Çanakkale 1915

 

Şunu söyleyerek başlamak istiyorum söze: Ben Can Dündar yapımı Mustafa’yı beğenerek izleyenlerdenim. Sonrasında çıkan tartışmaları da çok yakından takip ettim. Çoğunluk olumsuz yönde eleştirdi bu filmi, bense açıkçası çok stratejik ve şüpheci (“Can Dündar tam da zamanında bu filmi çekti, Mustafa Kemal’in negatif(?) yönlerini özellikle ortaya koydu” vs diyenler boldu) yaklaşarak izlemedim bu filmi, ayrıca tarihi anlamda bazı hatalar vardıysa (Turgut Özakman hatalar olduğunu söylemişti) belki gözden kaçırmıştım ama izlediğim film, salondan çıktığımda bende “vay be gerçekten de neler yaşanmış ve nasıl bir zafer kazanılmış, üstelik bunca yalnızlığa ve güç koşullara rağmen Atatürk nasıl da başarmış bu zaferleri, hep kitaplardan okur, gerçek değilmiş gibi hayal ederdik, şimdi ete kemiğe büründü ve bir insan olarak gerçekten de ne kadar zor koşullarda neler başardığını empati kurarak anlamış oldum” gibi düşünceler yaratmıştı. Daha sonra Turgut Özakman’ın eleştirilerini dinlemiştim, dediğim gibi tarihi hatalar konusundaki eleştirisine  itirazım olamaz ama Mustafa Kemal Atatürk’ü kötü, aciz, alkolik vs göstermiş eleştirilerine asla katılamadım.

Turgut Özakman değerli bir insan, hem bir araştırmacı/tarihçi olarak, hem de geçmişinde tiyatro, televizyon gibi sanatsal ve iletişimsel konularla da ilgilendiğinden… Fakat Mustafa filminin ardından çekilen Dersimiz Atatürk filminin senaryosunu yazan Turgut Özakman, Mustafa filmine vermek istediği cevapları filme yedirince, ortaya çok samimiyetsiz, üstelik didaktik ve ilkokul müsameresi tadında bir yapım çıkmıştı. Dolayısıyla, Çanakkale 1915‘in senaryosunun kendisine ait olmasından biraz korkmuştum açıkçası, filmin çok belgeselvari olacağından, gene çok didaktik ve kitap cümleleri kullanacağından, Atatürk’ü pırıl pırıl, mükemmel bir kahraman gibi göstererek abartacağından, duygularımıza oynayacağından ürkmüştüm, yalanım yok. Fakat izlediğim film beni çok şaşırttı, önyargılarımı yerle bir etti. Her şeyden önce, Çanakkale 1915 filmi için belgeselvari olmuş diyemem. Zira, Çanakkale ile ilgili bir film çekildiğini duyduğumda, hele ki senaristi bu konuda kitaplar da yazmış bir araştırmacı tarihçi ise, ben bu filmin tamamen dramatik, ya da ne bileyim komedi, ya da korku vs olmasını beklemem zaten. Tarihi bir savaş filminden olması gerektiği ölçüde belgesel tadı alınmasını beklerim. Kaldı ki beyazperde’de belgesel izlemek ağır ve zor iştir ve sadece belgesel olan uzun ve üzgünüm ama sıkıcı işler de izledik bugüne kadar. Çanakkale 1915’te ise oldukça dramatik bölümler var. Yani özü itibariyle normal olarak belgesele yakın da dursa, basbayağı sinema olmuş. Elbette tüm dramatik yapı, diyaloglar, karakterler gene gerçekler üzerinden ilerlemiş, Çanakkale’ye dair ne biliyorsak, o zamanın gerçek kahramanları kimse ve onların neler söylediklerini biliyorsak filmde de bunlar var. Ama bunun yanısıra askerlerin savaş öncesi ve savaş esnasında yaşadıklarına dair dramatik ve kurmaca detaylar da mevcut, filmin içinde küçük küçük hikayeler mevcut. Oyuncular da gerçekten başarılı seçilmiş, çoğu çok yakışmış döneme ve çok inandırıcı… Ama film kısa bir film değil ve savaşa dair, aslında içi boş olan, sadece savaşın görselliğini vermek adına varolan sahneler de çok fazla doğrusu, filme birkaç küçük hikayecik daha yerleştirilebilirmiş ve film biraz daha kısa tutulabilirmiş. Sonlara doğru gerçekten de izleyicinin konsantrasyonunun bozulmasının çok mümkün olduğu savaş sahneleri var, tüm ihtişamına rağmen! Evet ihtişam, çünkü film teknik anlamda da çok başarılı, hatta daha önce ülkemizde tarihi savaş filmi anlamında bu kadar başarılı efektlerin kullanıldığı başka bir film çekilmedi bence.Binlerce askerin birbirine girdiği, tozun dumana katıldığı, bilgisayar ile yaratıldığını bildiğimiz sahneler, asla amatör durmamış, yabancı filmlerde ağzımız açık izlediğimiz savaş sahnelerinden pek farkı yok. Filmin dekor kostüm konusundaki başarısını da es geçmemek lazım, bu açıdan aksayan hiçbir detay göremedim ben. Beş milyon doların üzerinde bir bütçesi varmış bu filmin, bu gerçekten de filmin her halinden belli oluyor.

Gelelim Mustafa Kemal Atatürk rolüne. Bu filmde pırıl pırıl, uzun boylu, mükemmel bir Mustafa Kemal izlemeyi -ve üzülmeyi- beklerken, gerçekten de boyu kısa, epey zayıf ve çelimsiz, kalpağı başına büyük gelmiş, çocuk gibi bir Mustafa Kemal tiplemesi ile karşılaştım. Ben ki, Mustafa Kemal Atatürk’ü putlaştıran, mükemmelleştiren, uzun olmayan boyu, insani, duygusal yapısıyla bizden biri olduğu gerçeğini görmezden gelen düşünceye aşırı tepkili biriyim, böyle bir Atatürk’ü ben bile kabul edemedim doğrusu! Evet, abartıya kaçmamak, Dersimiz Atatürk’te olduğu gibi,benzesin diye özel makyajlar yapmamak çok güzel, fakat sadece gözü mavi diye bu kadar zayıf ve çelimsiz bir tipi Mustafa Kemal yapmak da bana çok tuhaf geldi, filmde bana göre en çok sırıtan detay buydu. İlker Kızmaz, bana kızmaz umarım ama cidden olmamış… Filmde sırıtan bir başka detay da, çok severek takip ettiğim Ufuk Bayraktar’ın başarıyla canlandırdığı Seyit Onbaşı karakterinin – tarih kitaplarında “rivayet odur ki” diye yer verilmiş olan, yani gerçek olduğuna inanılan bir olay olan- 287 kiloluk mermiyi tek başına taşıması hikayesinden sonra Seyit Onbaşı’yı hiç görmememiz oldu. Sanki tarihten bir sayfa orada canlandırıldı, ve Ufuk Bayraktar’ın görevi orada son buldu. Ben, tarihten veya kurmaca olarak farketmez, Seyit Onbaşı olarak Ufuk Bayraktar’ı başka bir hikayenin/hikayelerin içinde daha görmek isterdim bu filmde.

Gözlerimi dolduran sahneler olsa da, ajitasyon amaçlı bir durum yoktu bence filmde, dozunda bir duygulanma yaşatıyor bana kalırsa, sonuçta milletimize ait çok önemli bir zaferi anlatıyor film, elbette gururlanacak, duygulanacağız, bu kadarı beklenti dahilinde olmalı diye düşünüyorum.

Dersimiz Atatürk kadar kötü bir filmden sonra sayın Turgut Özakman’ın böyle başarılı bir işe imza atmasına çok sevindim, yönetmen Yeşim Sezgin ise Süpürrr! adlı filminden sonra Çanakkale 1915 gibi iddialı bir yapıma imza atmış oldu, umarız filmografisinde en az Çanakkale 1915 kadar iddialı ve kaliteli yapımlara yer verir.

Yeni birşey söylemiyor bu film, bildiğimiz tarihi gözler önüne sererken sırf belgesel tadı da vermiyor, o dönemleri yaşamanızı, empati kurabilmenizi sağlıyor. Bence başarılı bir yapım, üstelik bundan sonra ülkemizde çekilecek bu tarz tarihi, savaş filmleri adına çıtayı yükselttiğini düşünüyorum. İzlemekten zararlı çıkmazsınız.

Not: Bu eleştirim Beyazperde.com’da yok. Bloga özel yazdım.

 

Toprağın Çocukları

Yönetmen Ali Adnan Özgür ‘ün ilk uzun metraj filmi olan Toprağın Çocukları, köy enstitülerini, daha doğrusu köy enstitülerinin “kapatılmasını” konu alan, bu konuda seyiryice bilgi veren bir film. Bilgi veren diyorum çünkü ekiple yaptığım röportajlarda kendilerinden öğrendiğim kadarıyla, filmin bir belgesel olarak çekilme fikri de varmış, zira bu konu, gerçeklere dayanan, üstelik sinemada daha önce işlenmemiş bir konu. Toprağın Çocukları kurmaca bir film, fakat bir belgeselden öğrenebileceğiniz kadar çok gerçek bilgiyi de içinde barındırıyor.

Film oldukça trajik ve etkileyici bir sahneyle açılıyor; Ankara’nın köylerinden birinde kırsal alana yerleşmiş çingeneler kendi hallerinde gülüp oynarken, birkaç eşkıya kılıklı adamın saldırısına uğruyorlar ve katlediliyorlar. Saldırıdan kaçabilen yaşlıca bir kadın (Suzan Kardeş) ve torunu (Müge Boz) ise köy enstitülerinde son sınıf öğrencisi olan Cevher’in (Ufuk Bayraktar) de yardımıyla enstitüye sığınıyorlar. Enstitü öğretmenleri çingenelerin öldürüldüğünü öğrenince bölge komutanına danışmak istiyorlar fakat çingeneleri, veba salgını bahanesiyle, köyden birkaç cahil çapulcuya öldürten de komutanın ta kendisidir. Üstüne üstlük komutan, köy enstitülerinin komünist yetiştiren yerler olduğunu öne sürmekte ve enstitüleri kapatmak istemektedir, bunun için elinden geleni yapacaktır.

Filmde köy enstitülerinin gerçek kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’u Bahtiyar Engin canlandırıyor. Filmin aynı zamanda yapımcılarından biri olan Erkan Can ise, bize Mustafa Kemal Atatürk’ü anımsatacak kadar cevval, lider ruhlu Kemal öğretmeni canlandırıyor başarıyla. Sevilen genç oyunculardan Ufuk Bayraktar ve Türkü Turan ise enstitünün en azimli son sınıf öğrencileri. Aralarında masum bir aşk var bu iki öğrencinin.

Ali Adnan Özgür, ilk filminde ciddi bir meseleyi ele alıyor. Zaman zaman esprilere yer verse de genel anlamda ciddi bir film, fakat dramatik yapısı ve sevilen oyuncuların da yardımıyla sıkıcılığa kaçmayan, akan bir film. Filmde İsmail Hakkı Tonguç’u canlandıran Bahtiyar Engin’in ağzından bir dış ses sürekli bizimle konuşuyor. Bu dış ses ve kişiler arası diğer diyalogların oldukça didaktik olduğunu söylemeliyiz. Bu anlamda filmin çoğu yeri kör gözüm parmağına hesabı bize “bu budur, şu şudur” diyor ve bu noktada dramatik, yer yer tiyatral yapısına rağmen fazla “öğretici” bir üsluba da sahip oluyor. Bu öğretici diyalogların bulunduğu bazı sahnelerin geçişlerinde ise problemler var. Gerçek bilgilere dayanan ve mesaj vermek isteyen bir filmin içine birkaç tane dramatik hikaye de koymak isteyince, yanyana sıralanan ama birbiriyle karışıp bir bütünlük sağlayamayan bazı sahneler çıkmış ortaya belli ki…

Kardeş Türküler’in üstlendiği müzikler, filmin etkileyici olmasında büyük unsur. Suzan Kardeş de söylediği şarkılarla ve yansıttığı karakterle filme epey renk katmış. Film, renkler ve doku itibariyle de dönemi çok iyi yansıtmış. Dekorlar biraz tiyatral olmakla birlikte inandırıcı. İmece usulü çekilen, bütçesiz bir ilk film olarak bu anlamda bundan iyisi olmazdı herhalde.

İlk film olmanın getirdiği bazı eksiklikler bir yana, günümüzde özellikle gençlerin hiç bilmediği, yaşını almış vatandaşların ise unuttuğu ya da unutturulduğu (!) bir konuyu; köy enstitülerinin o zamanki başarısını ve sonra kapatılma sebeplerini günümüze taşıdığı için takdiri hakeden bir yapım olduğunu düşünüyorum. Mesaj kaygılı, amaçlı bir proje bu aslında. Sinemanın bilgi veren yönü kullanılarak dramatik bir hikaye içinde “eğitim” konusuna değinilmek istenmiş. Yıl 2012 iken, günümüzde eğitim meselesi hala olması gerektiği gibi değilken ( atanamayan öğretmenler, sürekli olarak değişen eğitim ve sınav sistemleri, meslek kazandırmayan üniversite bölümleri, işsizlik, yetersiz derslik, paralı eğitim vs vs) 40’lı yıllarda aslında eğitime nasıl da akıllı çözümler bulunmuş, o sistem devam edebilseymiş bugünkü eğitimin geldiği yere nasıl bir etkisi olurmuş, bunları düşündürmesi ve insanı araştırmaya sevketmesi açısından faydalı bir iş. Derli toplu bir ilk film çekmiş olan genç yönetmen Ali Adnan Özgür’ün ileride nasıl filmler yapacağını da merak ediyoruz doğrusu.

Paris-Manhattan

31 Ağustos haftasının romantik komedisi, bir Fransız filmi. İsmi Woody Allen’ın filmlerini çağrıştırıyor diye düşündüyseniz, yanılmadınız. Zira, film kendisine bir methiye…

Woody Allen’ın şehirleri anlatan filmleri, hele ki en son filmi Paris’te Gece Yarısı (Midnight in Paris), filmin yönetmen ve senaristi Sophie Lellouche’yi çok etkilemiş olmalı ki Paris-Manhattan‘ın başrol oyuncusunu, Paris’te yaşayan ve Woody Allen’a hayran olan bir genç kadın olarak yaratıyor. Alice Taglioni’nin (kemikli yüz ve vücut yapısı, hafif erkeksi halleriyle Hilary Swank’i, buna rağmen masum, doğal yüz ifadesi ve renkli gözleriyle Heidi Klum’u hatırlatan, değişik bir fiziği var) canlandırdığı bu genç kadın, genç kızlığından itibaren, pek de kadınsı değildir, doğal, makyajsız, abartısız bir tarzı vardır. Hayat görüşü de böyledir, kitap okumayı, film izlemeyi, hayat hakkında düşünmeyi sever, etrafındaki diğer insanlardan farklıdır, sevgilisi yoktur çünkü onun dünyasını kimsenin anlamayacağını düşünür. Odasındaki Woody Allen posteriyle devamlı olarak konuşmakta, güya ondan cevaplar duymaktadır. (Burada Woody Allen’ın kendi sesinden İngilizce cümleler duymaktayız) Allen, Alice’e sürekli olarak hayatı anlatmakta, cesaret verici cümleler kurmaktadır. Örneğin: yetenek bir şanstır ama asıl ihtiyacımız olan şey cesarettir der Allen ona…

Alice’in ailesi ise onun için endişelenmektedir. Yaşı biraz daha ilerlediğinde, kendilerine ait olan eczaneyi Alice’e devreder babası. Alice burada sadece ilaç değil aynı zamanda DVD’ler de bulundurmakta, depresyonda olduğunu gördüğü hastalara iki-üç adet Woody Allen filmi vererek, onları asıl böyle iyileştirdiğini düşünmektedir. Ablasının eşi Pierre’e hayrandır, onun gibi bir eş istemektedir, Pierre de ona bir arkadaşını ayarlar. Hayatının aşkını bulmuştur sanki Alice, Vincent, hem yakışıklı, hem kibar, hem Woody Allen ve caz konusunda uyumlu, hem de sevgi doludur. Bir insan daha ne ister ki? Acaba mutlu olması için yeterli olacak mıdır Vincent, yoksa asıl aşkı hiç ummadığı biryerde mi bulacaktır Alice…diyelim ve daha fazla ipucu vermeyelim film hakkında. Ama filmin kısa bir sahnesinde Woody Allen’a da şahsen rastlayacaksınız, bunu da söylemeden etmeyelim.

Romantik komedilerin sürüyle çekildiği, hele ki Fransız romantik komedilerin artık hep aynı tadı verdiği bugünlerde, türün şaşırtıcı derecede düzgün, derli toplu ve zeki bir örneğiyle karşı karşıyayız. Oyunculuklar çok iyi seçilmiş bir kere. Üstelik o kadar güzel konumlandırılmışlar ki, örneğin Alice’in aşkı bulduğunu sandığı yakışıklı Vincent, aslında o kadar “içi boş” bir karakter olarak bırakılmış ki, adeta tırnak içinde mükemmel erkeği temsil ediyor olduğu gözümüze sokuluyor. Bunu bile bile yapıyor yani, bu gerçekten bir başarı. Çünkü filmdeki diğer karakterler oldukça üç boyutlu. Hepsiyle özdeşleşebiliyor, onlara karşı sempati besleyebiliyor, onları tanıdığımızı hissedebiliyoruz. Fakat Vincent, bir gölge gibi filmde, sadece bir temsil, ve öyle de olmalı. Bu gibi detaylar filme derinlik katıyor ve filmi, özensizce çekilmiş herhangi bir romantik komediden ayırıyor.

Filmin varacağı nokta şaşırtıcı değil, olayların nereye gideceğini önceden kestirebiliyorsunuz. Özellikle de çoğu aşk filminde mükemmel kadınlar ve mükemmel erkeklerin mutlu sona ulaşması klişesinden uzun süredir vazgeçildiğini göz önünde bulundurursak… Fakat olayların nereye gideceğini kestirebiliyor olmak, o sona gelmek istememeyi getirmiyor izleyiciye, aksine, bile bile izlemek istiyorsunuz izleyici olarak ve açıkçası bu dozda romantizm iyi geliyor doğrusu.

Romantik komedilerin ciddiye alınması zordur ama bu film zaten kendisini bile çok fazla ciddiye almıyor, samimi bir film, bunu hissettirdiği için de keyifle izliyorsunuz, zeki esprilere gülerek, çocuksu romantizmin tadını çıkartarak… Hele ki Woody Allen filmlerini sevenlerdenseniz, eski filmlerinden bazı karelere bile rastlayacak, keyif alacaksınız. Paranızın boşa gitmeyeceği, kaliteli bir seyirlik…