Geçen sene İstanbul Film Festivali’nin Antidepresan bölümünde izleme fırsatı bulduğumuz keyifli film Club Sandwich’in yönetmeni Fernando Eimbcke de festival kapsamında ülkemizdeydi. Yakışıklı yönetmeni sorularımı yöneltmeden göndermemiştim, burada paylaşmadığımı farkettim, buyurun:
Melis Zararsız: Türkiye’ye hoşgeldiniz, ilk kez mi geliyorsunuz ülkemize, İstanbul’a?
Fernando Eimbcke: Evet, ilk kez.
Gezebildiniz mi?
Dün gece geldim o yüzden henüz gezemedim ama biliyorum ki harika bir şehir. Zamanım olacak ve gezeceğim. Hayat dolu bir şehir olduğunu biliyorum. Ben Mexico City’de yaşıyorum ve çok kalabalık bir şekir, 22 milyon insan var. İnsanlar bana soruyor neden orada yaşamaktan mutlusun? Çünkü hayat dolu. Burası da öyle gibi, kalabalıkları seviyorum çünkü yaşam var!
Son filminiz İstanbul Film Festivali’nde gösteriliyor.
Fernando Eimbcke: Evet, mutluyum.
Daha önceki filmleriniz de festivaller gezmiş ve ödüller de almış. Festivallere yaklaşımınız olumlu anlaşılan?
Geçenlerde bunu ekibimle de konuşuyorduk, festivallerin önemini, yönetmenin, oyuncuların farklı festivaller gezmelerini ve izleyicilerle kaynaşmalarını… Bu uzun süreli bir ilişki çünkü. Seyirciyle iletişim kurmak için her filmde çok çalışmalısınız. Ben daha önceki filmlerimde aslında bunun pek de farkında değildim, festivaller söz konusu olduğunda, keşke gitmesem de işime odaklansam diye düşündüğüm olurdu ama sonra farkettim ki festival gezmek de işin bir parçası hem de çok keyifli bir parçası. Dünyanın bambaşka yerlerinde insanların filmimle ilgili düşüncelerini duymak, anladıklarını, anlamadıklarını dinlemek, tüm bunları öğrenmek adına çok gerekli ve keyifli de…
Club Sándwich genç ve bekar bir anne ile 17 yaşındaki oğlunun ilişkisini konu alıyor. Siz bu filmin aynı zamanda senaristisiniz, bu fikir nasıl ortaya çıktı, neden böyle bir konu?
Fernando Eimbcke: Ben aslında bir kez daha bir gençlik filmi yapmak istemiyordum. Fakat baktım ki yine öyle bir şey yapıyorum, peki dedim, bunu kabul ettim. Bir ergen erkek karakter üzerine çalışmaya başladım. Bir sahne vardı yazdığım, annesiyle uyuyor ve gece ıslak bir rüya görüyor. Fakat konu bu değildi, yani anlatmak istediğim bunun üzerine kurulmayacaktı. Paula Markovitch bana bu ilişkide epik bir yan var dedi, ben bunu anlatmak istemiyordum aslında ama peki bu epik hikayenin peşinden gidelim dedik. Hikayeyi buna göre yazmaya başladım.
Annenin böyle bir karakter olmasını neden istediniz?
Fernando Eimbcke: Aslında başta böyle değildi ki… Başrol aktrisimi bulunca onun kendi tarzı bana fikir verdi. Tipik bir anne olmayacaktı.
Çok doğal bir oyunculuk var hem annede hem oğlanda. Bu sizin özellikle çok önem vererek arayıp durduğunuz bir şey miydi yoksa şansa karakterler çok mu doğaldı?
Başroldeki anne Mexico City’de çok ünlü bir aktris. Aynı zamanda bir yazar, soap opera falan yapıyor. Oğlanın ise ilk tecrübesi,o ilk başta bu filmde oynamak istemedi, pek umursamıyordu. Olabilir de olmayabilirde gibisinden. Fakat seçmelerde ve provalarda anne karakterler aralarında öyle bir kimya uyuştu ki, adeta birbirlerine aşık oldular.Kast direktörü de ben de böyle bir şey beklemiyorduk, çok mutlu olduk. Ben %100 ne istediğimi bilmiyordum, biraz da doğal gelişsin istiyordum, sonuçta kağıtta birtakım karakterler ama gerçeğe nasıl dönecekler. Aralarındaki bağ gerçek olunca çok rahatladım. Büyü gibiydi. İki karakter için de farklı isimlerle denedik, aynı kimya tutmadı. Bu bir büyü adeta.
Aşk gibi sanırım, niye olduğunu bilmezsiniz ama oradadır!
Fernando Eimbcke: Kesinlikle, biraraya getiriyorsunuz ve doğal gelişiyor.
Ergen karakterin rolü kolay bir rol değildi aslında ama sanırım utangaç olmayan bir çocuk.
Sormayın, bir gün evine gittim dedim ki senaryoyu okudun mu okumadım dedi. Peki ben sana anlatayım ben şu an ergen olsam senaryonun şu şu kısımları bana zor gelebilirdi dedim, mesela don giyeceksin, mastürbasyon yapacaksın. Ok sorun değil dedi. Şaşırdım. Peki dedim senin sormak istediğin sorular var mı? Evet dedi, Cumartesileri çalışıyor musunuz bir de yemek işini sette nasıl hallediyorsunuz.
Amma zeki çocukmuş!
Evet, bunları cevapladım ve tamam ben varım dedi, umurunda değildi. Çalışırken mesela, bak şimdi şey yapman gerekiyor filan derken ben, mastürbasyon mu tamam, falan diyordu, komik, cool bir tip.
Çok ilginç çünkü her zaman söylenir, karakterinin eşinden git yazarken diye, onun sesini duy derler, ben de evet peki tabii derim ama bu kez ne demek istediklerini gerçekten anladım çünkü ergen çocuğu yazayım derken anneyi duymaya başladım. Bu kez anne karakteri üzerine çalışmaya koyuldum, bekar anne olan arkadaşlarımla konuştum. Şu çelişki beni çok etkileri, 3 yaşlarında çocuğu olan her anne, çocuğunun ne kadar sevimli ne kadar mükemmel olduğunu anlatıp mutluluk saçarken ergen çocuğu olan her anne, kabus yaşıyorum, ne yapacağımı bilemiyorum, çok mutsuzum şeklinde hikayeler anlatıyorlar. Özellikle bekar anneler ve oğulları, çok özel ilişkiler. Yakın arkadaş gibiler, bu çok güzel belki ama pek de doğal değil. Çocuğunun en iyi arkadaşı sen olamazsın, sen annesisin, bu farklı. Arkadaşlarımın oğulları için nelerden feragat ettiğine şahit oldum. Sağlıklı değil ama yaşanıyor işte, demek ki bunun üstüne gitmeliydim. Yine bir gençlik filmi oldu, bu kez anne de genç, o da biraz ergen gibi, piercingi var, dövmesi var, rock müzik seviyor.
Anne oğul kaldıkları otelde ara ara kulüp sandviç yiyorlar. Filmin adı da “Club Sándwich”. Neden bunu seçtiğinizi anlatmak istiyor musunuz?
Fernando Eimbcke: Kulüp sandviç dünya çapında bir yemektir. Tatil yemeğidir. Asla evinizde kulüp sandviç yapmakla uğraşmazsınız. Her yerde bulunur ve güvenlidir. Gittiğiniz yerin yemeklerini bilmiyorsanız, emin olamıyorsanız, rahatlıkla bir kulüp sandviç söylersiniz. Ben aslında buradan yola çıktım. Anne oğul oteldelerken her şey kontrol altındaydı, risk yoktu, bu sandviç gibi risksizdi. Ama her şey böyle giderse mutlaka bir problem çıkar. Ne oldu bir kız çıkageldi ve her şey değişti.
Kameranız çok yumuşak ve statik. Hareket çok az. Bazı karelerde hiçbir şey olmuyor, bazen diyalog bile yok, anlar var. Minimali seven bir yönetmenim mi diyorsunuz, kendinizi böyle bir yere mi koyuyorsunuz?
Hayır, çünkü benim tüm filmlerimde hep birşeyler akmakta, hep bir olay var, birşeyler oluyor, hayat gibi. Hikaye bellidir ve olaylar olur. Bu bende farklı bir ritm, farklı bir ton ve üslup anlayışı. Minimal olduklarını düşünmüyorum filmlerimin. Lake Tahoe’da bir yolculuk var ve sürekli yeni birşeyler olur. Sadece farklı bir ritmi var filmlerimin, ben bu ritmi seviyorum. Bir anne oğul ilişkisine bakacaksam bence ritm ve üslup bu ayarda olmalı. Sakin, yumuşak… Aslında daha seksi, daha kamera hareketlerinin olduğu bir film yapmak istiyordum ama elimdekinin tek açılı, ağır bir kamera hareketi gerektiren bir hikaye olduğunu farkettim. Bir ara genç kız karakteri deli oldu. Diyorum ki ben şu an şu diyalogu alıyorum, sakın elini oynatma. Sakın hareket etme. Kız sonunda, siz benim rolümü istemiyor musunuz dedi, hayır dedim alakası yok, bu benim çalışma stilim. Bence yönetmen olarak filmin tonunun gardiyanısınız. Filmin bütününe yayılacak olan o tona hakim olmanız gerekir ki bence bu çok zor.
Filmin ritmi, üslubu demişken, bence filmin türü de kendine has. Komedi desek, öyle kahkaha attıran bir film değil, insan yüzünde hin bir tebessümle izliyor. Dramatik desek, aslında acı durumlar var ama asla dramatize etmiyor. Siz filminizi nereye koyuyorsunuz bu anlamda?
Fernando Eimbcke: Bilmem. Ben komedi seviyorum. Bence filmimdeki karakterlerin durumları epey komikti. Fakat ben “deadpan komedi” stilini seviyorum. Buster Keaton ve benzeri karakterleri mesela… Durum komedileri, o an, o ciddi an, daha komik oluyor. Bence hayat ta böyle. Gerçek hayatta da böyle büyük espriler yapanlardansa sakin ama zeki espriler yapan insanları tercih ederim.
Filmin sonunda izleyici olarak, “evet bunlar yaşandı ama hayat devam ediyor” mesajını alıyoruz sanki. Bu diğer filmlerinizde de hissedilen bir mesajdı. Siz gerçekten filmlerinizde hep bunu mu demeye getiriyorsunuz?
Evet, çünkü ben bir hikayeyi kapatmaktan, sona erdirmekten hoşlanmıyorum. Hayat hakkında büyük laf edip, “hayat budur ve böyle yapmalısın” diyen filmlerden de hoşlanmıyorum. Kim neyi bilebilir ki, ben hayat hakkında ahkam kesemem, bilemem. Bazı durumlar yaşanır, çelişkiler olur ve hayat devam eder. Ve yeni bir hikaye başlar her zaman. Hector ve annesinin hikayesi bitemez ki, filmin bittiği nokta aslında en zor anların başlayacağı nokta. Çehov’un “The woman with the little dog” isimli kısa öyküsüne bayılırım. Onun da sonunda fikir aynıdır, ne olacağı bilinmez ama şu kesin ki yeni bir hikaye başlayacaktır.
Başka hangi yazar ya da yönetmenlerden etkileniyorsunuz?
Fernando Eimbcke: Ozu’dan çok etkileniyorum. Filmlerimde kamera hareketleri anlamında etkilerini görebilirsiniz. Truffaut yine en sevdiğim yönetmen diyebilirim. Yeni yeni Jean Vigo’nun filmlerini keşfedip onlara bayılıyorum, mesela Zero de Conduite, ya da L’atalante. Zor bulunan filmler ve çok değerliler. Jarmusch da beni etkileyen yönetmenlerden…
Zamanında müzik klipleri yönetiyormuşsunuz, sonra uzun metraj filme geçmişsiniz, o zamanlardan hayaliniz bu muydu?
Aslen müzik benim için sinemadan daha önemlidir, müzik en sevdiğim sanat dalı. Çok uzun zaman çok iyi bir müzik dinleyicisi oldum, Jimi Hendrix’ler filan işte ve henüz yaşım da daha gençken, neden bu şarkıların görüntüleri olmasın diyip durdum, öyle başladım. Sinemaya yaklaşmam müzik sayesinde oldu, yoksa ailem sinefil falan değildi.
Hala müzik klipleri çekiyor musunuz?
Hayır, profesyonel hayata geçince o pek mümkün olmuyor, bir süre sonra plak şirketine bedava iş yaptığınızı farkediyorsunuz, müzik grubuna kıyak geçiyor olsanız neyse de plak şirketine bunu niye yapayım? (gülüşmeler)
Müzik sizin için bu kadar önemli ama filminizde hiç müzik yok. Fakat film aslında bir müzikle başlıyor, Pixies’in en güzel parçalarından biri Where’s My Mind, ama daha başka, daha yumuşak bir versiyon. Neden bunu seçtiniz?
Fernando Eimbcke: Dediğim gibi müziğe aşığım, filmi yazarken çok fazla müzik dinledim. Karakterlerimin ne tarz müzik dinleyen insanlar olduklarına çok kafa patlattım. Aktrisimle konuştum, “oğluna hamileyken sence ne dinlerdin?” Jimi Hendrix, Eric Clapton gibi isimler söyledi ve müzikal bir dünya yarattık onlara. Kurgu esnasında kurgucunun elinde Where’s My Mind’ın bu versiyonu da vardı, filmin proloğu gibi düşündüm, çok uygun geldi.
Gerçekten de bizi birşeylere hazırlar gibiydi, harikaydı. Filmde hiç müzik kullanmadınız, fakat başta ve bitişte bir şarkı var, bitişteki de farklı, böyle mutlu bir şarkı sanki…
Evet onlar bir hip-hop grubu, aslında çok daha sert müzik yaparlar, bu en sakin şarkılarıydı, bunu seçtim, evet mutlu bir şarkı… Normalde filmime müzik koymaktan hoşlanmıyorum , filmin modunu şarkıyla bozmak istemiyorum. İnsanları müzikle etkilemek… Bir kek yaparsınız, çok lezzetlidir, ama üstündeki kremayı çok koyarsanız kekin kendi doğal güzelliği kaçar, ben de sade, basit ve kendi halinde güzel bir kek yapmak istedim. Sessizlikle çalışmayı seviyorum. Havadaki ritmi, belki bir rüzgarın esişini… Bunları herkes farketmiyor ama ambiyansın kendi müziğini seviyorum. Müzik olmadan müzik yaratmak istedim.
Filmlerinizden biri Duck Season, siyah beyaz imiş, neden böyle bir tercihte bulundunuz?
Fernando Eimbcke: Epey komik bir film o ve filmin tonuna çok uyacağını düşündük, bence süper bir fikirdi, filme çok çok uydu.
Yeni projeler var mı?
Dünya kupası için sipariş edilen bir kısa film çektim, post prodüksiyon aşamasındayım. Futbolla ilgili, diyalogsuz bir kısa film, 31 farklı yönetmenden istendi, her gün biri yayınlanacak. Mexico’da aynı zamanda prodüktörlük yapıyorum, başka yönetmenlerin işlerine…
Kendi senaryonuz, filminiz?
Şu an bir fikir var kafamda, yazıyorum ama sevmiyorum şu an. Club Sandwich çok uzun zamandır çekmecemdeydi, zamanı gelince çıktı. İş ortağım bana der ki sen filmi seçmiyorsun, film seni seçiyor.O yüzden istedikleri zaman hayata geçerler.
Eklemek istedikleriniz?
Bazı izleyiciler sanat filmi diye yakıştırılan filmlerden korkuyorlar. İş arkadaşlarımdan biri demişti ki, sanat filmi-gişe filmi yoktur, iyi film-kötü film vardır. Herkesi filmime davet etmek istiyorum çünkü benim filmim hayata dair. Bence iyi de bir film. Korkmasınlar, izlesinler.
Teşekkür ederiz.