21. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali’nin Programı Belli Oldu.


Her yıl farklı bir ülkenin sinemasını mercek altına alan Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali 21. yılında “Fransız Sineması”na odaklanıyor. 8-11 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecek olan festivalde çağdaş Fransız sinemasının henüz Türkiye’de gösterime girmemiş iyi örnekleri ile büyük ustalar tarafından çekilmiş klasikleri bir araya getiren “Odak Ülke: Fransa” bölümü seçkisi, Fransız Kültür Merkezi sinema salonunda seyirciyle buluşacak.

Mathieu Amalric’in ikinci uzun metraj yönetmenlik çalışması “Barbara”, Claire Simon’un belgesel ile kurmaca arasındaki sınırda gezinen filmi “Gare du Nord”, Thomas Lilti’nin, açılışını Cannes Film Festivali’nde yapan ve övgülerle karşılanan ikinci uzun metrajlı filmi “Hipokrat”, Guillaume Nicloux imzalı “Michel Houellebecq’in Kaçırılışı”,  Henri-Georges Clouzot’nun hiç tamamlayamadığı filmi Cehennem’in gizemli yapım ve çekim öyküsünü perdeye getiren “Henri-Georges Clouzot’nun Cehennemi” gibi filmler programda yer alan değerli yapımların bir kısmı.

Yerli yapımlardan Vuslat Saraçoğlu imzalı “Borç”, Banu Sıvacı yönetmenliğindeki “Güvercin”, Erkan Tunç imzalı “Martı” ile Burak Çevik’in “Tuzdan Kaide” filmleri de festivalde gösterilecek.

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı destekleriyle Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı (TÜRSAK) tarafından gerçekleştirilen 21. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali kaçmaz.

8. Malatya Film Festivali Ödülleri Sahiplerini Buldu

2010’dan beri gelişerek devam etmekte olan Uluslararası Malatya Film Festivali‘ne basın mensubu olarak katıldığım yedinci senemdi benim de. Geçtiğimiz sene çok değerli sinema yazarı Alin Taşçıyan‘la birlikte çalışarak festivalin yabancı basın ataşeliği görevini de üstlenmiştim ve bu kapsamda Film New Europe sitesine İngilizce haberler ve röportajlar hazırlamıştım. Bu sene ise Psikesinema dergisi için röportajlar yapmak ve Ters Ninja için film eleştirileri yapmak üzere festivale katıldım.

Açılış törenine yetişemedim. Cem Yılmaz, Perran Kutman, Şener Şen gibi çok değerli ve kişisel olarak da çok sevdiğim isimler vardı açılışta fakat ne yazık ki hemen dönmüşler. Keşke biraz röportaj, biraz fotoğraf verselerdi. Sağlık olsun yine de gelişleriyle festivale değer kattılar kuşkusuz.

Yedi senedir Mustafa Kemal Atatürk‘ün ölüm yıldönümünde Malatya’dayız. 9 Kasım’daki açılış töreninde hiç değinilmemiş duyduğum kadarıyla, üzüldüm doğrusu.

10 Kasım’da 09.05’te  1 dakika saygı duruşunda bulunup kahvaltıya indim ve sinema yazarı arkadaşlarımla buluştum. O gün programda Atıf Yılmaz’ın 1979 yapımı Ne Olacak Şimdi filminin olduğunu öğrendim ve aşırı mutlu oldum.

İzlediğim ilk film Shin Dongseok imzalı Güney Kore yapımı Son Çocuk/Last Child idi. Çok başarılı bir filmdi, eleştirisini Ters Ninja’ya yazdım, linkten okuyabilirsiniz. Bu filmden çıkar çıkmaz koşa koşa Ne Olacak Şimdi’nin gösterimine yetiştim. Filmi 8 sinema yazarı arkadaş birlikte izledik, Malatya Sanat Merkezi’nin salonunda olduğundan olsa gerek, başka kimse yoktu, kendi aramızda konuşa konuşa ve kahkahalarla gülerek izlediğimiz için mutluyduk ama festival takipçilerinin de mekandan dolayı eksik bilgilendirildiklerini ve kaçırdıklarını düşünüp bir o kadar üzüldük. Hatta Gizem (Ertürk), filmin ardından Cem Yılmaz’ın moderasyonunu yaptığı bir Şener Şen&Perran Kutman söyleşisi güzel olmaz mıydı dediğinde gerçekten de gözümün önüne muhteşem bir etkinlik geldi, umarım ilerde yapılır böyle bir şey, bence harika bir fikir.

Akşam ise Mustafa Karadeniz imzalı Çınar adlı yerli yapımın film gösterimi sonrası moderasyonu bendeydi. Çınar, Kars’ın Sarıkamış bölgesinde yoksulluk içinde yaşayan bir karı kocanın engelli çocuklarıyla yaşadıkları hayatı resmediyor. Kendi hayat hikayesiyle yaşanan başka bir hikayeyi birleştirerek bu hikayeyi çekmeye karar veren Karadeniz, evlerinde dört duvar arasında mahsur kalan engelli gençleri yüreklendirmeyi, inandıkları zaman neler başarabileceklerini gözler önüne sermeyi amaçladığını ifade etti. Bir ilk film olarak küçük hataları olsa da ilgiyle izleten, oyunculuklarıyla, dekoruyla, Sarıkamış’ın coğrafi özelliklerini sinematografik olarak olabileceği en iyi şekilde kullanışıyla umut vaadeden bir ilk film olduğunu düşünüyorum. Mustafa Karadeniz ilk filmini çekmiş olsa da, sektörde yıllardır belgeseller, klipler çeken, yapımcılık yönü de olan, deneyimli bir yönetmen. Çınar başka ülkelerde de gösterilmiş, yolculuğu ve katılacağı festivaller de devam ediyor. 8. Malatya Film Festivali’nde ise film Kemal Sunal Halk Jürisi En İyi Film Ödülü‘ne layık görüldü. Mustafa Karadeniz ile yaptığım röportajı önümüzdeki sayıda Psikesinema‘da okuyabilirsiniz.

Festivallerde bir süredir yapılmaya başlayan, uzun metraj öncesi kısa metraj izleme uygulamasından çok memnunum doğrusu. Bence vizyonda da yapılması gereken bir durum bu. 11 Kasım’da izlediğim ilk film Mahmoud Samir ve Youssef Mehmoud imzalı 15 dakikalık Red Velvet isimli kısa film oldu.

Arkasından festivalde yarışan filmlerden Hollandalı yönetmen David Verbeek imzalı An Impossibly Small Object‘i izledim. Taipei sokaklarında küçük bir kızın fotoğrafını çeken profesyonel bir fotoğrafçıyı canlandıran yönetmenin kendisi, Verbeek de zaten aynı zamanda profesyonel fotoğrafçı. Film Taipei ve Amsterdam’da bize üç farklı hikayeyi anlatıyor, farklı, deneysel, meditatif bir film olduğunu söyleyebilirim. David Verbeek festivale katılamamıştı ama ben ona sorularımı e-posta yoluyla ulaştırdım ve anında cevaplarımı da aldım, kendisine buradan teşekkürlerimi sunarken, bu röportajı da Psikesinema‘da okuyabileceğinizi belirtmiş olayım.

Günün son filmi ise benim için ilk iki filmini hayranlıkla izlediğim için çok merakla ve heyecanla beklediğim Mahmut Fazıl Coşkun‘un filmiydi: Anons. Venedik Film Festivali’nde açılışını yapan film, oradan ödülle dönmüştü. Ama Anons’tan önce Anıl Gündoğan imzalı Hikayeci isimli kısa filmi izledik. Filmin müziklerini de arkadaşım Feridun Emre Dursun yapmış, buradan selamlar ve ellerine sağlık diyelim.

Uzak İhtimal” ve “Yozgat Blues” filmlerinin ödüllü yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun, Anons‘la bu kez 1963 yılının Mayıs ayında yaşanan darbe girişimini kendine has kara mizah diliyle başka bir anlatım haline getirmeyi tercih etmiş. Başrollerini Ali Seçkiner Alıcı, Tarhan Karagöz, Murat Kılıç ve Şencan Güleryüz’ün paylaştığı filmin senaryosunu Mahmut Fazıl Coşkun, Ercan Kesal ile birlikte kaleme almış. Filmden çok keyif aldım, bitsin istemedim açıkçası. Estetik açıdan daha farklı, daha olgun bir Mahmut Fazıl Coşkun filmiyle karşı karşıyayız, bir kara film gibi başladığını da söylemek lazım filmin, bunun yanısıra konu itibariyle de belki daha ciddi gibi gözüküyor diğer filmlerinden ama aslında tam tersi, mizahi yaklaşımı en yüksek olan filmi doğrusu. Anons filmi, Malatya Film Festivali’nde Altın Kayısı’nın sahibi oldu. En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi sanat yönetmenliği, en iyi görüntü yönetmenliği ve SİYAD en iyi film ödülü ANONS’un oldu. Yönetmenle yaptığım röportajı da Psikesinema’da okuyabileceksiniz.

12 Kasım sabahı ise önemli bir gündü: Nuri Bilge Ceylan ile MasterClass. Katılım tabii ki yüksekti, hem basından, hem de halktan çok fazla kişi katıldı etkinliğe. Fakat Master Class, yani ustalık dersi/sınıfı dediğimizde aslında beklenen Nuri Bilge Ceylan gibi alanında yetkin bir isim tarafından, katılımcıların bu alanda beceri kazanmasına yönelik uygulamalar yapılmasıdır. Bizde ise henüz bu ustalık sınıfı denen etkinlik soru cevap söyleşi şeklinden ileriye gidebilmiş değil ve yine öyle oldu. Üstelik maalesef etkinliğin moderasyonunun da (Mehmet Eryılmaz) çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Bir ustalık sınıfında konuşulması gayet basit kaçan, vakit kaybı olan sorular vardı ne yazık ki. Fakat Nuri Bilge Ceylan her soruyu büyük bir samimiyetle yanıtladı, ona lafımız yok 🙂

Özetlemek gerekirse – tabii bu benim kişisel olarak ilgimi çeken kısımları söyleşinin- Nuri Bilge Ceylan çoğu demecinde ifade ettiği gibi yine sinemanın, yönetmenliğin, senaryo yazmanın, oyuncu yönetiminin belirli kurallara sığamayacağından, en azından kendisinin böyle çalışmadığından bahsetti. Hiçbir zaman kendinden emin bir yönetmen ya da insan olmadım, filmin son anına kadar hep kaygılarım, şüphelerim, acabalarım oldu dedi. Bu böyledir, şu şöyledir gibi net yargıları olmadığının altını çizdi sürekli, hiç umulmadık oyunculardan çok farklı performans alabilineceğini, şu an tanıyıp hiç dikkatini çekmeyen birinin yıllar sonra çok dikkatini çekebileceğini, hala okumadığı ve izlemediği ya da çok geç okuyup izlediği için çok pişman olduğu kitap ve filmler olduğunu söyledi. Rus edebiyatından ve sinemasından etkilendiğini her zamanki gibi yineledi. Sinema yapan birinin bir yeri durumu ya da kişiyi anlatırken kendi öznelliğini katmadan anlatamayacağı için, ortaya çıkan sanat eserine dair bütün fikirlerin de doğru olacağını çünkü herkesin kendi gözüyle değerlendirebileceğini, nesnellik içinde sinema yapılamayacağını düşündüğünü söyledi. Bir filmi çekip bitirdikten sonra zihnen çok çok yorgun hissettiğini ve bir daha böyle bir yükün altına girmek istemeyeceğini, sinemayı bırakacağını hissettiren düşüncelere girdiğini, ama daha sonra bir fikrin onu heyecanlandırıp adeta bedenini ele geçirip yine o enerjiyi ona vererek harekete geçirdiğini, aksi takdirde sinema yapılamayacağını söyledi. Beni en çok etkileyen bölüm ise şu oldu, aşağı yukarı şöyle ifade etti kendi yaklaşımını:

İnsan kimselere itiraf edemeyeceği düşünce ya da deneyimlerini film üzerinden bir karaktere yığarak kendini sağaltabilir, sorulsa ben öyle düşünmüyorum ki, karakter öyle düşünüyor diyerek de işin içinden sıyrılabilir, bazen kendimize bile itiraf etmediğimiz düşünce ya da deneyimlerimizi aktarırız film yoluyla. Bu anlamda filmlerim itiraflarımdır elbette ama kendime ait olan düşüncelerimin karşıt görüşlerine genelde suçluluk duymamak için daha da çok ifade hakkı veririm filmlerimde. İnsanın bu itirafları yapması gereklidir, çünkü ancak insan doğasıyla ilgili bilgilere, içimizdeki tüm düşünceleri açığa çıkararak ulaşabiliriz.

Aynı günün akşamı Mani Haghighi imzalı A Dragon Arrives adlı filmi izledim. İran yapımı bu film 1965’te geçiyor. Polisiye ve dram türlerini birleştiren ilginç film, bugünle geçmiş, mitlerle gerçekler arasında dolaşıyor.Yönetmenin beşinci uzun metraj filmi olan A Dragon Arrives, Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışmıştı. Estetik ve özgün bir sinema örneği. İran sineması yine muazzam şaşırtıcı.

13 Kasım günü Mahmut Fazıl Coşkun röportajından sonra akşam Aga adlı filmi izleyerek festivali sonlandırdım. Festivalde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen Aga, Milko Lazarov imzalı Bulgar yapımı bir film. Gösterimden sonra yönetmen ve oyuncusu sorularımızı yanıtladı. Rusya Federasyonu’nun beşte birini oluşturan, başkent Moskova’nın 8 bin km. kuzeydoğusunda bulunan, dünyanın en soğuk bölgelerinden Yakutistan’da çekilen filmde bizim daha çok Eskimo diye bildiğimiz Inuit bir çift, zorlu coğrafi koşullarda yaşayan, geleneklerini sürdüren yaşlıca bir karı kocadır. Adeta zamanın ve mekanın olmadığı bir dünyada, yaşamın olduğu tek çadırda yaşayan son iki insanmışçasına çorbalarını etlerini yiyip içen, hayvan avlayıp kürklerinden kendilerine kıyafet yapan Nanook ve Sedna, çok nadir konuşmaktadırlar, birbirlerine hikayeler, rüyalar, geçmişe dair anılar anlatmaktadırlar, şarkılar mırıldanırlar, radyo dinlerler, hallerinden memnun gibidirler. Oğulları ziyarete gelir ve o zaman öğreniriz ki aile geleneklerine karşı çıkan ve aralarının bozulduğu bir kızları vardır, ismi Aga’dır, kızlarına kızgın olsalar da onu merak etmekte, özlemektedirler. Kızlarına kavuşacaklar mıdır, bu hayat şartlarında daha fazla devam edebilecekler midir, çok da fazla anlatmayayım filmi, görsel olarak da, gizemli hikayesiyle de sizi kendine çekeceğinden emin olun bu yapımın.

Buraya kadar okuduysanız, bunlar benim festivaldeki kişisel deneyimlerimdi. Festivalin, organizasyon aksaklıkları zaman zaman olsa da genel anlamda her yıl daha da olgunlaşan bir hal aldığını söylemek lazım. Malatya Film Festivali’nde değerli bulduğum bir başka kısım ise “Festival Geldi – Belki Köye Bir Film Gelir” bölümü. Bu bölüm kapsamında çeşitli ilçelerde çocuklara özel gösterimler gerçekleştiriliyor. Yine sonradan öğrendiğim değerli bir etkinlik de Malatya Huzurevi sakinlerine özel yapılan Milyarder filminin özel gösterimi oldu. Tebrikler.

Gelelim ödüllere:

ULUSAL UZUN METRAJ FİLM YARIŞMASI

En İyi Film Ödülü: “Anons”
En İyi Yönetmen Ödülü: Mahmut Fazıl Coşkun – “Anons”
En İyi Senaryo Ödülü: Abdurrahman Öner – “Aydede”
Kemal Sunal Halk Jürisi En İyi Film Ödülü: “Çınar”
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Ezgi Mola – “Aydede”
En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: Kemal Burak Alper – “Güvercin” / Baran Şükrü Babacan – “Halef”
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü: Banu Fotocan – “Aydede”
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü: Ruhi Sarı – “Güvercin”
En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü: Osman Özcan – “Anons”
En İyi Kurgu Ödülü: Mesut Ulutaş – “Güvercin”
En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü: Krumm Rodrigues – “Anons”
Fahri Kayahan En İyi Müzik Ödülü: Canset Özge Can – “Güvercin”
Umud Vadeden Kadın Oyuncu Ödülü: Şilan Düzbadan – “Dört Köşeli Üçgen”
Umud Vadeden Erkek Oyuncu Ödülü: Bilal Çelik – “Aydede”
SİYAD En İyi Film Ödülü: “Anons”
Ulvi Saran Jüri Özel Ödülü: “Güvercin”
Lütfi Akad En İyi İlk Film Ödülü: “Borç” – Vuslat Saraçoğlu
Film-Yön En İyi Yönetmen Ödülü: “Halef” – Murat Düzgünoğlu

ULUSLARARASI UZUN FİLM YARIŞMASI

En İyi Film Ödülü: “Yük / The Load (Teret)”
Jüri Özel Ödülü: “Aga”

 

ULUSAL KISA FİLM YARIŞMASI

En İyi Kısa Film Ödülü: “Sonsuz”
En İyi 2. Kısa Film Ödülü: “Kimse Elimi Tutmasın”
En İyi 3. Kısa Film Ödülü: “Pantolon”
Jüri Özel Kısa Film Ödülü: “Her Şey Yolunda”

ULUSLARARASI KISA FİLM YARIŞMASI EN İYİ FİLM ÖDÜLÜ: “The Teacher”
TRT ÖN ALIM YAPIM DESTEK ÖDÜLÜ: “Bir Düş Gördüm”
ERTEM EĞİLMEZ AİLE FİLMLERİ YAPIM DESTEK ÖDÜLÜ: “Aralık”
TRT KISA FİLM YAPIM DESTEK ÖDÜLÜ: “Zemberek”, “Kendini Gömen Adam” ve “Kar Kış Kıyamet”
ULUSLARARASI SENARYO GELİŞTİRME DESTEK ÖDÜLÜ: “Bir Tutam Karanfil”, “Qurd (Kurt)” ve “Zamanımızın Bir Kahramanı”

Tüm kazananları tebrik ederiz.

 

 

 

 

 

Bohemian Rhapsody

Geçtiğimiz hafta Müslüm’ü izledik, sanatçı Müslüm Gürses’in hayat hikayesini konu alan biyografik bir yapımdı, fikirlerimi yazmıştım. Bu hafta Bohemian Rhapsody ile efsanevi Freddie Mercury’nin ve Queen grubunun gerçek hikayesini anlatan başka bir biyografik film izliyoruz. Vizyonda Yılmaz Güney’i konu alan bir belgesel de var ve önümüzde de vizyona girecek bir Whitney Houston biyografik filmi. Çoğunluğu müzikle de ilintili olan, bizi derinden etkileyen kişiler/gruplarla ilgili biyografik yapımlara doyduğumuz aylardayız sözün özü.

Ortaokul-lise dönemimde keşfetmiştim Queen’i. Kaset doldurduğumuz zamanlar, 90’lar. We Will Rock You’lar, We Are The Champions’lar. Ama beni çok etkileyen iki şarkı vardı: Show Must Go On ve Bohemian Rhapsody. Filme de adını veren ikincisi daha önce benzerine rastlamadığım bir tür olduğundan iyice ilgimi çekmişti. Çocukluğunda piyano dersi almış ve müziğe aşık biri olduğumdan, sekiz kulakla dinliyordum bu değişik adamın değişik grubunun benzersiz şarkılarını.

Daha ileriki yaşlarımda dinlemeye, takip etmeye devam ettim elbette grubu, albümleri. Freddie Mercury’nin frapanlığı, feminenliği göze çarpıyordu ve onu çok daha özel ve farklı kılıyordu gözümde açıkçası. Cinsel tercihinin ne olduğunu merak etmek ya da bu konuda eminmişim gibi fikir yürütmek yerine onu olduğu gibi kabul ettiğimi hissettiğimi hatırlıyorum doğrusu.

Bir itirafta bulunmalıyım fakat, bu çok sevdiğim sanatçı ve grubu hakkında açıp çok da fazla okumamışım. Dinlediğim bana yetmiş olsa gerek. Örneğin Freddie Mercury’nin gerçek adının ne olduğunu ya da nereli olduğunu bilmiyordum ve bu filmde öğrendim, epey de şaşırdım doğruyu söylemek gerekirse.

1991 yılında sanatçının AIDS sebebiyle, bu denli genç yaşında öldüğünü öğrendiğim zaman da çok çok etkilenmiş ve üzülmüştüm.

Filme gelecek olursak, her şeyden önce şüphesiz fiziksel olarak canlandırması zor bir kişilikle karşı karşıyayız. Freddie Mercury’nin ağzında fazladan 4 adet diş olması ağzının kapanmasını zorlaştırırken kendi düşüncesine göre sesini güzelleştiren bir detayve bu düşünceyle dişlerinden ameliyat olmayı reddetmiş. Yine zayıf bedeni, oldukça frapan ve iddialı, cesur kılık kıyafeti üstünde taşıyışı, kendine has hareketleri ile onu canlandırmak gerçekten büyük risk. Oyuncu Rami Malek elinden geleni yapmışsa da bedenen biraz sönük kalmış gibi hissettirdi bana, diş detayı ise çok önemli ve altı çizilesi bir konu olmakla birlikte bana yine de estetik olarak biraz fazla geldi, adeta Mercury’le ilgili bir parodi için özellikle abartılmış bir makyaj detayı gibi hissettim.

Dönem olarak 1970’lerde Queen’in oluşumundan 1985’te grubun Live Aid’teki efsanevi performanslarına kadar olan yolculuğunu anlatmayı tercih eden filmin yönetmeni ünlü yapımcı ve özellikle Olağan Şüpheliler‘in yönetmeni olarak tanıdığımız Bryan Singer iken yapım aşamasında bazı sıkıntılar yaşanmıştı. Sete gelmeyen ve bazı tatsız iddialarla suçlanan Singer projeden atılmıştı, filmin yeni yönetmeni, Kartal Eddie filmi ile hatırlanan Dexter Fletcher olacaktı fakat sonradan Singer projeye geri döndü. Bu çalkantıdan film ne kadar ve ne şekilde etkilendi bilemeyiz elbet ama bu denli büyük bir başlığın atıldığı bu kadar büyük bir proje için tüylerimi daha diken diken edecek bir film beklemiştim desem haksızlık etmiş olmam sanırım.

Filmin senaryosu Darkest Hour ve The Theory of Everything filmlerinin de senaristi olan Anthony McCarten ve The Other Boleyn Girl, Rush gibi filmlerin senaristi Peter Morgan’a ait. Senaristlerin Queen’e ve Mercury’e ait anlatılması gereken dönem seçimlerini başarılı buldum, üstelik bu döneme Mercury’nin ailevi hayatı ve geçmişini de eklemeyi ve bu dengeyi kurmayı becerebilmişler. Zira bu tarz biyografik filmlerde malzeme o kadar bol olur ki senarist işin içinden çıkamaz, ya herşeyi anlatmaya çalışır, ya da bir bölümün çok fazla üstüne gider ve iş çığrından çıkar. Müslüm filmi örneğin Gürses’in çocukluğuna çok fazla yer verilirken, hayranlarının durumu daha az anlatıldığı için çoğu izleyici tarafından eleştirildi.

Sadece albümünü dinleseniz tüylerinizin diken diken olacağı bir grubun ve o grubu bugünlere getiren efsanevi sanatçı Freddie Mercury’nin yer aldığı bir filmden çıkarken çok daha fazla etkilenmeyi beklerdim, açıkçası sönük bulduğum bir müzikal biyografik film oldu Bohemian Rhapsody. Üstelik Mercury’nin gay kimliğinin anlatımında da bir pürüz hissettim. Sanki Mercury’nin başına gelen her kötü şey, gay olduğuna karar verdikten sonra gerçekleşmiş, sanki hatası bu olmuş, eğer grup arkadaşları gibi evlenip çoluk çocuğa karışsaymış daha iyi olurmuş gibi bir yargı sezdim. Freddie Mercury’i Freddie Mercury yapan tamamen cesareti, kendi oluşu, içinden geldiği gibi davranmakta her zaman cesur oluşu olmuştu belli ki. Onun sanatını besleyen de buydu. Açıkçası filmin az da olsa “homofobi” içerdiğini düşünüyorum.Fakat filmin, Mercury’nin AIDS’e yakalanışı konusunu bir duygu sömürüsü haline getirmemesi ve filmin modunu genel anlamda pozitif tutması takdire şayan.

Birkaç kez izlemek isteyeceğiniz bir film değil Bohemian Rhapsody, ama es geçin de diyemem, izleyin, anılarınıza gömülün, Queen’i hatırlayıp eve döndüğünüzde albümlere sarılın, o bile yeter. İyi seyirler.

Büyükada’da Ben Çocukken Adlı Belgeseli İzledik

Takip edenlerin bileceği üzere 2018 Mayıs itibariyle Büyükada’da Ekim’e kadar her Salı akşamı Büyükada Çelik Gülersoy Kültür ve Sanat Merkezi‘nde Adalar Kent Konseyi ve Ada Gönüllüleri Derneği’nin de katkılarıyla yönetmenlerimizi ağırladığımız film gösterimleri yaptık.

Kışın ise bu etkinliğin devam etmesi için Cat’fe Cafe ile anlaştık, birkaç haftadır her Pazartesi yönetmen konuklu film söyleşilerimizi sürdürüyoruz. Geçtiğimiz Pazartesi akşamı konuğumuz yönetmen Cenk Kaptan‘dı, 2012 yapımı Ben Çocukken adlı belgeselini izledik hep birlikte.

Sevgili Selçuk Yöntem, Zafer Ergin, Aykut Oray, Rıza Erkekli, Yalçın Yelence, Nadir Göktürk, Murat Ertrel, Levent Akman, Burhan Şeşen, Turgay Tanülkü, Çiçek Dilligil ve Prof. Dr. Ünsal Oskay‘ın değerli yaşanmışlıklarıyla bezeli röportajlarla, başarılı animasyonlarla, çocukluğumuza ait oyun ve oyuncak detaylarıyla bezenmiş, nostalji kokan, sıcacık bir belgesel. Öte yandan 2007’de başlayan çekimlerde yapılan bu röportajlarda, internet çağının değiştirdikleri, çocukluğun evrilişi de masaya yatırılmış.

Sevgili Cenk Kaptan’a adamıza geldiği ve bizimle filmini paylaştığı, sorularımızı yanıtladığı için çok teşekkür ediyor, bu belgesellerin devamını bekliyoruz.