Peki Şimdi Nereye?/Et maintenant on va où ?

 

Lübnan doğumlu güzel yönetmen Nadine Labaki, Peki Şimdi Nereye? (Et maintenant on va où ?) adlı ikinci uzun metraj filmiyle ilki kadar ses getirecek mi, gişe yapacak mı bilinmez ama bu kez daha politik ve iddialı konulara çomak sokuyor olduğunu söylemeliyiz.

Karamel, Beyrut’lu 5 kadının bir güzellik salonunda buluşarak konuştukları konuları beyazperdeye aktarıyordu renkli, esprili, samimi bir biçimde. Yönetmen bölgede yaşanan savaş sonrası olumsuzluğa rağmen filminde iyimser bir tablo çizmiş, acıları dillendirmemiş, sadece sinematografisiyle izleyiciye aktarmıştı ve film dünya çapında çok beğenilmişti.

Peki Şimdi Nereye’de güç gene kadınlarda! Bu kez Lübnan’ın küçük bir köyündeyiz. Müslümanlar ve Hıristiyanların birarada huzurla yaşadığı, fakat çıkacak en ufak bir dini kavgada savaş yerine dönmesi an meselesi olan topraklardayız. Nadine Labaki, görsel anlamda yine aynı başarıyı gösteriyor, bizi Lübnan’daki o küçük köye sokup adeta tozunu yutturuyor, kokusunu burnumuza kadar getiriyor… Teatral bir açılış yapıyor film, yasta olan siyah giymiş kadınlar kolkola girmiş, acılarını, çaresizliklerini, neredeyse yıkılmak üzere oluşlarını anlatan teatral bir dans gösterisi yapıyorlar. Sonra hızla karakterleri tanımaya başlıyoruz, fakat o kadar çok karakter var ve hepsi de o kadar başrole oynuyor ki, biraz yoruluyoruz. Labaki, köydeki Hıristiyan kadınlardan biri, kocası yok ve küçük çocuğuyla yaşıyor. Köyden Müslüman bir erkekle birbirlerinden hoşlanıyorlar (bunu da hayal şeklinde geçen şarkılı bir dans sahnesinde tam olarak anlıyoruz) fakat bu elektrik sadece hissedildiğiyle kalıyor.

Vizontele’yi aşırı derecede çağrıştıran bir küçük öykü aslında filmde huzuru bozmaya davetiye çıkaran konu oluyor! Muhtarın gayretiyle tüm köy halkı birleşip televizyon seyretmeye başlıyorlar ama haberlerde duydukları dini çatışmalar, gerginlikler, kavgalar, hatta ölümler, köy halkının huzurunu kaçırıyor ve birbirlerine düşüyorlar, ibadet yerlerine zarar vermeye, birbirlerine hakaret etmeye, itip kakmaya başlıyorlar. Tabii bu kavgaları çıkaran, agresifleşen hep erkekler. Kadınlar ise bir yolunu bulup erkeklerin dikkatlerini dağıtmak, böylelikle huzuru bozmamak istiyorlar ve birleşip planlar yapıyorlar. Bu planlarına köy papazı ve imamı da ortak olunca işleri pek de zor olmuyor.

Aslında tüm dünyada savaşların çıkmasının en büyük ve en aptalca sebeplerinden biri olan dini çatışmaları Labaki küçücük bir köyün üzerinden anlatarak, çözümünü de o küçücük köyün küçücük umutlarıyla halletmeye çalışıyor. Bu denli büyük bir okyanusta böylesi bir çaba naifçe görünse de, o meşhur denizyıldızı hikayesini hatırlarsak, aslında Labaki, elinden geleni yapıyor.

Filmde kadın dayanışması ve ince zeka ile örülmüş organizasyonlar söz konusu. Zira dünya tarihinde savaşları çıkaran hep erkekler ve savaşların sonucuyla yas tutan, kayıplarının acısıyla cebelleşen ise hep kadınlar. Peki kadınlar, erkeklerin birbirlerini öldürmelerini durduramazlar mı? Bu soru milattan önce 44 yılında Aristofanes tarafından sorulmuş aslında ve tek perdelik bir oyun olarak sahnelenmiş. Oyunda Yunanlı kadınlar savaş bitene kadar erkekleriyle cinsel bir münasebete girmezler. (Şener Şen’li Şalvar Davası misali…) Peki Şimdi Nereye de fikrini biraz buradan alıyor gibi fakat sonra kadın zekası ve çözümleri şeklinde birçok farklı oyunlar ekliyor kendi hikayesine… Keklere karıştırılan uyuşturucularla erkekleri sakinleştirmek mi istersiniz yoksa köye dansçı Rus kızlar getirerek hem adamların akıllarını baştan almak hem de kızlara casusluk yaptırmak mı? Tahmin edersiniz ki bu ve bunun gibi sahneler sonucu film aslında epey “komedi” janrına hizmet ediyor.

Fakat gerek esas konu olsun, gerek öykünün içinde yer alan gencecik bir insanın ölümü olsun, film aslında bir o kadar da dram yüklü! Karanlık tarafları çok fazla. Boğazınıza bir yumru oturtacak acıları da yaşatıyor film, işte Karamel’den de burada ayrılıyor, bazı gerçekleri suratımıza çarpıyor ve o acıyla bizi başbaşa bırakıyor yeri geldiğinde. Bir annenin evladını yitirişine ve savaş çıkmasın diye bu acısını bile içine atmak zorunda kalışıyla yüzleşiyoruz örneğin. Onun, dinine bile isyan edişiyle yüzleşiyoruz cesurca… Labaki’nin, köyündeki erkeklere avaz avaz bağırarak bu kavganın bitmesini isteyişiyle yüzleşiyoruz.

Film aslında birden çok şey anlatmaya çalışıyor ve hangi janrada durduğuna karar verememiş, yönünü şaşırmış gibi hissettiriyor bazen. Fakat bana sorarsanız Labaki filminin tonunun hem komik, hem acıklı, hem durağan, hem hareketli, hem şarkılı türkülü, hem acılı yaslı olmasını bilinçli olarak tercih etmiş. Ben bu filme hayat gibi diyorum, hayatın ta kendisinde varolan acı tatlı değişimler bu filme de doğal olarak yansımış sanki… Oyuncuların çoğunun profesyonel olmayışı da filme ekstra doğallık ve hoşluk katmış. Filmde çok fazla karakter olması ve hepsinin de güçlü karakterler olması, konuların da yoğunluğu sebebiyle yorucu ve gereksiz, üstelik filme hiç de haketmediği bir basitlik katmış.

Filmin sonu ise, adına da hizmet eden hoş bir espri gibi görünse de biraz naif, biraz hayalkırıklığı…Fakat ben Labani’nin gelişecek olan sinemasından umutluyum, meselesi olan, hem umutlu hem endişeli, yani hayat gibi filmler çekmeye devam edecek bana kalırsa güzel yönetmen, biz de keyifle izlemeye devam edeceğiz.

Buz Devri 4 : Kıtalar Ayrılıyor/Ice Age:The Continental Drift

Popüler filmlerin amacını aşarcasına devamlarının çekilmesi ve yerli yersiz 3D’ler can sıkmışken, Buz Devri (Ice Age)’nin dördüncü devam filminde gözlüklerimizi takmış bekliyoruz. Fakat o da ne? Yanlış filme mi geldik? Simpsons karakterlerinin en küçüğü ve en sevimlisi Maggie’nin 4 buçuk dakikalık bir kısa filmiyle yapıyoruz açılışı. Espri çizgisiyle her zaman daha çok büyüklere hitap etmiş olan Simpsons komedisi, bu kısa filmde de yarı gizli ve çok zeki esprileriyle bizleri kırıp geçiriyor, gözlerden yaş getiriyor. (The Longest Daycare isimli bu kısa filmi David Silverman yönetmiş ve filmin tüm dünyada Buz Devri’nden önce izlenmesi planlanmış.)

Bu kahkaha dolu kısa filmin enerjisiyle Buz Devri 4 : Kıtalar Ayrılıyor’a devam edecek olmak hiç fena değil doğrusu. Zira Buz Devri, her ne kadar daha çok çocuklara hitap eden bir çizgi film olsa da, kimi esprileriyle başından beri direkt olarak büyükleri de hedefleyen bir proje. Simpsons kadar iddialı, eleştirel ve mesafeli değil, çok daha sıcak, iyimser ve bizden bir hikayesi var ama mizah duygusu açısından çıtası her zaman yüksek oldu.

Film, sevimli kahramanımız Scrat’le açılıyor, efsanevi palamudunun peşinde gene şanssızlıklar ve sakarlıklarla dolu bir şekilde yoluna devam ederken, başına gelenlerin sonucunda artık kıtalar birbirinden ayrılmaya başlıyor. Artık ailesini kurmuş, hatta ergen bir kız çocuğuna sahip olmanın dertleriyle cebelleşmekte olan mamut Mammy (Ali Poyrazoğlu), kara parçalarının kırılıp birbirlerinden ayrılmaları sonucunda ailesini gözden kaybeder. Her zamanki gibi yanında en iyi dostları Sid (Yekta Kopan) ve Diego (Haluk Bilginer) vardır elbette… Ergen kız çocuğu Şeftali (Ecem Uzun) ise babasından ayrılmadan az önce onunla tartışmıştır, bunun için de pişmanlık hissetmektedir. Adeta tüm olanların sorumlusu o’dur ve suçluluk duymaktadır. Ama bir yandan aşıktır ve aşkı için dostunu bile görmezden gelecek kadar “ergen”dir. Diğer tarafta Manny ise ailesine yeniden kavuşabilmek için zorluklarla mücadele etmektedir.

Filme bu açıdan yaklaştığımızda aslında yeni hiçbir şey yok gibi, mesela senaryo açısından, “ailenin önemi” teması gene elden bırakılmış değil. Diğer yanda “dostluk” teması da her zamanki gibi hakim. Bu anlamda, çocukları hedef almış mesajlar ve o anki durum sert olsa da, onları korkutmayan, yumuşak geçişler konusuna her zamanki gibi özenilmiş. Fakat film elbette bu kadar değil. Herşeyden önce, neredeyse, 3 bölümdür alışageldiğimiz ve derinlikli çözümlemeler sayesinde yakından tanıdığımız karakterler kadar önemli ve derin yeni karakterler mevcut dördüncü bölümde. Bir tanesi Sid’in büyükannesi. Sid’in ailesi kısa bir süre için ortaya çıkar ve bunamış büyükanne Granny’i (Ayşe Tunaboylu) Sid’e bırakıp giderler. Amaçları ise biri bunak biri tembel bu iki işe yaramazdan kurtulmaktır. Halbuki bu macerada belki de işe en çok yarayan iki kahraman Sid ve büyükannesi olacaktır!

Bir yeni ve etkileyici karakter ise Kaptan Kart (Fatih Özacun)! Bozuk dişli, karizmatik ve kötü maymun Kart, buzdan yapılmış gemisiyle kendisini denizlerin korsan hakimi ilan etmiştir, üstelik gemisinde birbirinden renkli bir sürü karakter daha bulunmaktadır. Manny’nin arkadaşlarıyla birlikte ailesine kavuşma planlarına balta vuran Kaptan Kart ve tayfası, gene de iyiliğe yenilecektir şüphesiz. Üstelik bu karakterler farklı ve hoş yan hikayelere de yol açıyor yeni filmde. Örneğin korsanın tayfasında, daha sonra iyiliği ve doğru yolu bulacak olan bir karakter, Diego’nun kalbine girmeyi de başaracaktır: dişi, akıllı ve atak kaplan Shira (Ezgi Bakışkan).

Bu ve bunun gibi pek çok renkli karakterin yanısıra görsel anlamda gelişmeler de belli ediyor kendini filmde, her yeni Buz Devri’nde daha da iyi olan bir animasyon tekniği izliyoruz, Blue Sky bu anlamda kendini aşmaya devam ediyor diye düşünüyorum. Özellikle Scrat’in olduğu sahnelerde, bu sevimli yaratığın hem surat ifadeleri, hem eğilip bükülmeleri, uzayıp kısalmaları, çatlayıp patlamaları, ezilip büzülmeleri ve tüm bu manipülasyonlar 3D CG animasyon tekniğinin en iyi kullanımlarıyla meydana geliyor şüphesiz.

Son olarak bahsetmem gereken “yerel” bir durum da var. Altyazı dublaj çevirmenliği okuduğum için özellikle dikkat ettiğim bir konudur, Buz Devri’nin her bölümünde, dublaj çevirileri şahane olmuştur. İngilizce animasyon bir filmin Türkçe dublajı öyle zor iş ki, hem çevirmen, hem dublaj sanatçısı için. Dudakları uydurmak, şarkıları Türkçe’ye çevirmek, esprileri bizim kültürümüze uygun hale getirmek ve tüm bu güçlüklere rağmen güldürmeyi başarmak! Bu konuda gayet vasat ve günü kurtaran işler de görüyoruz ama Buz Devri, çeviri anlamında aştığımız bir nokta bence. Türkçe’de kullandığımız güncel esprileri filmin içine bu denli yedirebilmek (filmde “Oğlum bak git!” esprisi bile mevcut, hem de cuk diye oturmuş!) her babayiğidin harcı değil. Buradan hem çevirmenleri, hem de dublaj sanatçılarını teker teker kutluyorum!

Sonuç olarak Buz Devri 4’ün çok da büyük bir farkı yok diğerlerinden. Gene iddialı ve büyük sözler söylemiyor, küçük seyircileri üzmemek, korkutmamak için gereken özeni koruyor, hatta belki bu konuda biraz daha cesur olabilirler artık! Scrat bildiğimiz Scrat, Sid, bildiğimiz Sid. Ama işin ilginci, taa 2001’den beri hayatımızda olan Ice Age kahramanlarının samimiyetine o kadar inandık, onları o kadar çok sevdik ki, sanırım Ice Age 10 bile çekilse, “yeter artık, bu kadar da ticari iş yapılır mı” diye onları eleştiremeyip, salonlara koşacağız! İster çocuğunuzla, ister içinizdeki çocukla, gidin bu neşeli animasyona, kaçmaz!

Can Yoldaşım/Darling Companion

Can Yoldaşım (Darling Companion) ilk bakışta oyuncu kadrosu ile dikkati çeken bir romantik komedi. Diane Keaton, Kevin Kline, Richard Jenkins, Dianne Wiest isimlerinin biraraya gelmesi bile izleyicide güven oluşturan bir durum bana sorarsanız.

Aslında filmin yönetmeni de, güven duygusuyla sırtımızı yaslayıp filmi izletebilecek bir isim: Lawrence Kasdan. Her ne kadar son filminin üzerinden epey yıllar geçmiş ve kendini hafiften unutturmuş olsa da, yaptığı işlerle saygı uyandırmış bir yönetmen o. 80’li yıllardan beri senarist olarak da yönetmen olarak da güzel işlere imza atan Kasdan, en son 2003 yılında Düş Kapanı (Dreamcatcher)’nı yönetti. 2010 Titanların Savaşı (Clash of the Titans) filminin de senaristlerinden biriydi.

Şimdi bir aile romantizminin içine sokuyor bizi Kasdan, eşiyle birlikte yazdığı hikayede… Romantizm dediysek, aslında orta yaştan yaşlılığa geçiş yapmakta ve mutluluk pırıltılarını kaybetmekte olan bir çiftten bahsediyoruz. Beth (Diane Keaton), aşırı hassas ve duygusal bir kadındır, kızları ise teker teker evlenmekte, onu yalnız bırakmaktadırlar. Eşi Joseph (Kevin Kline) ise işine ve kendine aşık, başarılı bir doktordur ve eşinin hassasiyetlerine hep “aşırı tepki veriyorsun” şeklinde cevap verir. Beth eşinin bu denli iş odaklı yaşamasından ve duygularını göstermemesinden şikayetçidir düpedüz. Bir gün Beth, otobanda arabayla giderken karlar içinde yaralı bir köpek görür ve onu veterinere götürür.

Köpeğe bağlanan Beth, onu orada bırakamaz ve evine alır, kocası hayır dese bile onu dinlemez ve kısa bir sürede, ismini Highway (Otoban) koydukları bu köpek hayatlarının odağı oluverir. Özellikle de Beth’in tabii ki, iş dolayısıyla çoğu zaman evde olmayan Joseph de Highway’i sevmekte, arada gezdirmektedir ama Beth kadar bağlanmamıştır köpeğe.

Köpeğin veterineriyle evlenen kızlarının düğünü sonrası kaldıkları dağ evinin etrafında Highway’i gezdirirken birdenbire gözden kaybeden Joseph, köpeğin kayboluşunu bile çok umursamamaktadır. Beth ise çıldırmıştır adeta, “o sadece bir köpek, insan değil!”der Joseph, Beth ise “sevgi sevgidir, köpeğe veya insana olması farketmez!” diye yanıt verir kocasına!

Beth, evlerinde misafir olan akraba ve arkadaşlarını da seferber ederek günlerce Highway’i arar. Burada en önemli konu umuttur. Beth’in umudunu taze tutan ise Carmen (Ayelet Zurer) karakteridir. Gizli güçleri olduğunu savunan, bazı şeyler gördüğünü ve kaybolan şeyleri bulma yeteneği olduğunu savunan çekici Carmen, Highway’in durumuyla ilgili söyledikleriyle zaman zaman tutturup, zaman zaman saçmalasa da, genel anlamda Beth’in umudunu devamlı taze tutar.

Aslında filmin hemen başında köpek kaybolur ve durumun neticelenmesi de filmin sonlarına rastlar. Fakat filmin konusu aslında köpeğin kaybolması ve bulunup bulunmaması meselesi değil. Bir yandan köpek aranırken, diğer yandan karakterlerin kendileriyle ve birbirleriyle yüzleşmeleri, konuşulmamış şeylerin konuşulması, yanlış anlaşmaların, önyargıların, sevginin ve bağların yoğun bir şekilde ortaya çıkması gibi bir süreç yaşanıyor. Kasdan’ın da bize göstermek ve anlatmak istediği bu filmde… Kamera hareketleriyle, geniş açılarla, devamlı birkaç insanın biraraya gelip konuşması üzerine yoğunlaşıyor aslında… The Big Chill gibi bazı eski filmlerini hatırladığımızda, yönetmenin bu tarz insan tepkileri ve diyaloglarını sevdiğini anlıyoruz. Filmde en hoşuma giden bölümlerden biri ise, Beth’in rüyasının animasyon olmasıydı, hatta keşke yönetmen ara ara filme katsaymış bu animasyonu diye düşünmeden edemedim.

Filmde olağandışı bir durum olmuyor, heyecan çok fazla yükselmiyor, tempo düşmese de, bir süre sonra köpeği arama sahneleri biraz sıkıcı olmaya başlıyor. Fakat oyuncu kadrosunun muhteşemliği, filmin sonuna kolayca gelmenizi sağlıyor. Yıllar sonra döne döne bu filmle mi döndün diye serzenişte bulunabilirsiniz yönetmene, fakat vakit kaybı bir film olmadığı konusunda da hakkını teslim edelim.

Çağan Irmak Sineması-TVNET kanalı söyleşisi

Beyazperde’de çalışmaya ilk başladığımda, yani çaylak zamanlarımda, bir gün telefon çaldı ofiste, açtım, karşımdaki ses şöyle dedi: Merhaba, ben Çağan Irmak, sizden bir ricam olacak, vizyona yeni girecek olan Ulak filmini, yazarlarınızdan iki üç farklı kalem yazabilir mi?

Ben bir süre ses veremedim heyecandan:)

Şimdi yıllar sonra, bu samimi ve içten yönetmenin setine de gitmiş, onunla röportajlar da yapmış biri olarak TVNet’teki programda Çağan Irmak sinemasını konuşuyorum, keyifle!