Utanç

Belki bin yıldır Bamyan vadisinde yer alan, binlerce Budist’in ziyarete geldiği Buda heykeli, Taliban’ın dinamitleriyle 2001 yılında yıkılmıştı. İranlı sinemacı ailenin en küçük üyesi Hana Makhmalbaf, filmini Afganistan’ın orta kesiminde, Kabil’in kuzeybatısında yer alan Bamyan’da çekmeye karar verir. Filmin orijinal adı “Utancından Yıkılan Buda”, Hana’nın babasının bir sözü üzerine şekillenmiştir. Taliban dinamitleriyle yıkılmış olsa da, o bölgede varolan vahşete tanık olan Buda’nın, aslen utancından yıkıldığı gibi bir metafor yapar baba Makhmalbaf. Utanç adlı bu film de böylece Hana’nın kafasında iyice şekillenir.
Oyuncularını Afganistan’da yaşayan yüzlerce çocuk arasından seçen Hana, filmde hiç profesyonel oyuncu kullanmamış. Buna rağmen özellikle filmin başrolündeki küçük kızın başarısı gerçekten görülmeye değer. Yakın plan, elde kamera ile çekilmiş sahneler, karakterlerle özdeşleşmemizi, gerçeklik duygusunu sonuna kadar hissetmemizi sağlıyor. Çekimlerde özellikle kullanılan bu amatör tad, günümüz Afganistan’ını anlatan filme belgesel niteliği veriyor ama bu film bir belgesel değil. Dramatik yapısı oldukça güçlü olduğu halde gerçekleri anlatmakta oldukça başarılı Hana Makhmalbaf.

Yıllarca Taliban ve sonra da Amerikalılar tarafından piyon olarak kullanılmış, özgürlüğünü ilan edememiş, sonunda kendi kaderine terkedilmiş, açlık ve sefaletle, zorlu coğrafi koşullarda ayakta durmaya çalışan bir halkın savaş psikolojisini çocukların üzerinden, onların oyunlarının içinden anlatmak gibi muhteşem bir yol seçmiş yönetmen.

Bamyan’da yüksek kayalara oyulmuş yerleri kendilerine mesken eden ailelerden birinin altı yaşındaki kızıdır Baktay. İlgisiz bir annesi ve küçük bir kız kardeşi vardır hayatında, bir de komşu oğlu Abbas. Baktay kız kardeşine bakmakla yükümlüyken Abbas okula gitmekte, ders çalışmaktadır. Alfabeyi öğrenmek için harfleri devamlı yüksek sesle tekrar eden Abbas’a özenen Baktay okula gitmeye karar verir. Artık tek amacı bir deftere sahip olmaktır. Bu noktadan sonra filmin dramatik yapısı iyice şekillenir.

Baktay o küçücük boyuna rağmen koca insan gibi yollara düşer, büyüklerin dünyasına girer ve itilir, kakılır. Defter alabilmek için yumurta satar, ekmek satar, başına bin türlü iş gelir ama o yılmaz. Gözyaşlarını başını kapayan örtüye siler ve yoluna devam eder. Erkek ve kızların okullarının ayrı olduğunu öğrenen Baktay, kız okulunu bulmak için yollara düştüğünde ise karşısına 5-6 adet erkek çocuk çıkar. Bu çocukların Baktay’ı içine aldıkları acımasız oyunlar, filmin en etkileyici sahnelerini oluşturur.

İlk oyunda çocuklar Baktay’a Amerikalıymış gibi davranıp saldırırlarken ikinci oyunda ise rolleri değiştirip Taliban casusuymuş gibi davranıp saldırırlar. Baktay’ın “bu savaş oyununu sevmedim” çığlıklarına karşı, “bu bir oyun değil” cevabını veren çocuklar, şiddetin ne boyutlarda olduğunu ve çocukların psikolojisini dahi ne derece etkilediğini gözler önüne sererler.

Savaş karşıtı diye geçinen ama izledikçe ne kadar yanlı bir bakış açısıyla işlendiğini ve kendi ülkesini aklama adına yapıldığını anladığımız onca filmden sonra, konuya bu şekilde yaklaşan doğulu bir film izlemek gönüllerimize su serpti. Fakat filmin sadece İstanbul’da tek bir salonda oynaması gerçekten üzücü, festivalde izlemiş olanlara ne mutlu, bu şahane filmi vizyonda izleme zevkini kaçıracak çok insan var maalesef.

http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1738

Mistik Olay

Bir filmin senaristi ve yönetmeni aynı kişi olduğunda o işin diğerlerine nazaran daha samimi bir iş olduğunu düşünüyorum. Shyamalan da bu konuda samimiyetine inandığım bir yazar/yönetmendir.
Bildiğim kadarıyla sekiz filmi var Hintli yönetmenin. Korku ve gerilim öğelerini kullanışı açısından Hitchcock’vari bir tat bıraktığı söylenir. Onlarca ödül almış ve herkes tarafından beğeniyle karşılanmış meşhur Altıncı His filminin yazarı da yönetmeni de kendisi… 2000 yılında doğaüstü bir gerilim filmi olan Ölümsüz’ü çekti. Ölümsüz, Shyamalan’ın klasiklerinden biri olarak kabul edildi. İşaretler, Sudaki Kız gibi filmleri de kah beğenildi kah eleştirildi ama illâ ki çok konuşuldu.

Mistik Olay, 2006’dan beri sesi çıkmayan Shyamalan’ın ilgiyle beklenen filmiydi. Gene karşımızda klasik bir Shyamalan filmi var diyebiliriz ve gene çok konuşulacağını öngörebiliriz ama film eleştirilmeyecek gibi de değil.

Mistik Olay, doğal afetlerin arttığı bir coğrafyayı ve dünyanın sonunun yaklaştığını hissettiren bir zamanı kendine dert eden bir film. Filmin atmosferinde baştan itibaren bir tedirginlik, belirsizlik, şaşkınlık duygusu hakim. Mark Wahlberg, gerçekten de anlaşılması güç olayların birbiri ardına geldiği hikayede şaşkın rolünü çok güzel giyinmiş üstüne. Zooey Deschanel de gizemli, neredeyse olaylarla bir ilgisi mi var diye şüphe uyandıracak kadar ilginç bir kadın rolünü başarıyla canlandırmış. Fakat uyandırdığı şüpheye şapka çıkartırken bir süre sonra senaryoda bu şüphelerin açığa çıktığı noktalardaki boşluklar ve basitlikler, izleyicide bir aptal yerine konma duygusu uyandırıyor. Filmde kimi zaman yer alan espri öğeleri de keza aynı şekilde… Gerilimin, gizemin dorukta olduğu anlarda, şakaya en son ihtiyaç olan zamanlarda öyle espriler yapılıyor ki, Shyamalan bunu bilinçli yapıyor, ortama sarkazm katmaya çalışıyor diyip geçmeye çalışsanız da düpedüz rahatsız oluyorsunuz.

Senaryo da yönetmenlik de kendisine ait olmasına rağmen, başta belirtmiş olduğum samimiyet duygusundan koparıyor bu filmde Shyamalan izleyiciyi. Doğal bir afet sonucu insanların kimyalarının değişerek intihar etmeleri konusu elde önemli bir bilezikken, özellikle senaryodaki anlamsızlıklarla ve bu denli özensiz çekilmiş olmasıyla film, Shyamalan bu, ne yapsa yeridir, dememizi bekliyorsa da çok şey bekliyor gibi görünüyor.

Filmin ikinci yarısında gerilimin arttığını, özellikle başrol oyuncularının doğal afetten korunmak için sığındıkları evin ve evin sahibesinin gizemli davranışlarının oldukça yerinde kullanıldığını ve seyirciyi ciddi ciddi gerdiğini söylememiz mümkün. Ama film adeta pasta dilimleri gibi bu şekilde bölünerek etki ediyor izleyicide. Ev sahneleri gerilim açısından iyiyken, yol sahneleri gereksiz espriler ve bir türlü bir yere bağlanmayan samimiyetsiz diyaloglarla can sıkıyor. Bu doğal afetin bitkilerle ilgili olduğunu anlayalım diye, olayın iki kez değişik parklarda meydana geldiğini öğrendiklerinde “Gene mi park? Hmm” gibi tamamen samimiyetsiz diyaloglar kullanarak Shyamalan ne gibi bir tat bırakmak istemiş bizde, gerçekten anlamak güç…

Mekanlar ve oyunculuklar başarılı, tedirginlik, şüphe öğeleri de iyi kullanılmış, bu açılardan, yeni bir Shyamalan filmini de kaçırmama dürtüsüyle, evet izleyelim ama söylemek gerekir ki büyük beklentileri karşılayabilecek bir yapısı yok filmin. Shyamalan’ın düşüşe geçtiğini söyleyen çok eleştiri vardı zaten 2006’dan beri, bu film de bu düşüşün bir parçası mı, öngörmek için daha erken belki. Ama bu son filmde üzücü olan, un varken, şeker varken, amaç helva yapmak değilmiş gibi bir his uyandırması.

http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1731

Gölge

Peyami Safa, Türk edebiyatının sayısız önemli isimlerinden biri olmakla birlikte, insan psikolojisinin derinliklerine giren romanlarıyla her zaman farklı bir yerde durmuştur. Şimşek, Sözde Kızlar, 9. Hariciye Koğuşu, Yalnızız gibi romanları hep bu türdedir. Selma ve Gölgesi de yazarın Server Bedi takma ismiyle yayınlamış olduğu bir roman olup, psikolojik çıkarımlarının yanında polisiyedir. Sinemaya veya televizyona aktarım konusunda çok iyi bir seçim olduğuna inandığım Peyami Safa romanlarından Selma ve Gölgesi, bu zamana kadar okumamış olduğum bir romanıydı, festivalde Gölge ismiyle sinemaya uyarlandığını öğrenmek, üstelik müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet Güreli gibi birinin filmi beyazperdeye aktardığını duymak oldukça heyecan vericiydi.
Gölge’nin bir kara film denemesi olarak lanse edilmesi, kara film seven biri olarak beni daha da meraklandırdı çünkü Türk sineması kara film örneklerine aç gerçekten de, üstelik bu coğrafyada, elimizde konu olarak oldukça uygun malzemeler varken…

Filmde iki erkek arkadaşın aşk yüzünden ne hallere düştüğünü sepya renklerde, klostrofobik, dumanlı, gizemli bir atmosfer içinde izliyoruz. Halim, Nevzat’ın Ankara’da yaşayan en yakın dostudur ve annesinin rahatsızlığı üzerine İstanbul’a gelmiştir. Nevzat tam da bu dönemde, çılgınlar gibi sevdiği bir kadınla evlenme planları yapmaktadır. Arkadaşı Halim’i, bu kadınla tanıştırmak onun için çok önemlidir çünkü gözleri kör olacak kadar aşık olduğunun farkındadır ve arkadaşının yorumuna ihtiyacı vardır.

Halim ise, duygusal bir şairdir ve evlidir. Arkadaşı Nevzat’ı bu kadar heyecanlandırmış olan bu kadını gerçekten merak etmektedir. Selma adlı bu kadın, gizemli kişiliğiyle olduğu kadar, çevresinde meydana gelen intiharların sıklığıyla da garip bir hikayenin konusudur adeta. Halim’le Selma’nın tanışması hem Selma’yı hem de Halim’i oldukça etkiler.

Selma, psikolojik sorunları olan ve erkeklerin ilgisinden çok hoşlanan, herkesin ona aşık olmasını isteyen, nerdeyse hasta bir kadındır. Çevresindeki intiharlar onun yüzünden mi olmuştur, yoksa o bizzat bir katil midir? Bütün şüpheleri üzerine çekmesine rağmen vazgeçilemeyen bir kadındır Selma.

Filmle ilgili daha fazla ipucu vermeyelim. Aslında tüm filmi de anlatsak, tüm ipuçlarını da versek izlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum çünkü her şeyden önce yarattığı atmosferle, dokusuyla, gerçekten değişik ve benzeri olmayan bir çalışma. Oyunculuklar biraz fazla tiyatral olmakla birlikte, etkileyici… Örneğin Selma rolünü oynayan Görkem Yeltan, kara filmlerin olmazsa olmazı “femme fatale” tiplemesini çok başarılı bir şekilde üzerine giyebilmiş.

İntihar, şüphe, kıskançlık, dostluk ve aşk konularını etkileyici bir şekilde işlemiş olan bu romanın sinemaya aktarılması da bir o kadar etkileyici olmuş, çünkü bu duyguların hepsi bize ait, insana ait duygular, zaaflar ve izlerken bunlardan etkilenmemek mümkün değil. Kitabı okumuş olanlar aynı etkiyi alırlar mı bilemiyorum çünkü roman uyarlamalarında genelde bir hayal kırıklığı yaşanır ama bence çok yönlü yönetmen Mehmet Güreli, Peyami Safa gibi nev-i şahsına münhasır bir yazarın romanını uyarlamak konusunda iyi iş çıkarmış. Nobel ödüllü Latin Amerika’lı yazar Gabriel García Márquez’in 1985 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan Kolera Günlerinde Aşk da, benzer biçimde bir riskti örneğin, çünkü Gabriel Garcia Marquez gibi önemli bir yazar, yıllarca filminin uyarlanmasını istemedi ve yönetmenleri geri çevirdi. Bunun sebebi de sinema sanatına her zaman mesafeli durmuş olmasıdır. Ona göre sinema izleyicisi tutsaktır, okur ise uçabilir… Sonunda Mike Newell onu kandırmış ve senaryoyu beyazperdeye uyarlamıştı. Uyarladı da bu işi kotarabildi mi tartışılır ama Peyami Safa bugün yaşasaydı, Gölge adlı bu uyarlamadan memnun kalırdı diye düşünüyorum. Festivalden sonra filmi vizyonda da izleyebileceğimiz haberi çok sevindirici çünkü böyle değişik çalışmalara ihtiyacı var Türk sineması izleyicisinin.
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1722

Sex and the City: The Movie

1998-2004 yılları arasında çekilerek TV’lerde boy göstermiş, günümüzde de hâlâ çeşitli kanallarda oynamakta olan meşhur Sex and the City dizisinin beyazperdeye taşınması, hiç şüphesiz akıllıca bir fikir. Her şeyden önce gişe anlamında, çünkü bu dizinin fanatiği olan kadınlar ve o kadınların yanlarında taşıyacağı erkeklerin sayısının bolluğu, gişe hasılatı açısından sonu belli bir hikaye gibi adeta…

Yapımcıları, dizinin nasıl olsa herkes ama herkes tarafından izlenmiş olduğundan emin bir tavırla, sinema filminde, dizinin başrolündeki bu dört kadını, bu dört kadının hayatına girenleri, çıkanları, olanları bitenleri bildiğimizi varsayarak, aceleye getirilmiş ve kolaya kaçılmış bir iş çıkartabilirlerdi. Ama film böyle olmamış, aksine, izleyicinin diziyi bilmiyor olma ihtimalini de göze alarak, ne bilenleri sıkacak ne bilmeyenleri şaşırtacak kadar yeterli bilgi vermiş her karakterle ilgili. Çok yerinde bir özet yapılmış. Hatta karakterlerin dizi boyunca başından geçen, yıllara yayılmış önemli olaylar, harika bir kurguyla, sanki bütün o bölümler sırf bu sinema filminin kurgusu için çekilmiş gibi kullanılmış. Gayet akıllıca… Hatta diziden bölümler, flashback açısından daha bolca kullanılabilirdi, çok da şık olurdu…

Diziyi izlemiş ve izlememiş olanların ayrılacağı birkaç nokta var sadece. Birkaç ipucu… Örneğin baş karakter Carrie’nin evlenmek üzereyken yanlış bir karar verdiğini anladığı bir ilişkisi, filmde dört arkadaş yemek yerken ve ordan burdan sohbet ederken lafın arasında geçiyor, ama biz diziyi izleyenler o ilişkinin her bir dakikasını sanki Carrie bizim arkadaşımızmış ve biz de onun yanında olanlara şahit olmuşuz gibi bildiğimizden, diyalogda geçen bir isim bile diziyi izlememiş olanlardan daha derin duygular yaşamamızı sağlayabiliyor. Evet duygular, zira Sex and the City, kanımca, dizisiyle de filmiyle de insanı duygulandıran nitelikte bir romantik komedi aslında.

Diziyi izlememiş ve filmi izlemek isteyenler için şöyle anlatalım o zaman. Her şeyden önce, filmin ismi genelde önyargı oluşturan cinsten… Tıpkı O..çocukları filminin adının yarattığı şüphe gibi bu filmin de ismini ilk duyduğumuzda sadece cinselliği konu alan bir senaryoyla karşı karşıya olduğumuzu sanıyoruz.

İsminin aksine çok farklı bir şeyi anlattığını savundum hep diziyi de izlerken:dostluk! Sex and the City, 20’li yaşlarının ortalarında tanışıp kaynaşan dört New York’lu kadının, şehirde yaşadıkları aşk, seks, hayal kırıklıkları, ölüm, yaşam, iş, kısaca hayata dair paylaştıkları etrafında dönen bir senaryoya sahip. Başroldeki dört kadından daha da başrolde olan, bir gazetede “Seks ve Şehir” isimli bir köşesi olan yazar Carrie’dir, diziyi de filmi de onun anlatımından, onun iç sesinden ve yazılarından takip ederiz. Genelde şehirde yaşamakta olduğu aşk ve arkadaşlık konularını köşesinde yazar…

Başlarına gelen olayları izlemekteyken biz, olay genelde Carrie’nin laptop’uyla bölünür ve onun çıkarımlarının kelimelere dökülüşünü izleriz. Genelde de “I couldn’t help but wonder…” (merak etmeden duramıyordum…) kalıbıyla başlar cümleleri… Dizide bazen bu çıkarımlar insanı sıkarken sinema filminde bundan kaçınmış olmaları da bence akıllıca olmuş. Film boyunca sadece sonlara doğru, gene aynı kalıpla başlamasını affedebileceğimiz bir makale cümlesiyle karşılaşıyoruz. Bu makale bölünmeleri olmadığında filmin esas anlattığının içine daha çok girebiliyoruz.

Bu dört kadın, ne olursa olsun asla birbirlerini bırakmıyorlar, hayatlarına giren her adam, hayatına, birlikte olduğu kadının yanında üç kadının daha gireceğini baştan kabullenmiş oluyor. Bu dört kadın, ne kadar kötü olaylar yaşarlarsa yaşasınlar, asla yalnız olmadıklarını her an hissediyorlar. Her şeyi paylaşırken birbirlerini eleştirmekten de kaçınmayan bu dört kadın, normalde kadınların kıskançlık duygusu yüzünden çok da fazla yakalayamadıkları dürüst dostluk denen şeyi gözler önüne sererek biraz da imrendiriyor. Evet bu kadınların arasında kıskançlık bile dürüstçe paylaşılan keyifli bir detay…

Kadın izleyicilerin imrendirdikleri şeyler, dostlukla sınırlı değil elbet. Seksist bir yaklaşım olacak belki ama bu filmi erkek izleyicilerin beğeneceğini pek sanmıyorum. Zira film, konusu dışında görselliği anlamında da tamamen kadın izleyiciyi kendine çekecek nitelikte hazırlanmış. New York’ta yaşayan ve maddi durumları belirli bir seviyenin üstünde olan bu dört kadın bir giydiğini bir daha giymiyor, marka olmayan bir şey giydikleri pek görülmüyor, Starbucks’a gitmek için dışarı çıktıklarında bile bir partiye gidermişçesine şıklar. Alışverişte sınır yok, en pahalı markaların rengarenk paketleri göz kamaştırıyor. Zaten bu dört kadının yedikleri göz kamaştırıyor, içtikleri göz kamaştırıyor, giydikleri göz kamaştırıyor, saçları göz kamaştırıyor… Kısacası görsel anlamda ışıl ışıl, rengarenk, şıkır şıkır bir film var karşımızda.

Sanatsal bir başarı, değişik bir kurgu, farklı bir anlatım bulmayacaksınız bu filmde. Diziyi biliyorsanız, bir bölüm daha izlemiş gibi olacaksınız, tabii birçok havada kalan olayın çözüldüğü, sonuca ulaştığı bir son bölüm belki de. Diziyi bilmiyorsanız, sizi hem güldürecek, hem duygulandıracak, hem de gözlerinizi kamaştıracak bir romantik komedi izleyeceksiniz. Yaz aylarına girdiğimiz şu günlerde sizi hoş tutacak nitelikte hafif, hoş bir parfüm hissi veren bir film…

http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1721

Hep Seni Aradım



Ülkemizde vizyona girmesi 4 yıl gecikmiş olan Hep Seni Aradım, 1996 yapımı L’Apartement filminin bir yeniden yapımı. Chicago’nun bir mahallesi olan Wicker Park, ana karakterlerin buluşabildiği tek nokta olarak anlamlı bir isim olmuş film için.

Gilles Mimouni’nin senaryosundan yola çıkılarak çekilmiş olan film, Lisa ve Matthew adlı iki gencin birbirlerine sırılsıklam aşık olmalarını fakat bazı gizemli sebeplerle ayrı düşmelerini, gene de birbirlerinden vazgeçemeyip iki yıl sonra kavuşmalarını anlatan bir aşk filmi… diyip bırakırsak, filme gerçekten haksızlık etmiş oluruz. Her şeyden önce yönetmen Paul McGuigan’ın filmin kurgusunu tamamen bir flashback harikası olarak oluşturması, filmi klasik bir aşk hikayesi olmaktan kurtarıyor, neredeyse bir gerilim havasına sürüklüyor.

Film seyirciyi ilk başta Matthew ile tanıştırıyor ve onunla özdeşleştiriyor. Gözlerinden belirsizlik, memnuniyetsizlik, kararsızlık ve şaşkınlık okunan Matthew, sevgilisine nişan yüzüğü bakmakta, sevgilisinin abisiyle ortak yaptıkları iş dolayısıyla Çin’e gitmek üzere hazırlanmaktadır. Takipte olduğumuz Matthew, hiçbirşey söylemese de onu takip edip onunla özdeşleşirken, “mutlu değiliz, bir problem var” hissini çok rahat alabilmekteyiz seyirci olarak. Bu konuda Josh Hartnett’ın oyunculuğuna söyleyecek hiçbir söz yok. Tanıştığımız ikinci karakter ise, gene oyunculuğundaki doğallığa şapka çıkartılacak olan Matthew Lillard, yani Matthew’in can dostu Luke. Daha sonra ise Matthew’un sevgilisiyle, sevgilisinin abisiyle ve iş ortaklarıyla tanıştırılıyoruz, çok da içli dışlı olmayarak…

Matthew’da hakim olduğunu hissettiğimiz çelişki/sorun/kararsızlık, adı her neyse, bir süre sonra nedenini belli ediyor. Matthew, geçmişi hatırlamaya başlıyor. Eski sevgili Lisa ile, Matthew’un hatıralarının içine girerek tanışıyoruz. Geçmişte kalan bir aşk hikayesi bize Matthew’un anılarından bölük pörçük olarak sızıyor. Bu bölük pörçüklük negatif anlamda değil asla çünkü bilinçli olarak boş bırakılan yerler ve sonra bu boşlukların doldurulması konusunda mükemmel bir puzzle oyunu oynuyor kurgu sayesinde yönetmen. Bu açıdan Michel Gondry’nin Sil Baştan’ıyla benzeştiklerini söyleyebiliriz.

Klasik bir aşk hikayesi gibi başlamışken, filmin son 40-50 dakikası, sert ve ani bir dönüşle, gizem dolu sahneler ve beklenmedik sürprizlerle koltukta doğrulmamızı ve labirentler içinden geçerek gizemi çözmek istememizi sağlıyor. Hitchcock’vari bir merak uyandırışla devam eden film, bazen röntgencilik öğeleriyle bize Arka Pencere‘yi hatırlatıyor. Paralel geçişler, geçmişe gidiş ve geri dönüşteki ustalık, özellikle başından sonuna kadar adeta bir süs gibi filme işlenmiş olan o kaleydoskop(çiçek dürbünü) tadı veren görüntüler, yönetmenin, daha önce çekilmiş olan bir senaryoyu kullanmış olsa da, kendi filmine kendi imzasını atabilmesini sağlamış… Bu anlamda yönetmenin film d’auteur olarak adlandırılan akımda oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

Tiyatral sahneler, filmde yapılan oyunlar ve gerçekliğe yapılan atıflar ustaca işlenmiş. Shakespeare cümleleri olsun, doğru ayakkabının doğru kıza tam oturup, yanlış kıza büyük gelmesi gibi Sindrella masalına yapılan göndermeler olsun, bu tarz alt metinler Hep Seni Aradım’a olağanüstü derinlik katmış.

Hep Seni Aradım’da, senaryo olarak bizi rahatsız edebilecek iki etmen var. Birincisi film boyunca rahatsızlık verici derecede fazla işlenmiş olan bir tesadüfler silsilesi. Genelde filmlerde tesadüf öğesi kullanıldığında seyirciye iki şık sunulmuş oluyor, ya filme kendinizi kaptırıp, film işte diyeceksiniz ve hatta hayatta da karşımıza çıkan tesadüfleri hatırlayıp, bunlara inanacaksınız, ya da bunu reddedip filmi saçma bulacaksınız. İkinci etmen ise filmdeki iletişimsizlik probleminin anlamsızlığı… Bundan 20 yıl önce yaşanmış bir olayı anlatıyor olsa çok mantıklı olacakken, iletişim çağında cep telefonundan mesaja internetten wap’a bu kadar olanak varken iki insanın aylarca aynı şehirde olup birbirlerine bir türlü ulaşamamaları, en basitinden birbirlerini cep telefonlarından bulamamaları pek inandırıcı gelmiyor. Şaşırtıcı tesadüflere bile inanıveriyor insan ama buna inanamıyor.

Her şeye rağmen oyunculuklardan kurguya, çekimlerden soundtrack’ine kadar mükemmele yakın bir filmle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Stereophonics’ten Maybe Tomorrow ile başlayıp, Coldplay’den The Scientist ile biten ve bu parçaların da müziği olsun sözleri olsun olaylara cuk oturtulduğu film, akıllarda uzun süre yer edecek cinsten.

http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1709

Münferit





İstanbul Film Festivali’ni takip ederken bir güne iki Türk filmi denk gelmişti. Biri Münferit, bir diğeri Gölge. İkisi de kara film (film noir) örnekleri olduğunu savunmalarıyla dikkat çekiciydi. Günün ilk yarısında Münferit’i izledim ve rahatsız olmuş şekilde salondan dışarıya çıktığımı hatırlıyorum. Evet, rahatsız olmuştum. Günün ikinci yarısında izlediğim Gölge’nin ise, başka bir yazının konusu olmakla birlikte, bir Türk kara film örneği olarak, üstelik bir edebiyat uyarlaması olarak oldukça etkileyici bir film olduğunu söylemeden geçmeyelim.


Münferit’le ilgili düşünmeye, filmle ilgili araştırma yapmaya devam ettikçe bazı taşlar yerine oturdu. Filmle birlikte beni takip eden “rahatsızlık, irrite olma” durumunun nedenini düşündükçe fark ettim ki film amacına ulaşmıştı. Her şeyden önce Münferit, gerçek olaylardan yola çıkarak yazılmış bir senaryoya sahip.

Yıllar önce Karabük’te meydana gelen “Telekulak Skandalı”nda küçük ve kırsal bir kasabada kadınların telefon konuşmalarını dinleyerek onları tehdit eden ve onlara tecavüz eden birkaç kişi, tutuklanmıştı. Tecavüze uğrayan 20 kadın, yaşadıklarını itiraf edip şikayette bulunmuşlar. Filmde ise üç tecavüz izliyoruz, ama o kadar gözümüze sokmak amaçlı çekilmiş sahneler ki bunlar, adeta 20 tanesini de izlemişçesine, yeter diyor bünyemiz, görmek istemiyor gözlerimiz…

Münferit, sistem içinde gözlerimizin görmek istemediği konuları karşımıza çıkarıp, gözlerimize kibrit çöpü sıkıştırarak, bizi rahatsız etmek isteyen bir film. Kara film demek için yeterli donanıma sahip mi tartışılır ama klostrofobik ortamlar yaratabildiği bir gerçek.

Filmde beni esas rahatsız eden şeyin ise Ali Erkazan’ın sıra dışı oyunculuk başarısı olduğunu itiraf etmeliyim. Televizyon dizilerinde babacan, sevimli, anlayışlı rollerde göre göre, hani neredeyse yanınıza gelse yanaklarını sıkabilecek kadar sempatik bulduğunuz bir oyuncunun, kadınlara tecavüz eden, onları hayal ederek mastürbasyon yapan, bir cinayeti gözünü kırpmadan seyredebilen soğukkanlı bir sapığa dönüşebilmesini bütün detaylarıyla izlemek beni büsbütün irrite etmiş olmalı. Oyunculuk demişken Ali Erkazan ve Mahir İpek dışındaki oyuncuların fazlasıyla tiyatral bir tat verdiklerini ve gereken doğallığı sağlayamadıklarını belirtelim.

Bu yazı tamamen kişisel deneyimler üzerinden bir yorum olarak başladığı için Münferit’i objektif olarak değerlendirmeye dönmek gerekirse, bir ilk film için oldukça iddialı ve sıra dışı bir yapım var karşımızda… Üstelik çürümeye yüz tutmuş olan sistemi eleştiren tavrıyla bazılarının canını sıkacak konuları ele alması açısından oldukça cesur, gişeye oynamak yerine sinemayı toplumsal konuları paylaşmak, konuşulmayanları konuşturmak için kullanması açısından oldukça ümit verici bir ilk film.

Türk sinemasının kara film örneklerine daha çok ihtiyacı olduğundan, bu filmin kara film özelliklerine daha çok yaklaşmasını beklemiş olsak da, konu itibariyle gene Türk sinemasında işlenmemiş bir konuyu ele alışı sevindirici. Sabun köpüğü filmlerin arasından sıyrılıp, gerçekten sizi düşündürecek, gerçeklerle yüzleştirecek bir film izleyip, salondan çıktığınızda başka biri olmak istiyorsanız, bu film size göre. Ama sinemayı sadece bir eğlence ve rahatlama aracı olarak görenlerdenseniz, uyaralım: rahatlamayacaksınız, rahatsız olacaksınız!

http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1703

Sokak Dansı


Dans öğesi üzerine oturtulmuş, üstelik daha önce çekilmiş bir filmin ikincisi gibi lanse edilen bir filmi izlemeye giderken önyargılar kaçınılmaz oluyor. Filmin doyurucu bir konusu olmayacağı, konunun dansların ve müziklerin üzerine yaslanacağını, daha önce çekilmiş olan filmi gereksiz yere devam ettirerek gişe yapma amacı güdüldüğü gibi önyargılar… Fakat Sokak Dansı muhteşem temposu, sevimli hikayesi ve ilk filmden bağımsızlığıyla bu önyargıları tamamen hiçe sayan bir film.

Her şeyden önce giriş sahnesinin inanılmaz etkileyici ve beklenmedik bir koreografiyle başlaması izleyiciyi filmi izlemeye başlar başlamaz aktif, mutlu, meraklı kılıyor. Daha sonra baş karakterimizin kim olduğunu anlıyor ve onun hayatında ilerlemeye başlıyoruz. Gencecik bir kız Andie. İllegal bir sokak takımının üyesi ve çok yetenekli bir dansçı. Ailesi yok, rahmetli annesinin en yakın arkadaşı ona göz kulak olmaya çalışsa da gençliğin de verdiği asi ruhla Andie ona zor zamanlar yaşatıyor. Onun gibi müthiş bir yetenek olan abisi, hayatını düzene sokması için dans okuluna girmeye Andie’yi ikna ediyor. Bu ikna öncesi abi kardeş dans pistinde hünerlerini gösterirler biz izleyicilere.

Andie okula girmeye hak kazanır ve hayatı değişir diyerek filmin ipuçlarını vermekten uzaklaşalım ama gene hatırlatalım ki Andie ile birlikte dans okuluna girdikten sonra da tatlı bir aşk hikayesi, meşhur gençlik atışmaları, grup olma, kendini karşındakinden üstün görme sevdaları, kişilik savaşları, dostluk gibi yerinde işlenmiş temalarla seyirci tamamen filmin içine çekilmiş oluyor. Bu aşamada filmin Fame adlı meşhur filmi ve diziyi hatırlatmadığını söylesek yalan söylemiş oluruz.

Seyirciyi içine çekecek kadar yeterli hafiflikte/ağırlıkta bir konusu olan filmin aslında düşündüren bir mesajı da yok değil. Sokak dansı yapanlar yaratıcılıklarını, kabiliyetlerini ortaya istedikleri gibi koyabilecek kadar özgürken bir okula giden ve düzenli olarak dans eden kişilerin, okul kurallarına, ders programlarına, diğer dansçılara uymak adına kendi kabiliyetlerini bastırma, yok sayma, unutma zorunluluklarını gözümüze soka soka veriyor aslında film. İnsanın aklına hemen Pink Floyd’dan We Don’t Need No Education (Eğitime İhtiyacımız Yok) adlı şarkının sözleri geliyor ister istemez. Bazı sanatlar, bazı özel durumlar, kalıplara sığmıyor, sınırlandırmaya gelmiyor.

Filmde karakterlerin üzerine pek gidilmediğini söylemek mümkün, en derinine girebildiğimiz karakter esas kızımız. Onun dışında sokak çetesindeki arkadaşlarını, okuldaki arkadaşlarını, onu koruyan ve kollayan anne dostunu, ve hatta onu dans okuluna girmeye zorladıktan sonra görevini yapmış bir Süpermen edasıyla ortadan kaybolan abisini düşünürsek, karakter çözümlemelerinde ciddi açıklar yakalayabiliriz. Fakat bu, filmin genel çizgisini bozmuş sayılmaz. Şahsen derinine en çok girmek istediğim karakter, dans okulundan arkadaşı Moose olurdu, zira henüz 17 yaşındaki bu müthiş yetenek, Michael Jackson’ın ayda yürüyüş hareketlerini de kattığı danslarının dışında, mimiklerini kullanma şekli ve genel oyunculuğuyla da, filmdeki kalabalık oyuncu kadrosu arasında dikkat çeken isimlerden.

Filmin final sahnesi de aynı giriş sahnesi gibi muhteşem bir koreografi seriyor gözlerimizin önüne. Filmi böyle atak noktalarla başlatmak ve bitirmek belki de yönetmenin en başarılı düşüncelerinden biri. Müzikler de insanı kıpır kıpır edecek şekilde seçilmiş. Hip-hop müzik dinleyenlerin çok da yabancı olmadıkları Missy Eliot, Scarface, T-Pain gibi isimler, filmin soundtrack’ini de öne çıkarmış. Karşımızda başarıyla kotarılmış, kıpır kıpır bir gençlik filmi var. Tadını çıkarmak lazım.

http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1681

Gece ve Pisiler

“ Gece, düzen güçleri uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamımızı düzenleyen tüm güçler uykudadır… Tüm kurumlarda insan her zaman erken yatmak zorundadır… Tarih boyunca bize, tüm kültürlerde karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi… Geceleri dünya, birbiriyle haşır neşir olmuş, özgür, meraklı insanların ruhuyla canlanır.”

Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü adlı kitabından yaptığım bu alıntı, bu hafta vizyona giren sevimli animasyon filmini anlatıyor adeta… Gece ve Pisiler adlı bu şirin animasyonda küçük Tim, yetimhanenin kurallarına göre erken uyumak zorunda kalan çocuklardan farklı olarak geceden korkmakta, gökyüzündeki yıldızların yansıttığı ışığı görmeden uyuyamamaktadır. Özellikle yıldızlardan birini kendi yıldızı olarak seçmiş, onun varlığının yarattığı rahatlıkla uyuyabilmektedir. Bir gece yıldızının kaybolduğunu farketmesiyle uykuları tamamen kaçar. Artık geceye dahil olmak ve yıldızını bulmak zorundadır.

Alice, Harikalar Dünyası’nı nasıl keşfettiyse, Tim de geceyi keşfetmeye başlar. Karanlığa ait bütün o esrarengiz olayların arkasında neler yattığını keşfederiz onunla birlikte… Onunla birlikte öğreniriz ki gecenin içinde günbatımı ve gündoğumu arasındaki olayların gerçekleşmesini sağlayan bir düzen vardır. Çocukların huzurlu bir uyku çekebilmeleriyle görevli kedi çobanı ve kediler, sokaktan gelen ve gece boyunca uyanmamıza neden olan sesleri, kaybolan cisimleri, uyurken saçlarımızın dağılmasını ve bunun gibi pek çok detayı sağlayan bir evren. Nocturna evreni…

2007 Barselona Film Ödülleri’nde ve 2008 Goya Ödülleri’nde “En İyi Animasyon” ödülünü almış olan Gece ve Pisiler, ülkemizde Türkçe seslendirilmiş olarak vizyona girdi. Çocuk seslendirmelerinde duymaya oldukça aşina olduğumuz Oya Küçümen, küçük Tim’e can vermiş adeta. Genelde orijinalini seyretmeyi tercih etsek de, bu kez bu animasyonda seslendirmeler oldukça yerinde…

Konudan bahsetmeye devam edersek, küçük Tim’in karanlık korkusunu vücutlaştırarak karşısına çıkarmak ve “korkmanız gereken tek şey korkularınızdır ve yüzleşmeden onlardan asla kurtulamazsınız” gibi anlamlı ve sadece çocuklara değil büyüklere de hitap eden bir mesaj vermek çok yerindeyken, bu konuyu görsellik ve efektler anlamında oldukça çocukça bırakmak, belki de bu şirin animasyonun tek handikapı olmuş. CGI tekniklerin kullanıldığı ve böylelikle çizim dünyasına ve çocuk kitaplarına daha yakın bir atmosfer sağlanmış olan animasyonda örneğin “karanlık korkusu” öğesi çok daha heyecan verici, hatta biraz yürek hoplatıcı ve ürpertici işlenebilirdi.

Yönetmen sanki çocukların filmden korkmasından korkmuş ve “korkunuzu yenin” derken kendi verdiği mesajı kendi uygulayamamış. Fakat çizimler, yaratılan atmosfer her şeye rağmen çok sevimli ve değişik. Oyuncak bebek gibi görünen değişik bedenli canlılar, etrafta 20. yüzyıl Avrupa’sını anımsatan kıvrımlı yapılar, loş ışıklı, sisli sokak lambaları oldukça orijinal… Biraz daha karanlık ve kasvetli olmaktan çekinmeselermiş, hani neredeyse Tim Burton tarzı bir gotiklik yaratılabilirmiş bu Nocturna evreninde…

Filmin yaratıcıları 30 yaşlarında genç yönetmenler. İzleyiciyi küçük Tim’le özdeşleşerek yolculuğa çıkaran modern bir hikaye yaratmakta, animasyon teknikleriyle masalsı kahramanlarını dünyaya getirmekte oldukça başarılı olduklarını söyleyebiliriz, fakat animasyon dünyasının bu denli sonsuz yaratıcılık imkanları sağladığı günümüzde izleyici olarak belki de bizim gözümüz pek kolay doymuyor ve daha iyi olabilirdi, daha etkili olabilirdi demeden edemiyoruz. Ülkemizde 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı haftasında vizyona girmiş olan Gece ve Pisiler, aynı hafta vizyona giren Horton’a kıyasla içinizdeki çocuğu hissetmek adına kesinlikle daha iyi bir seçim olacaktır.

http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1670

Kapan


Bir filmin yönetimi ve hikayesi aynı kişi ya da kişiler tarafından üstlenildiğinde o filmden daha çok şey bekleme ihtimali artıyor; çünkü belirli bir bakış açısıyla yazılmış olan herhangi bir film, başka bakış açılarına sahip bir yönetmenin elinde bambaşka bir şeye dönüşebiliyor, veya tam tersi… Bu iki ayrı bakışın beyazperdeye artı veya eksi olarak yansıma ihtimali olsa da, sonuçta günahıyla sevabıyla o filmin kime ait olduğu kafa karıştırabiliyor kanımca. Kapan ise, iki kişinin birlikte yazıp yönettikleri, bu bağlamda ne anlatmak istedilerse onu anlattıklarından emin olabileceğimiz bir yapıt.


Rodrigo Sopeña ve Luis Piedrahita filmde, daha önce Testere ve Küp filmlerinde işlenmiş olan, “canını kurtarmak için sana özel yaratılmış olan bu bulmacayı çözmek zorundasın” konusunu tekrarlamışlar. Başarılı işler çıkarmış olan İspanyol oyuncuların, bulmacayı çözmeleri için içine kapatıldıkları mekan gerçekten güzel kurgulanmış. Kurbanlar kurtulmak için odayı şekilden şekle sokarken kameranın bize sunduğu açılar çok yerinde olmuş, özellikle odayı bize kuş bakışı gösterdiği sahnede, oda adeta rubik bir küpe dönüşmüş. Renkler, mekanlar ve çekimler gerçekten özenli bir çalışma olduğunu gösterir nitelikte…

Avrupa filmlerinin düsturundan olsa gerek, böylesi bir konuya rağmen gerilim oldukça sakin bir boyutta kalmış, Testere veya Küp’teki gibi kalbi ağza getirecek anların olduğunu söyleyemeyiz. Hatta temponun düşüklüğü, filmi neredeyse sıkıcı bile kılmış zaman zaman. Bunun sebebi de konunun iddialı olması, böyle zekice kurgulanmış bir konunun daha hareketli, daha heyecan verici, daha yaşatırcasına işlenmesi gibi bir beklenti doğuyor aslında… Konunun değişikliği, matematik ve gerilim kelimelerini bir araya getiren bir filmi daha aklımıza düşürüyor. O da, Darren Aranofsky’nin 1998 yılında çekmiş olduğu Pi. Temposu gene Testere ve Küp kadar yüksek olmasa da, kullandığı müzikler, kurgu ve konunun işlenişi bakımından kesinlikle daha doyurucu bir izlenim sunan bu filmi düşündüğümüzde, Kapan’ın konusu gibi bir senaryoyu Aranofsky nasıl çekerdi diye düşünmemek elde değil.

Sonunun da sönük bir biçimde bitişiyle, elde olan bir hazinenin doğru işlenmediği duygusunu veren Kapan, her şeye rağmen değişik bir İspanyol sineması örneği görmek isteyenleri hayal kırıklığına uğratmayacak derecede titiz bir yapım. İlk uzun metrajlı filmlerini çekmiş olan Rodrigo Sopeña ve Luis Piedrahita’dan, yazıp yönettikleri filmden daha fazlasını beklemiş olsak da, umudumuzu kesmiyor ve yeni projelerini merakla bekliyoruz.
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1667

İkili Oyun



Sinema eleştirmenliği, amatör gözü – tamamen olmasa da – kaybetmeyi gerektirir. Bir filmi teknik açıdan, sinematografik açıdan, anlatım, dil, senaryo, yapı, oyunculuk açılarından, filmin sinema tarihinin içindeki yerini irdeleyerek vs vs vs incelemeyi gerektirir. Genel izleyici bir filmi sadece bir oyuncudan, bir müzikten, bir mekandan, bir aksesuardan dolayı izleyip etkilenebilirken/beğenmeyebilirken, eleştirmen, yönetmenin hangi sahnede hangi kamera açısını neden tercih ettiğini, ışığı nereye koyduğunu, oyuncuyu neden o şekilde çalıştırdığını düşünmek durumundadır ve bu çabalar esnasında bazen filmin ne demek istediğini veya alınacak o basit tadı kaçırır. Bu tanımlar her zaman geçerli midir, neye göredir, kime göredir tartışmaya açık ama İkili Oyun, ele aldığı konuyla ve bunu işleyişiyle, kendi adıma amatör gözü kaybetmeyen bir izleyici olmayı özleten, hatta düpedüz “amatör seyirci” haline getiren bir film oldu beni.
Bir genç kızın cinsel tecavüze uğraması ve adaletin mağdurun yanında ol(a)mayışı konusu etrafında dönen film, bu dönüş sırasında çembere birçok konuyu da dahil ediyor. İnsanı insanlığından çıkartacak denli hırs yaratan, yalanların prim yaptığı iş dünyası, paranın güç olduğu ve arkadaşlıktan aşka, patron-çalışan’dan akrabalığa kadar, ilişkilerin paranın varlığına göre ne denli değiştiği, aşkın sevginin içinin ne denli boşaltılabildiği, erkek egemenliği ve erkeğin dünyayı penisinin etrafında döndüğünü sanması, intikamın acı ve soğuk tadı, ailelerin “etraf ne der” kaygısıyla gerçekleri örtbas ederek evlatlarını yakmaları ve aile kavramının bile içinin boşluğu, adaletin bazen dünyada da yer bulması ve adalet denen kavramın bazen yalan söyleyerek de olsa elde edilebileceği, anlık zevklerin insanların hayatını ne hale çevirebileceği ve insanların bu dünyaya bin kez geliyormuşçasına rahat ve sorumsuz yaşamalarının bedellerini ne denli ağır ödeyebilecekleri, insanların sadece ve sadece kaybetme korkusu veya can korkusu olduğunda hatalarını kabul etmeleri, insafa gelmeleri, sözüm ona ders almaları, kadının fiziksel olarak güçsüz ama kişilik olarak güçlü yaratılmış oluşu, erkeğin ise fiziksel gücüne güvenip kişiliğini geliştirmeyi tercih etmeyişi… Kısaca hangi toplumda olursa olsun günümüzde değer yargılarının nereye gittiğinin belki de çok basitçe eleştirisi…
Olay örgüsünün doluluğu ve işlenen konuların önemi, filme, “kızın hayalinde canlandırdığı o gereksiz adam neden siyahtı, burada ne gibi bir gönderme var” gibi önyargılar yükleme ve yafta yapıştırmalardan uzak tuttu beni. Evet, düpedüz filmden etkilendim. Filmde bir adamın hatalar yapa yapa, vicdanıyla yüzleşe yüzleşe insan oluşunu bekledik, izledik. Filmde bir kadının çocukluğundan beri yaşadığı haksızlıklar sonucu kendini cezalandırması ve kendinden vazgeçmesi raddesinde, bundan vazgeçip, yaşadıklarının kendi suçu olmadığını kabullenip, geçirdiği travmatik olayların suçluların yanına kalmaması için savaşmaya karar verişini takip ettik. Filmde intikamı izledik ve neredeyse rahatladık. (Filmin şiddet, korku ve cinsellik unsuru içerdiği için 18 yaş sınırı getirilmesini ise aslında çok da anlamsız bulmuyorum, şunu söylemeliyiz ki yönetmen şiddet ve cinsellik içeren sahneleri çabucak es geçmemiş doğrusu…)

Filmi teknik açıdan incelemek gerekirse, yönetmenin seçtiği geniş kadrajların, iç açıcı mekan seçimlerinin, darmayan sıkmayan sahnelerin oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Nişanlı çiftin ilişkilerini bitirecekleri, deniz kenarına koştukları sahnede kulaklarımızın pasını alan Placebo- “A Song to Say Goodbye”, çok iyi bir seçim olmuş. Filmin soundtrack’i genel anlamda doğru seçimlerden oluşmuş. Oyunculuklar ise, filmdeki mağdur kız Angelina’yı oynayan Lauren Lee Smith ve onun çocukluğunu oynayan Katie Keating dışında çok etkileyici değil. Özellikle Til Schweiger’in bir türlü oturtamamış olduğu belli olan o ingilizce aksanı, bazen uzun ve derin diyaloglar esnasında gerçekten kulağı rahatsız ediyor.

İstanbul Film Festivali’nin şehrimizi kapladığı bugünlerde o kadar çok bağımsız filmle çevrelendik, o kadar değişik anlatımlarla karşı karşıya kaldık ve kalıyoruz ki, elbette katharsis’e ulaştırmayan filmlerin bolluğunda, Alman yapımı da olsa, bu film çok “Hollywoodvari” kaçabilir. Gene de şaşırtıcı konu açılımları, rahatsız eden ve düşündüren sahneleriyle kesinlikle haftanın başarılı filmlerinden.