19. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali İzlenimlerim

Bu sene, yıllardan beri olduğu gibi yine Beyazperde.com olarak sponsorduk bu önemli festivale. Bu bağlamda konuklarından biriydim festivalin ve gitmişken hem izlemediğim güzel filmleri izlemek hem de birkaç röportaj yapmak niyetindeydim. Öyle de oldu.

Aslında bu festivalde herkesin merakla izlemek istediği birkaç filmi ben Cannes Film Festivali’nde izlemiştim. Bu yüzden programım herkesten biraz farklı olacaktı. Örneğin Haneke’nin Love‘ı, Fatih Akın’ın Cennetteki Çöplük‘ü herkesin ilgi ve merakla beklediği filmlerdi. Tüm basın bu filmlere koştururken ben farklı rotalar çizmek durumunda kaldım tabii.

İlk gün Fatih Akın’ın filminin galası ve söyleşisi vardı, ben ona gitmedim. Yeri gelmişken söyleyeyim, Fatih Akın, sevdiğim ve her yaptığını takip ettiğim bir yönetmendir. Bu belgeselin konusu da çok ilgimi çekmişti ama izlediğimde aradığımı bulamadım açıkçası. Konu önemli ve güzel, ve fakat ele alış biçimi ve tekniği açısından herhangi bir belgeselden farkı yok. Klasik, durumu göster röportaj koy, durumu göster röportaj koy sırasına uyulmuş. Konu ilginç olsa da, ve çekimler sürdükçe oradaki durum farklı bir hal alsa da – beş yıl boyunca çekimleri devam eden belgeselde Karadeniz’de Fatih Akın’ın doğduğu köyde yeni yapılaşma sonucu çöpe dönüşen bölge konu ediliyor ve bu geçen beş yılda tanık olunuyor gelişmelere elbette, bu anlamda değişik bir belgesel diyebiliriz – eninde sonunda çok standart bir belgesel olmuş. Belgeselin bir bölümünde Şevval Sam’ın, bir bölümüde ise Manga’nın bölgede verdikleri konserlerine yer verilmiş, bu da hem belgeselin Fatih Akın’sal yanı olmuş sanki, hem de durağan konuya bir hareket katmış fakat ben gene de bu belgeselde daha çok Fatih Akın tadı almak isterdim. Şu var ki, Fatih akın, projelendirdiği bu belgeselin her aşamasında yer almamış tabii, çekim ekiplerini yollayıp gereken görüntüleri almış, dolayısıyla o tadın alınmamasında bunun da bir payı olabilir elbet.

Madem Cennetteki Çöplük’ü izlemedin, o halde ne ettin derseniz, koşa koşa Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filmini izlemeye gittim derim size! Ne de iyi yaptım! 1965 yapımı bu filmi sinema perdesinde izlemek bir daha nasip olmayabilirdi. Çok enteresan bir film Sevmek Zamanı. Herşeyden önce Müşfik Kenter ve Sema Özcan o kadar genç ve güzeller ki! 1965 yapımı bir film için çekimler, mekanlar ve bu tarz seçimler gerçekten de Metin Erksan farkını ortaya koyuyor. Zengin kız fakir erkek aşkı hikayesine bambaşka bir noktadan bakan,  alışılagelmiş kötü baba figürü yerine anlayışlı baba gibi detaylarla benzerlerinden ayrılan film, her önüne gelenin filmine konu ettiği aşkı Fars Edebiyatı’nda sıklıkla karşılaşılan, Türk Halk Sanatı’nda ise tasavvuf felsefesi ile ilişkili olarak bahsedilen surete âşık olma teması üzerine kurmasıyla Türk sinemasında bambaşka bir yere oturuyor bana sorarsanız. Elbette diyaloglar bugünün dünyasında izlendiğinde komik, saçma olabiliyor ama hakkını teslim etmek gerek yakın zamanda kaybettiğimiz ünlü yönetmen Metin Erksan’ın.

Bu arada festivale dönecek olursak, şunu eklemeden geçemeyeceğim. Festivallerde ulaşım, konukların en önem verdikleri hadisedir. Özellikle büyük festivallerde konuk sayısı ve etkinlik yerleri fazla olduğundan, aslında işleri de zordur festival sorumlularının. Bazı festivallerde maalesef ulaşımın aksadığına çok kez şahit olduk. Hoşlanmadığımız durum ise ilgisizlik, asık suratlar ve çözüme kavuşturulamayan meselelerdi çoğu kez. Fakat bu sene Altın Koza Film Festivali’ni ulaşım organizasyonu açısından bin kere tebrik etmek istiyorum. Örneğin herkes Fatih Akın’a akın ederken ben otelimden çıkıp tek başıma, hiçbir basın görevlisinin gitmediği Sevmek Zamanı filmine gitmek istediğimi biraz da utana sıkıla söyledim, fakat o kadar büyük anlayışla, “ne demek, derhal” diyerek bana özel araba tahsis ettiler ki, ağzım açık kaldı. Özel araba ve servisleri kullanan kişilerin hepsinin de genç, üniversite öğrencisi, tertemiz, saygılı, kültürlü kişilerden seçilmiş olması dikkatimizi ayrıca celbetti. Kaldığım 5 gün boyunca ulaşımla ilgili tek bir sorun, tek bir asık surat, tek bir aksama görmedim. Hepsine buradan ayrıca teşekkürler.

Gelelim filmlere, Yeraltı‘nı İstanbul’da basın gösteriminde izlememe rağmen, hem filmi çok sevdiğimden, hem de film sonunda Zeki Demirkubuz söyleşisi olduğundan, koşa koşa yeniden izlemeye gittim. İyi ki de izlemişim, hem bu filmi gerçekten çok beğendiğimi teyid etmiş oldum (her film iki kez izlenmeli bana sorarsanız), hem de Zeki Demikubuz’un filmle ilgili, yönetmenlikle, edebiyatla, hayatla, insanlıkla ilgili söylediklerini kaçırsam çok üzülürdüm cidden. Tüm söyleşinin ses kaydını aldım aslında bir ara hepsini çözümleyebilirsem burada yer vermek isterim ama bir kısmı yaptığım şu haberde yer alıyor: http://www.beyazperde.com/haberler/filmler/haberler-53680/

Filmin ve/ya yönetmenin ödül alması gerektiğini düşünüyordum açıkçası. Bu arada ben Araf‘ı da İstanbul’da basın gösteriminde izlemiştim ama Araf beni Yeraltı kadar etkilemediğinden, onu da bir kez daha izleyeyim demedim açıkçası. Araf da, son zamanlarda izlediğimiz bir çok film gibi epey gerçekçi. Günümüz toplumunda görmeyi, üzerine düşünmeyi tercih etmediğimiz, önünden geçip gittiğimiz insanların hayatlarında aslında neler oluyor, bize bunu göstermek istemiş. Dışımızda kalan dar hayatlar çareyi nasıl yollarda arıyorlar, bunu göstermek istemiş. Ben oyunculukları başarılı buldum fakat film, her türlü şaşkınlık verici gerçekçi anlarına rağmen (düşük sahnesi epey zor izlenecek bir sahneydi-Haneke tarzı bir gerçekçiliğe doğru gidiyor sanırım Ustaoğlu) beğenimi kazanamadı. Herşeyden önce gene minimal tarzda bir film, diyalogdan çok anları yakın planlarda bize göstere göstere anlatmak, oranın kokusunu dahi duymamızı sağlamak istiyor yönetmen, buna saygım var. Fakat yine de filmde beni iten durumlar var. Amacı seyirciyi rahatsız etmek olan filmler izlemeye alışkınım ve çoğuna da bayılmışımdır, o da değil derdim. Derdim ne, diyemedim ama işte, bir olmamışlık hali…

Araf filminin gösterimi öncesinde ise Gözetleme Kulesi adlı filmi izledik. Pelin Esmer imzalı filmde Olgun Şimşek başrolde. Hikaye, mekanlar, diyaloglar, oyunculuklar, bence herşey yerliyerindeydi. Üstelik ilginçtir, Araf ile benzerlikler taşıyordu. Olgun Şimşek’in canlandırdığı karakter bir yana, gene genç bir kadının üzerinden takip ediyoruz hikayeyi ve bu kadın da aslında “araf”ta sıkışmış bir genç kadın. Gene dar hayatlar var, gene bizlerin yok saydığı görmezden geldiği hayatlara bir yakından bakış var, ama bu kez daha duygu dolu ve kesinlikle daha samimi… Yönetmen minimal bir anlatım tarzını da seçmemiş.  Bu kez bir düşük değil ama kendi kendine doğum görüntüsü var… (Adana’da iki filmin gösteriminin üstüste olması seyircilerde yeter, bir kadın daha doğurmasın artık tepkisine yol açtı şüphesiz.) Elbette bazı açılardan kıyaslanabilecek, bazı açılardan kıyaslanamayacak iki filmden bahsediyoruz ama kıyaslayabildiğimiz noktalarda benim tercihim kesinlikle Gözetleme Kulesi.

Festivalde yarışan bir başka film Yabancı idi. İsmiyle, oyuncularıyla, sinopsisiyle iddialı ve herkesin merakla beklediği bir ilk filmdi Yabancı. Fakat filmin çıkışında genelde gazeteci arkadaşlarımın filme karşı sert tepkileri ve eleştirileriyle karşılaştım. Yabancı, ailesi darbe zamanı Fransa’ya iltica etmek zorunda kalmış bir genç kızın babası öldüğünde onu İstanbul’a gömmek istemesi ve bu sebeple İstanbul’a ilk kez gelerek kendi bağlarını, kendi benliğini ve kim olduğunu bulmaya çalışmasını anlatıyor. Darbe zamanını mülteciler üzerinden anlatan bir film daha önce çekilmemişti bildiğim kadarıyla, bu anlamda benim ilgimi baştan çekti bu film. Sezin Akbaşoğulları da bence son dönemin başarılı kadın oyuncularından. Bu filmde de rolünün hakkını vermiş doğrusu. Fransızca bilmediği halde 1 ayda ezberlediği fransızca cümleleri hakkıyla dillendirebilmiş, üstelik bozuk Türkçe ile bile konuşabilmiş filmde. Özgür adlı karakterin ne Fransa’ya ne de Türkiye’ye ait biri olmadığı hissine kapılabiliyorsunuz izlerken gerçekten de… Filmin senaryosunda bazı aksaklıklar var, örneğin babasını gömmesi konusundaki bürokratik durumların üstüne gidilmemiş, tam konu bu derken, bir anda yarıyolda bırakarak bir aşk hikayesine odaklanmış gibi devam ediyor film ve o anlamda biraz hayal kırıklığı yaratıyor. Özgür dışındaki bazı karakterlerin de içi tam doldurulmamış aslında, neyi niye yaptıkları pek de belli olmuyor. Yönetmenle röportaj yaptığım için bazı sorularıma cevap aldım ama farkettiğim şey de o oldu, bence yönetmen/senarist, filmini bitirme aşamasına geldiğinde mutlaka yabancı gözlere de izletip üzerine uzun uzun konuşmalı. İnsan kendi projesinin içine girdiğinde, karşı tarafa geçirebildiğini düşündüğü bir fikri, bir duyguyu aslında geçirememiş olabiliyor, bu da iyi niyetle de olsa zayıf bir film sonucu veriyor. Yönetmen Filiz Alpgezmen ile yaptığım röportaja buradan ulaşabilirsiniz. Bence yine de, bir ilk film olması ve enteresan konusu ile dikkate değer bir film.

Festivalde bir ilginçlik de, içinde belgesel öğeler taşıyan kurmaca filmlerin fazlalığıydı. Erden Kıral imzalı Yük, Derviş Zaim imzalı Devir, maalesef izleyemediğim İnan Temelkuran imzalı Siirt’in Sırrı buna örnek filmler… Belgesel öğeler taşımayan Araf, Gözetleme Kulesi ve Lal Gece ise o kadar “gerçekçi” filmler ki, onları da bu manada ayrı bir klasmana sokmak mümkün. Anlaşılan yeni dönem Türk sinemacılarının “gerçeklik”le bir derdi var bu ara ve bize de bunu yansıtmak istiyorlar.

Festivalde izleme fırsatı bulabildiğim diğer iki film Yük ve Devir’di. İkisi de usta yönetmenlerin imzasını taşıyor ve ikisiyle de röportajım vardı. Fakat ikisinin gösterimi de üstüsteydi ve ikisini de izlersem röportajları yetiştiremeyecektim. Yabancı filminin röportajı için erken bir saatte Hilton oteline geldiğimde çok sevgili Yekta Kopan ile karşılaştım ve ona günün sıkışık temposu hakkında dert yanınca bana, e, çık yukarda video odasında izle istediğin filmi, vakit kazan demez mi? Koşa koşa Yük’ü seyrettim ve üç röportajıma da filmlerle ilgili yeterli bilgiye sahip olarak gitmiş oldum, tekrar teşekkürler Yekta! 🙂

Derviş Zaim’in sinemasını beğenirim. Gerçi Gölgeler ve Suretler ile Cenneti Beklerken hala izleyemediğim filmler arasında ama diğer tüm filmlerini ilgiyle, şaşkınlıkla izledim. Hepsi birşeyleri araştırmamı, okumamı da getirdi sonrasında çünkü sinemasını aslında kalem gibi kullanan bir yönetmen Derviş Zaim. Yan anlamlar kullanmayı, simgesel öğeleri, farklı kültürlere selam çakmayı, yani birşeyi gösterirken başka birşeyi demek istemeyi sever. Böyle gizemleri ben de severim ve öğrenmek isterim. Filler ve Çimen’de ebru sanatı, Cenneti Beklerken’de minyatür sanatı, Nokta’da ise hat sanatı var mesela… Bu kez belgesel tonu ağır basan bir kurmacayla, Devir ile karşımızda Zaim ve bize Burdur’un Hasanpaşa köyünde hala ölmemiş bir gelenek olan koyun yarışmasını izletiyor. Devir ismini biraz da hayatın döngüsü anlamında kullanıyor Zaim ve filmin başlangıç ve bitiş sahnelerinde gene bize hem keyifli bir seyirlik hem de yan anlamlarla dolu bir düşünce alemi hediye ediyor. Yönetmenle yaptığım röportaja buradan ulaşabilirsiniz. Fakat ya ben yönetmeni, filmden sonraki söyleşiden sonra yakaladığım için fazla konuşturamadım, ya da yönetmen artık filmlerini anlatmaktan biraz sıkılmış, anlayan anlasın, ben dipnot vermek istemiyorum gibi bir tavır sezinledim kendisinde. Haklıdır da elbet…

Son olarak yılların yönetmeni Erden Kıral ile yaptım söyleşimi. Yük filmi görsel açıdan gerçekten şahane. Maden ocaklarında yapılan çekimlerin her bir karesi gerçekten görülmeye değer bir seyirlik. İşin belgeselimsi kısmına gelecek olursak, maden işçilerinin çalışma koşullarına eğilmiş olması açısından da hem farklı hem de etkileyici bir film. Oyunculuklar konusunda da sıkıntım yok, özellikle Tülin Özen ve Nadir Sarıbacak’a hayran kaldım bir kez daha. Fakat filmin senaryosu ile ilgili ciddi sıkıntılarım var. Filmde bir gizem söz konusu açıkçası ama bu gizem filmde asla sonuca varmıyor, bize gerçeği göstermiyor, anla işte bile yapmıyor, adeta anlamazsan anlama diyor bize. Burada Yabancı filminde söylediğim şey geçerli sanırım, işin çok fazla içinde olan yönetmen ve senaristler, hikayelerini anlatabildiklerini düşündükleri noktada başka gözlerden yardım istemeliler. Gerçi Kıral bu kurgunun değiştirilmiş bir kurgu olduğunu, aslında filmin daha da gizemli olduğunu fakat çevresinin eleştirileri sonucu daha anlaşılır olması için düzelttiklerini söyledi, gene de bana yetersiz geldi. Filmin görüntü yönetmeni ve kurgu yönetmeni de çok başarılı isimler bu arada ve filmde ikisinin de etkilerini göreceksiniz. Ne olursa olsun, deneyimli yönetmen Erden Kıral ile söyleşmek çok keyifliydi, ondan çok şey öğrendim. Aslında keşke her yönetmenle konuşabilme fırsatı olsa sinemayla ilgilenen herkesin. Çünkü bence sinema, her ne kadar görsel işitsel tüm imkanlara sahip bir sanat olsa da, bir sanatçının iç dünyasındaki zenginlikleri, düşünceleri, hatta bazen dehayı göstermekte yetersiz kalıyor. Sanatçı ile konuştuğunuzda tüm sırlar ortaya çıkıyor aslında, ve ne büyük düşüncelerle, ne büyük emeklerle ne işler yaptıklarını anlattıklarında, etkileniyorsunuz. Elbette bu her yönetmen, her oyuncu için geçerli değil, herkes emeğini bir şekilde anlatır ama bu anlamda Erden Kıral’ın röportajda anlattıklarıyla beni birçok yönetmenden çok daha fazla etkilediğinin altını çizmek isterim. Yönetmenle röportajıma buradan ulaşabilirsiniz.

Tabii bu filmleri izleyip yönetmenleriyle röportaj yapayım derken izleyemediğim filmler oldu, Babamın Sesi, Şimdiki Zaman, Siirt’in Sırrı, Lal Gece gibi filmleri merak ettiğimle kaldım.

Gelelim yarışma sonuçlarına. Benim yönetmende ve en iyi filmde favorim Zeki Demirkubuz/Yeraltı idi. Bununla bağlantılı olarak da tabii Engin Günaydın en iyi erkekte favorimdi. Engin Günaydın ödülü İlyas Salman ile paylaştı, buna sevindim ama bunun dışında Yeraltı yarışmada kendine hiçbir yer bulamadı, bu konuda üzüldüm ve haksızlık olduğunu düşündüm.  En iyi film ödülünü alan Babamın Sesi’ni izleyemedim maalesef. Çok seven var, çok eleştiren var, sevse de ödül almasını eleştiren var… İzlemediğim için ne desem boş ve yersiz olur fakat eğer gerçekten de dendiği gibi politik olduğu için ve duyarlılık göstermek adına aldıysa bu ödülü, o zaman amacımızdan sapıyoruz demektir. Elbette politik sinema yapılmalı, sinema duyarlılığımızı göstermemizin de bir yolu olarak kullanılabilmeli ama bu gerçek anlamda “sinema” değerlendirmelerinin önüne geçip, örneğin Yeraltı gibi bir filmi görmezden gelmemizi sağlıyorsa, orada bir yanlış var demektir. Fakat tekrar söylüyorum, en kısa zamanda filmi izleyip tekrar yorum yapmak isterim, haksızlık etmek istemem.

En İyi Yönetmen ödülünü Pelin Esmer’in alması beni sevindirdi. Derli toplu, samimi film, başarılı ve çalışkan yönetmen. Sonuç belli: başarı!

Türkan Şoray Umut Veren Kadın Oyuncu Ödülü de Neslihan Atagül’e giderken, en iyi kadın oyuncu ödülüne de Nilay Erdönmez layık görüldü, bu seçimler de bana makul göründü.

En İyi Müzik ödülüne kimsenin layık görülmemesi ise epey tepki yarattı, bence de haklı bir tepki var. O zaman neden o kadar aday vardı ve o gece orada davetli bir şekilde ödül almayı beklediler? Ayıp…

Açıkçası festival jürilerinin yönetmen ve oyunculardan oluşması bana biraz saçma geliyor. Hele ki bu dönemin yönetmeni ve oyuncuları olduğunda, bence ister istemez, araya kıskançlıklar, ara bozuklukları vs girecektir. Örneğin Nuri Bilge Ceylan’ın jüri olacağı bir festivale Zeki Demirkubuz’un filmini göndermeyeceği aşikardır. Ferzan Özpetek de aynı dönemin yönetmeni. Ben kötü niyetten bahsetmiyorum ve kimseyi suçlamıyorum ama ister istemez insan meslektaşının yaptığı işe farklı bir gözle bakabilir. Uzun süredir yeni film çekmemiş eski ve deneyimli yönetmenler olsun desem, onların da yeni yönetmenler konusunda kıskanç olduklarını maalesef birebir tanıştığım bazı yönetmenlerden biliyorum. Dolayısıyla belki en deneyimli yapımcılar ve sinema yazarlarından oluşan bir festival jürisi çok daha sağlıklı kararlar verebilir.

Şimdi aklım Antalya’daydı ama maalesef geçireceğim bir operasyon dolayısıyla Altın Portakal’a gidemiyorum. Beyazperde.com olarak gene oradayız tabii ben eksiğim ama:)

Hayatınız festival gibi geçsin!