dönüyor. 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde yarışan Daha, festival jürisi tarafından “En İyi Film” ödülü de dahil olmak üzere dört ödüle layık görüldü. Filmde performansıyla dikkat çeken genç oyuncu Hayat Van Eck, Jüri Özel Ödülü ve Umut Vaadeden Erkek Oyuncu ödüllerini kucaklarken filmin başrol oyuncularından Ahmet Mümtaz Taylan da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Şahsen uyarlandığı romana olan sevgimden dolayı daha çok etkileneceğimi düşündüğüm bir film olduğu için hafif bir hayal kırıklığı yaşasam da mülteciler/göçmenler meselesini ele alışı, Feza Çaldıran’ın elinden çıkma, oldukça başarılı sinematografisi ve başarılı oyunculuklarla çıtanın üstünde bir Türk filmi şüphesiz.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali yarışma sonuçları için tıklayın.

Festival için yaptığım söyleşileri de ayrıca blogumda paylaşıyor olacağım.

 

Toni Erdmann

Alman kadın yönetmen Maren Ade’nin üçüncü uzun metraj yönetmenlik denemesi Toni Erdmann.  Filmin en kuvvetli gücü olan senaryosu da kendisine ait. Peter Simonischek’in canlandırdığı Winfried Conradi, filme adını veren Toni Erdmann diye bir karakter yaratarak, sürekli cebinde taşıdığı takma çarpık dişleri takıp, arada bu imajını perukla da besleyerek yaptığı şakalarla, gündelik yaşamdaki sıkıntıların üstesinden gelmekte olan yaşlıca bir adam. Köpeğiyle Almanya’da yaşıyor, yalnız. Daha sonra aslında 30’lu yaşlarında bir kızı olduğunu öğreniyoruz.  Winfried’i, eski eşinin evinde işkolik kızı Ines’in (Sandra Hüller) doğumgününün erken kutlandığı bir günü takip ederken baba kızın aralarında belli belirsiz bir mesafe olduğunu fark ediyoruz.

İşkolik Ines artık Bükreş’te yaşamaktadır. Babası o günden sonra kızına sürpriz bir ziyarette bulunur. Bu ziyarette yaşananlar baba kızın ilişkilerini ve birbirlerine olan tezatlıklarını daha net hissetmemizi sağlıyor. Filmde hiç yeri olmasa da Ines’in çocukluğunda babasından yeterince sevgi görmediğini ve bir şekilde mükemmeliyetçi yetiştirildiğini hissediyoruz. Yaş kemale erince de Ines bu sevgisizliği ve mükemmeliyetçiliği bastırabilmek için işkolik ve soğuk bir kadın olup çıkmıştır. Öyle işkolik ve soğuk ki, iş yerindeki seksist yaklaşımlara tepki bile vermeyecek kadar “sistem insanı” olmuş durumda Ines. Fakat içinde kopan fırtınalar da hissediliyor. Kadın erkek ilişkilerinde de, arkadaşlıklarında da, iş arkadaşlarıyla olan durumunda da hep bir sakatlık seziyoruz.  Ines adeta yaşıyor olmak için yaşıyor, sanki bazı şalterleri kapatmış, aşırı yoğun çalışarak günü öldürüyor ve ertesi güne yine bir robot olarak devam ediyor. Günümüz kapitalist düzeninde, sokakta gördüğümüz üç kişiden biri aslında Ines ne yazık ki…

Kızının bastırdığı mutsuzluğu ve yalnızlığı fark eden, ve onun kadar mutsuz ve yalnız olsa da bunun çözümünü mizahta bulmuş olan baba, neredeyse rahatsız edici bir ısrarla kızının gerçeklerle yüzleşmesi, rahatlaması ve hayatını yaşaması için elinden geleni ardına koymuyor, sınırları aşıyor. Haydi Ines, diyorsunuz izlerken, babanın genlerinden sana hiç mi bir şey geçmedi, biraz rahatla!

Temelde bir baba kız ilişkisini ele alan bu trajikomik film, bir yandan kurumsal hayatın insanları nasıl da robotlaştırdığını bu denli yakın bir perspektiften anlatabilmesi adına çok değerli bir yapım. Uzun bir film ve diyaloglar çok bol fakat bir o kadar da zengin ve tatmin edici. Babanın da kızın da karakter çözümlemeleri çok derin ve oyunculuklar bu derinliği şahlandırmış.

Yönetmen Maren Ade, senaryoda yazarken Winfried’in Toni Erdmann oluşunu Amerikalı komedyen Andy Kaufmann’ın Toni Clifton karakterini üretmiş olmasından ilham alarak yazdığını söylüyor. Yönetmenin üçüncü uzun metrajı olan Toni Erdmann, bu sene Oscar yarışında en iyi yabancı dilde film adaylarından biri.

Yalnızlık, iletişimsizlik, aile bağları, birey olmak, toplumsal düzen, beklentiler, psikolojik bozukluklar ve yaşamla mücadele etme dürtüleri, biraz mizahın her şeyi ne denli değiştirebileceği üzerine komik, trajik, düşündüren, tatlı, değerli, çılgın, cesur bir film Toni Erdmann. 1976 doğumlu genç yönetmeni de takibe devam!

Not: Bu yazı popülersinema.com’da yayınlanmıştır.

Kabakçığın Hayatı/Ma vie de Courgette

Kabakçığın Hayatı film eleştirisini Popüler Sinema’ya yazdım

Ülkemizde geçtiğimiz haftalarda vizyon şansı bulan İsviçre, Fransa ortak yapımı stop-motion animasyon film Kabakçığın Hayatı(Ma vie de Courgette)’nı 2016 Antalya Film Festivali’nde izleme fırsatı buldum. Filmi “herhangi bir animasyon film” diyerek es geçmenizi önermem çünkü her şeyden önce Cannes’da “Yönetmenlerin On Beş Günü” bölümünde prömiyerini yapmış, İsviçre’nin ise bu seneki Oscar adayı olmuş bir yapımdan bahsediyoruz. İşin havalı kısmını geçecek olursak, es geçilmemesi gerektiğini düşünmemin bir başka sebebi bu 65 dakikalık kısa ama etkileyici filmin, başta da belirttiğim üzere bir stop-motion, hem de hikayesini anlatmakda son derece başarılı bir stop-motion olması. Bir üçüncü sebep ise hikayenin doluluğu…

Bilenler bilir ama yine de küçük bir bilgi geçelim. Stop-motion, objelerin (genelde kuklalar, oyuncaklar, oyun hamurundan yapılmış modeller) durağan her bir hareketlerinin tek tek kameraya fotoğraf şeklinde kaydedilip sonra bu fotoğrafların ardarda dizilip oynatılmasıyla sanki hareket ediyorlarmış gibi gösterilmesi tekniğidir. Yani, bildiğiniz deli işidir! Bu deli işi şahsen şapka çıkarttığım ve her örneğine aşık olduğum bir teknik. Stop-motion, Amerika’da gelişmiş olan çizgi filmin aksine, gölge oyunları ve kukla geleneğine sahip olan Orta Avrupa’da daha fazla kullanılmış bir teknik. Uzak Doğuda, özellikle Japonya’da da çok fazla kullanılıyor. Bu teknikle yapılmış animasyonların en bilindikleri ise Tim Burton imzalı Nightmare Before Christmas (Noel Gecesi Kabusu), Corpse Bride (Ölü Gelin) ile Frankenweenie, Adam Elliot imzalı Mary&Max, Henry Selick imzalı Koraline (Koralin ve Gizli Dünya)…

Haftanın önemli filmlerinden olduğunu düşündüğüm Kabakçığın Hayatı’na dönecek olursak, senaryosunu Tomboy’un yönetmeni ve senaristi Céline Sciamma’nın yazdığı bu Fransızca animasyon, Koralin gibi eğlenceli olduğu kadar karanlık ve depresif yanları da olan bir film.  Hatta Koralin’le benzeşen bir “yalnız çocuk olma” temasını da gözlemleyebiliriz filmde. Kabakçık (Courgette), 9 yaşında bir erkek çocuğunun takma adı aslında. Annesi aniden ölüyor ve Kabakçık bir yetimhaneye yerleştiriliyor. Polis memuru Raymond ise Kabakçık’ı çok seviyor, adeta uzaktan da olsa ona babalık duygularıyla yaklaşıyor. Fakat Kabakçık, annesini kaybetmenin ve yabancı bir mekanda, bilmediği çocuklarla olmanın mutsuzluğunu tüm mimikleriyle (hamur mimikler) seyirciye geçirmeyi başarıyor. Yetimhanede onunla ters giden bir çocuk da var, ondan çekiniyor ve kimselere güvenmiyor Kabakçığımız, oldukça içine kapalı. Kendi yaşlarında bir kız var, ondan çok hoşlanıyor ama bunu da belli edemiyor. Fakat bir süre sonra yetimhanede bazı olaylar cereyan ediyor ve çocuklar bu olaylar esnasında birbirlerine güvenmeyi, sevgiyi, dost olmayı öğreniyorlar. Aslında buradaki tüm çocukların terk edilme dahil olmak üzere pek çok travmaları var malum ve hepsi çok küçük, hepsi de yaşadıklarıyla baş etmeye çalışırlarken kader onları bir araya getirmiş. Bu birlikteliği avantaja çevirmek onların elinde.

Popüler animasyonlarda alışık olduğumuz bir tempoya sahip değil Kabakçığın Hayatı, hatta oldukça ağır bir tempoya sahip olduğunu söylemeliyiz. Sonsuz saygıyı hak etse de,  bir stop-motion olarak – madem kıyas ettik –  Koralin kadar etkileyici bir teknik görebileceğinizi de söyleyemem açıkçası bu filmde. Fakat hikayenin çarpıcılığı, çocuklar kadar büyüklere de temas eden, sosyal gerçekçi yaklaşımı, filmi benzerlerinden ayırıyor doğrusu.  Çocuklukta yaşananların bireylere etkisi, bu travmaları atlatırken çevre faktörünün önemi, anlaşılma duygusu, dostluk… Filmin sonunda Kabakçığın ve kankalarının büyüdüklerinde neler yapıyor olabileceklerini düşünmeden edemeyecek, polis memuru amcaya da sıkıca sarılmak isteyeceksiniz.

Babamın Kanatları

 

Bu sene de yerinde takip etme şansı bulduğum Adana Film Festivali’nde ulusal seçkide yarışan filmlerden Babamın Kanatları, festivalde izlediklerim arasında favorim olmuştu. Film  vizyona Türkiye genelinde sadece 17 salon bularak girmeyi başardı. (?!) Festivalde Yılmaz Güney Ödülü, en iyi erkek oyuncu (Menderes Samancılar) ödülü, en iyi müzik ödülü, en iyi kurgu ödülü, en iyi yardımcı kadın ve erkek ödülleri, SİYAD en iyi film ödülü Babamın Kanatları’nın oldu. Antalya Film Festivali’nde de yarışan film, bu festivalden de eli boş dönmedi, en iyi ilk film, en iyi yardımcı kadın oyuncu,  jüri özel ödülü derken adından sıkça bahsettirdi ve bunu da hak etti doğrusu.

Kıvanç Sezer’in ilk uzun metraj çalışması Babamın Kanatları. Senaryo da kendisine ait, gerçek bir haber kupüründen etkilenerek kaleme almış.  Karşısına çıkan haberde üniversiteli bir genç, bir yandan bir inşaatta çalışıyormuş ve maalesef o inşaatta can vermiş. İşçi ölümlerine dikkat çekmek istemiş Sezer de fakat fikri kafasında kurgularken içine dert olan durumu bir amca yeğen üzerinden anlatmayı tercih etmiş.

Filmde usta oyuncu Menderes Samancılar, İbrahim isminde bir inşaat ustasını büyük bir başarıyla canlandırıyor. Kanser olduğunu öğreniyor, fakat kendisi fakir bir şantiye işçisi sonuçta. Tedavi mi olsun, ailesini mi geçindirsin, bu halde çalışsın mı… Ölürse ailesine kim baksın… Canının ne kadar kıymeti var?  Bu soruların içinden çıkamıyor İbrahim bir türlü ve film bize bu içinden çıkılmaz hali büyük bir empati kurmamızı sağlayarak iliklerimizde hissettiriyor.

Tabii film işçi sınıfına ve işçi ölümlerine dikkat çekerken, sadece kaza sonucu olan ölümlere değil, maalesef  Türkiye’de sistemin çarpıklığı, hukuğun düzgün işlemeyişi, insan yaşamının değersizliği gibi meseleler sonucu  yaşanan facialara, ölümlere dikkat çekiyor ve bunu cesur bir anlatım diliyle yapıyor. Üstelik bu kadar ciddi ve kabullenmesi zor bir konuyu sinemaya aktarırken  seyirciyi sıkmadan, tempoyu düşürmeden, merak öğesini yüksek tutarak anlatabilmeyi başarıyor Babamın Kanatları, ki bence sırf bu yüzden büyük bir övgüyü hak ediyor. Günümüzde maalesef sanat/festival filmi, gişe filmi diye ayırımlar var ve genel sinema izleyicisi festivallerde yarışan filmlerin minimal, durağan anlatım dilinden dolayı onlardan uzak duruyorlar. Babamın Kanatları bir yandan sanatsal bir sinema duygusu verir, sosyolojik bir meseleyi masaya yatırırken, öte yandan her türden seyirciyi yakalayabilecek, dinamik bir atmosfer oluşturabilmeyi başarıyor film boyunca. Yoksulluk, insanın varolma çabaları, kapitalist sistemin adaletsizliği ve çarkların nasıl da döndüğü gibi hem toplumsal hem de bir yandan evrensel konulara değinirken, ırk, köken gibi konuların altını çizmemesi, yaşam mücadelesi deyince şu gökkubbenin altında hepimizin bir olduğunu, sadece “sistemin” insanları birtakım “sınıfsal” ayırımlarla böldüğünü göstermesiyle de son zamanlarda “Türkiye” sinemasında izlemeye alıştığımız birtakım filmlerden de ayrılıyor.

Musab Ekici isimli genç oyuncu da filmde İbrahim Usta’nın yeğeni Yusuf rolünü  büyük bir başarıyla sergiliyor. Yusuf karakteri filmin hikayesinde adeta omurga görevi yapıyor. Hem sisteme uymak zorunda hisseden, hem amcasını kurtarmak isteyen, çelişkiler yaşayan, büyük resmi görmeye çalışan,  iyi niyetli bir genç Yusuf. Onun kararları ve olayların akışını değiştirdiği anlar filmin hikayesini de başka bir yere taşıyor.  Filmin müziklerini, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’ndan Bajar grubu üstlenmiş, bu grup Kürtçe, Zazaca ve Türkçe folk rock müzik yapıyormuş, filmin müzikleri de ödül almayı hak edecek kadar orijinal ve başarılıydı doğrusu.

Az salonda gösterime girse de, yakaladığınız yerde şans vermenizi altını çize çize tavsiye etmek istediğim, hem sinematografik açıdan, hem senaryo, hem de oyunculuklar açısından tam kıvamında bir Türk filmi izlemek isteyenlerin hiç şüphe etmeden görmeleri gereken, sinemamızın gidişatı adına ümit veren bir ilk film.

Not: Bu yazı populersinema.com sitesinde yer almıştır.

Annelik Zor Zanaat!

Bad Moms vizyona girmişken, annelik yapayım derken çılgın hareketlerle aklımızda yer eden bazı karakterleri sıralıyoruz…

 


The Hangover’ın yaratıcıları Jon Lucas ve Scott Moore , 2013’te “21 And Over (Çılgın Doğumgünü) ’ı yönetmişlerdi en son. 21 And Over da Hangover benzeri bir filmdi aslında. Şu klasik Amerikan hardcore-komedi anlayışı…
Lucas ve Moore bu kez de Bad Moms için yönetmenlik/senaristlik koltuğunu paylaşmışlar ve film ay sonunda ülkemizde vizyona giriyor. Yapımcılığını Judd Apatow’un üstlendiği film yine Amerikan yapımı bir komedi malumunuz. Bad Moms’ın başrollerinde ise Leslie Mann, Mila Kunis, Christina Applegate ve Kristen Bell gibi parlak isimler var. Mükemmel anne olmaya çalışırken bu kadar çabadan bunalıp “kötü” anneler olmaya karar veren kadınların hikayesini anlatan film fragmanından anladığımız kadarıyla epey eğlenceli ve hareketli. 2014 ve 2015’te epeyce dinlediğimiz Nicki Minaj&David Guetta imzalı Hey Mama parçası da filme oldukça yakışmış gibi görünüyor.
Sinemada çılgın anneler diyince aklınıza kimler geliyor? Beyazperde’de izlediğimiz, akılda kalıcı anne karakterlerin bazıları bu dosyada:
Forrest Gump: Sally Field’ın canlandırdığı Bayan Gump kendisini koşulsuz bir biçimde oğluna adamış bir karakterdi. Forrest’ın üzerindeki etkisi büyüktü. Hatta film, o meşhur replikle başlar bilirsiniz: Annem her zaman, hayat her zaman bir kutu çikolata gibidir; şansına ne çıkacağını asla bilemezsin, derdi.”
My Big Fat Greek Wedding: Lainie Kazan’ın canlandırdığı Maria Portokalos aileyi birarada tutan güçlü bir kadın karakter, biraz da çatlak. Konuşma tarzıyla, hareketleriyle epey de sevimli ve akılda kalıcı bir karakter bu anne.
Edward Scissorhands: Dianne Wiest’in canlandırdığı Peg Boggs da epey ilginç bir anne karakteriydi hatırlarsanız. Bir rivayete göre ise, bu karakter filmin senaristlerinden Caroline Thompson’ın kendi annesinden esinlenilerek meydana getirilmiş.
Juno: Erken yaşta hamile kalan ve çocuğunu doğurmaya karar veren fazlasıyla genç anne Juno, bambaşka bir karakter değildi de neydi? Gerçi film erken hamilelik ve annelikle ilgili pek çok tartışmayı da beraberinde getirmişti ama bu Ellen Page’nin canlandırdığı bu karakterin çılgın ve özel biri oluşunu engellemiyor elbette.
The Incredibles: Holly Hunter’ın sesiyle can verdiği Helen Parr adlı çizgi karakter, yani Bayan Incredible, esneklik süpergücüne sahip Elastigirl adında bir süper kahramanken ailesini bir arada tutan muhteşem bir anne olma görevini de başarıyla yerine getiriyordu hatırlarsanız. Otoriter ve kuralcı bir yanı da yok değildi hani.
Baby Boom: 1987 yapımı romantik komedi filmde kariyer sahibi güçlü kadın Wiatt (Diane Keaton), bir anda ölen kuzeninin çocuğuna bakmak zorunda kalan bir ev kadınına dönüşmek zorunda kalıyor ve başına türlü işler geliyor elbette.
Motherhood: 2009 yapımı filmde başrolde sevilen oyuncu Uma Thurman var. Evlilik, iş ve kendi istekleri arasında sıkışan bir kadının domestik hayatta yaşadıklarını anlatan filmde Thurman iki çocuk annesi Eliza’yı canlandırıyor.
I Don’t Know How She Does It: Sarah Jessica Parker’ın Kate’i canlandırdığı film bir roman uyarlaması. 9 farklı ülkenin işlerini yürüten başarılı bir finans uzmanı olan Kate, aynı zamanda evli ve iki çocuk annesi fakat aslında işiyle evli ve ailesine yeterince zaman ayıramıyor. Olaylar gelişiyor. Filmin senaryosunu Şeytan Marka Giyer (The Devil Wears Prada)’i de sinemaya uyarlamış olan Aline Brosh McKenna kaleme almıştı.
Coraline: Ne muhteşem bir stop motion örneğiydi! Coraline ailesi tarafından ihmal edilen bir çocuk. Bir gün Alice gibi gizli bir geçitten geçiyor ve orada paralel bir hayat keşfediyor. Oradaki düğme gözlü insanlarda ailelerin çocukları ile çok ilgili olduğunu görüyor Coraline. Bu paralel hayattaki annesi Coraline’i kendileri ile birlikte sonsuza dek orada yaşamak üzere davet edince, Coraline bunu reddediyor ve olaylar gelişiyor diyelim ve size Coraline’nin korkunç annesi Beldam’ı hatırlatmış olalım..
Throw Momma from the Train: 1987 yapımı filmde Owen’a (Danny DeVito) hayatı zindan eden baskıcı anneyi Anne Ramsey canlandırıyordu. Owen, arkadaşı Larry (Billy Crystal)’ye çapraz cinayet teklifinde bulunuyordu eder, yani Larry, Owen’ın annesini, Owen da Larry’nin eski karısını öldürecek! Filmde ‘anne’ rolünü oynayan Anne Ramsey, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Akademi Ödülü’ne ve aynı dalda Altın Küre’ye aday gösterilmişti.

Not: Yazı cinedergi.com’da yayınlanmıştır.

Yazarlık, Editörlük Sinemaya Konu Olursa…

Yönetmenliğini Michael Grandage’ın üstlendiği Genius 10 Haziran’da ülkemizde vizyona girmişken, benzer türde filmlerden kısa bir derleme…

Yazar Thomas Wolfe ile editör Max Perkins’in arkadaşlığını konu alan Genius bu ay vizyona giriyor. Başrollerde Jude Law, Nicole Kidman, Colin Firth ve Guy Pierce gibi önemli isimleri görüyoruz. Look Homeward Angel kitabının yazarı Thomas Wolfe’u Jude Law, editör Max Perkins’i ise Colin Firth canlandırıyor. Perkins F. Scott Fitzgerald ile de çalışmış bir editör, dolayısıyla filmde Fitzgerald’a da yer var. Zaten Perkins, böyle usta yazarların kendi seslerini duymalarında büyük destek olmuş bir editör. Yönetmenliğini Michael Grandage’ın üstlendiği Genius, Perkins’in anılarından John Logan tarafından senaryolaştırılmış. 10 Haziran’da sinemalara koşalım derim! Benzer otobiyografik yazar/çizer tayfa filmlerinden aklıma gelenleri size de hatırlatmak isterim:
The Rum Diary : Ülkemizde 2012’de Tutku Günlükleri adıyla vizyona giren filmin yönetmenliğini Bruce Robinson üstlenmişti. Hunter S. Thompson’ın 1961’de yazdığı ve ancak 1998’de yayımlanabilen aynı adlı romanından uyarlanan film 1950’lerin sonunda Amerika’da yaşayan alkolik bir gazetecinin Porto Riko’da çıkan bir gazetede iş bulması, kendisini adanın özel içkisi Rom’a kaptırması ve başına gelenleri anlatan film, kendisi de bir alkolik olan Amerikalı yazar Hunter S. Thompson’ın aynı adlı yarı otobiyografik romanından uyarlanmıştı. Johnny Depp uzun zamandan beri romanı sinemaya uyarlamak istiyordu ve kendi yapım şirketini devreye soktu ve filmde aynı zamanda başrolde de oynadı.
Filmde bahsi geçen Gonzo gazeteciliği, Hunter S. Thompson’la özdeşleşmiş olan bir gazetecilik üslubu. Bu üslupta objektif olma iddiası yok, aksine alabildiğine sübjektif bir anlatım var. Thompson’ın alkole düşkün olması, bu üslubun alkol etkisi altında ortaya çıktığı izlenimini vermiştir. “Gonzo” sözcüğünün kökenlerinden birisi de alkolle bağlantılı imiş, çok içse de sızmayan, ayakta kalanlara denen bir lafmış bu.
I’m Not There – 2008’de Todd Haynes yönetmenliğinde izlediğimiz muhteşem film, bir yazar olmasa da bir müzik dehası olan Bob Dylan’ı anlatıyordu. Sanatçının hayatının farklı dönemlerini ve dönüm noktalarını ele alan film, Dylan’ın hayatının saklı kalmış dönemlerine ışık tutarken çok farklı oyuncuları Dylan’ı canlandırmaları adına kılıktan kılığa sokmasıyla konuşulmuştu.
The Diving Bell and the Butterfly: Ülkemizde Kelebek ve Dalgıç ismiyle 2007’de vizyona giren filmin yönetmeni Julian Schnabel. Film, Elle dergisi editörü Jean-Dominique Bauby’nin hayat hikâyesinden alınmıştır, kendisinin hatıraları dışında senaryoyu Ronald Harwood kaleme almıştır. Bauby felç hastalığına tutulmuştur, sadece sol göz kapağı oynamaktadır. Bu sayede basit sorulara evet-hayır karşılıkları verebilir. Bu, dış dünyayla tek bağlantısıdır.
Capote: 2005 yılında Bennett Miller yönetmenliğinde izlediğimiz Capote, Truman Capote isimli muhabir/yazarın hayatını anlatıyor. Filmin senaryosunu Gerald Clarke’ın romanından Dan Futterman uyarlayarak yazmış. “The New Yorker” dergisi için muhabirlik yapan Capote’nin dikkatini gazetesindeki bir makale çeker. Makale bir cinayet ve aynı aile mensubu dört kişinin öldürülmesi ile ilgilidir. Capote, derginin yazı işlerini de ikna ederek, olayı araştırmak üzere çocukluk arkadaşı Harper Lee ile beraber olayın geçtiği yere gider. Olay büyüdükçe Amerikan edebiyatının önemli eserlerinden “In Cold Blood” adlı romanın temeli de oluşmuş olur. Truman Capote’yi, genç yaşta kaybettiğimiz Philip Seymour Hoffman canlandırmıştı.
An Angel At My Table – 1990 yapımı filmin yönetmeni Jane Campion, yazarı Laura Jones.. Filmin baş karakteri Janet Frame, Yeni Zelanda’nın en ünlü, en tanınmış yazarı. Yoksulluk içinde büyümüş; bu da onun hikayesinin bir kısmını oluşturuyor. Film, aynı Janet Frame’in otobiyografisinde olduğu gibi üç bölümden oluşuyor. Yazar; çocukluk yılları, ergenlik yılları ve gençlik yıllarında üç ayrı karakterle canlandırılıyor.
Barfly – 1987 yapımı filmi Barbet Schroeder yönetmiş, senaryo ise meşhur yazar Charles Bukowski’nin, hatta başrollerinde Mickey Rourke ve Faye Dunaway’in oynadığı filmde Bukowski’nin bir cameo rolü bile var. Filmde alkolik yazar Henry Chinaski ve kendisi gibi toplumun dışına itilmiş bir alkolik olan kadın arkadaşı Wanda Wilcox’un bütün gün sefil bir barda geçen konuşmalarını, yaşam biçimlerini izleriz.

Not: Yazı cinedergi.com’da yayınlanmıştır.

Hatıraların Masumiyeti (Nisan 2016 Film Arası Dergisi İçin)

Bu sene !f İstanbul’un en güzel kısmı belgesellerdi sanki ve bu belgesel gösterimlerinin arasında kaçırmadığıma en çok sevindiğim  film Hatıraların Masumiyeti oldu. Bu sevincim filmin kendisini vizyondan önce izlemiş olmanın yanı sıra, gösterimin sonrasındaki söyleşileri kaçırmamış olmaktan ileri geliyor aslında. Film gösterimi sonrasında yönetmen Grant Gee filmle ilgili kısa açıklamalar yaptıktan sonra izleyicilerin sorularını yanıtladı. Bu bölümde Gee’den, dört sene önce o zaman çektiği belgesel filmle yine !f İstanbul’a davet edildiğini, bu sayede İstanbul’u ilk kez keşfettiğini , keşfederken de Orhan Pamuk’un İstanbul anılarını okuyarak sokaklarında gezdiğini öğrendik. İngiltere’ye döndüğünde, “bu gizemli şehirle ilgili bir film çekmeliyim ama odağım ne olmalı” diye sormuş kendisine bir süre. Bir gün bir kültür sanat dergisinde Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanındaki müzenin Taksim’de gerçekten açıldığını okuyunca, ne kitabı ne de müzeyi bilmemesine rağmen, tamam demiş, ben işte tam da  bunun filmini çekeceğim.

Hemen Orhan Pamuk’a bir e-mail yazmış ve durumu anlatmış. Tesadüf o ki, !f İstanbul’a geldiği dönemde bir soru cevap toplantısının moderatörü olan kişi Orhan Pamuk’un eski asistanıymış ve bu kişi Gee’nin önceki belgesellerini Pamuk’a izletmiş. Gee’nin tarzından hoşlanan Pamuk da bu projeye hızlıca onay vermiş.

Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, bu ödülden kazandığı parayla Masumiyet Müzesi’ni açmış, romanı adeta hayata geçirmişti. Pamuk aynı isimdeki aşk romanını 2008’de yazmış, müze ise 2012’de açılmıştı. Romanda yasak aşk yaşayan Kemal ve Füsun’un izinden gideriz. Kemal, Füsun’dan ayrılmak zorunda kalır fakat onun ardından yaşadıkları aşkla bütünleşen bazı nesneleri atmaz, saklar. Örneğin küpesinin teki,  ayakkabısı, içtiği sigaraların ruj izli filtreleri… Müzede sergilenen eserler 1950-2000 arası İstanbul hayatından toplanan eşyalardan oluşuyor, bu da bir yandan şehir kültürünün yakın tarihinin korunmasına katkıda bulunurken diğer yandan o yılların masumiyetini sembolize ediyor. Döneme ait sanat eserleri, videolar, fotoğraflar ve ses enstalasyonları ile güçlü bir nostalji havası esiyor müzede.

Türk olmayan, İstanbul’da hiç yaşamamış, sadece birkaç günlüğüne şehre misafir olmuş bir yönetmenin, “bir edebiyat eserinden yola çıkan bir müze” gibi biricik bir malzemeyi ele alıp, bunun üzerinden, şehri de odağına alarak bir film çekmeye karar vermesi, başlı başına bir cesaret işi. Böyle bir filmin içine ekleyeceği elementleri seçmek başlı başına önemli bir karar. Bunu kurmaca bir sinema filmi gibi değil de bir belgesel olarak çekme kararı da öyle… Zira romandaki aşk hikayesi kurmaca bir sinema filmine de dönüştürülebilirdi kolaylıkla. Fakat Gee zor olanı seçiyor ve bu belgeselde hem İstanbul’u, hem Orhan Pamuk’u, hem müzeyi, hem de romandaki aşkı anlatarak, hiçbirini yalnız bırakmayarak bunları harmanlamayı bir şekilde başarıyor.

İstanbul’un, Taksim’in arka sokaklarında gezerken kamera, anlatıcının gözü gibi dolaşırken yani, genelde atmosferde bir “kara film” edası var, zaten bu bölümlerde çoğunlukla İstanbul’un geceye dönen yüzüyle karşı karşıyayız. İlginçtir, Gee, gece vakti sokaktan kağıt toplayıp satanlara dahi kulak vermiş, onlara da İstanbul’un çehresini anlattırmış, kendi gözlerinden, deneyimlerinden…

Hatıraların Masumiyeti tür olarak en nihayetinde belgesel olarak geçiyor fakat izlerken bir yandan bir kurgu hikayenin içindeyiz. Anlatıcı ses, romandaki ana karakter Füsun’un komşusu olan Ayla. Gerçi burada, söyleşide sinema yazarı Melis Behlil’in de değindiği gibi Ayla’yı seslendiren kişinin İngiliz olması, Türkçe isimleri bile İngiliz aksanıyla söylemesi bizleri biraz rahatsız etti. Ayla’yı bir Türk sanatçı seslendirmeliydi diye düşündük. Soru cevap bölümünde Behlil’in bu konudaki sorusunu yanıtlayan Gee, filmin fonlamasının İngiliz Film Enstitüsü tarafından yapıldığını ve enstitünün tek koşulunun filmde geçecek oyuncu ve sanatçıların İngiliz ya da AB vatandaşı olmaları olduğunu, uzun bir süre Avrupa’da yaşayan Türk oyuncularla çalıştıklarını ama hiçbirinden istedikleri performansı alamadıkları için böyle bir yola gittiklerini anlattı. Filmin gösterileceği bazı ülkelerde seslendirme lokal olacakmış, yani farklı Ayla’lar olacak.

Filmin belgeselden uzaklaşan türüne geri dönecek olursak, Pamuk burada bu belgesele aslında müdahale etmediğini, bunun Gee’nin filmi olduğunu, kendisinin sadece kısa bir senaryo dokunuşunun olduğunu anlatıyor. Bu dokunuş da kurgusal olmuş tabii, belgesele bir hayat vermiş, can katmış açıkçası. Pamuk’un kaleminden çıkan hilaye şu: Füsun’un arkadaşı Ayla, eşiyle yurtdışında yaşadıktan yıllar sonra İstanbul’a, mahallesine geri dönüyor ve şehri de mahallesini de tanımakta zorlanıyor neredeyse. Kentleşmenin getirdiklerini anlatıyor bir yandan, bir yandan sokak aralarında dolaşırken anılarını yadediyor, öte yandan bize Kemal ile Füsun’un hikayesini anlatıyor usul usul. Bazen araya Kemal’in sesi giriyor, Füsun’a olan aşkını onun ağzından dinliyoruz.

Belgeseldeki bir cin fikir de çok hoşuma gitti. Şüphesiz bu filmin içinde Orhan Pamuk da var olmalıydı ve bize kitabıyla, müzeyle, ya da ülkenin durumuyla, kendi politik durumu ve duruşuyla ilgili bir şeyler anlatmalıydı öyle değil mi? Fakat kamera karşısına doğrudan röportaj için geçmiş bir Orhan Pamuk’u izlemek yerine Gee başka bir yöntem düşünmüş. Dar sokaklardan, esnaf lokantalarının önünden, evlerin köşelerinden geçerken dikkat etmiş ki dükkanlarda, evlerde, kahvelerde, her yerde bir televizyon mutlaka açık. O da Pamuk’a gerekli soruları yöneltip röportajlarını yaptıktan sonra bu röportajları belgeselde sokak aralarında gezerken karşımıza çıkan kahvelerin, lokantaların, evlerin televizyonlarına yerleştirmiş, bir sokaktan geçerken bir yandan Orhan Pamuk’un röportajıyla karşılaşmış oluyoruz adeta.  Bu da hem belgesele yine kurmaca bir özellik katmış, hem de klasik ve yer yer sıkıcı olabilen birebir röportaj mantığından uzaklaştırmış durumu…

Filmde Kara Kitap’tan ve Pamuk’un başka romanlarından da bahsediliyor. Genelde Pamuk’un romanlarından aşina olduğumuz melankolik atmosfer belgeselin her yerine sinmiş doğrusu. Fakat Gee aynı zamanda bir şehir portresi de çizmek istediğinden yer yer uzaklaşmış Pamuk’tan, yeri gelmiş Türkan Şoray’ı bir taksiye bindirip İstanbul’da gezdirmiş ve onun İstanbul’un çeşitli yerlerinde çekilen filmlerinin setlerini hatırlayıp bizimle paylaşmasını sağlamış, kah Ara Güler’e anlattırmış İstanbul’u.

Orhan Pamuk söyleşide bu kısımları kabul etmekte biraz zorlandığını, ama sonra bu filmin tamamen Orhan Pamuk’u ya da onun kitabını anlatmadığını, bunun Gee’nin filmi olduğunu kabullendiğini ve İstanbul’a ait sembollerin filmde yer almasının mantıklı olduğuna kanaat getirdiğini söylüyor söyleşide…

Belgeseli izlerken bazen fazla gelebiliyor bu odak noktaları, sanki Gee, İstanbul’a da, Orhan Pamuk’a da, kitabın hikayesine de, müzeye de haksızlık etmemek için hiçbir şeyden vazgeçememiş, fazla özen göstereyim derken belki de odağını biraz kaçırmış. Fakat en nihayetinde ortaya gerçekten lezzetli ve dolu dolu bir belgesel film çıkmış. “İstanbul böyle değil ki, yabancı işte, bizi hissedememiş, ortamı koklayamamış” gibi yorumlarda bulunmayı mümkün kılmamış başarılı yönetmen.  Film arte şirketi tarafından tüm dünyada çeşitli ülkelerde gösterilecek, ülkemizde de festivallerin yanısıra vizyona giriyor olması çok sevindirici, umarım olabildiğince çok seyirciye ulaşır. Son olarak Orhan Pamuk’un filmi kitaplaştırmaya karar verdiğini de sizlerle paylaşmış olalım. Romanın müzesi, müzenin filmi, filmin kitabı… Bu oyunlu haller şahsen pek hoşuma gidiyor.