Un beau matin/One Fine Morning/Güzel Bir Sabah

2022 Film Ekimi kapsamında Kadıköy Sineması’nda izleme fırsatı bulduğum Un beau matin/One Fine Morning/Güzel Bir Sabah, Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve’ın altıncı uzun metrajı imiş, benim ise izlediğim ikinci filmi.

Sinema kariyerine oyuncu ve ‘Cahiers du cinéma’ dergisinde film eleştirmeni olarak başlayan Hansen-Løve’a ait 2021 yapımı Bergman Island/Bergman Adası filmini izlediğimde kendine has tarzından etkilenmiş ve yönetmenin diğer filmleriyle ilgili minik bir araştırma yaptıysam da başka izleme fırsatı bulamamıştım. Oyunculuğunu çok beğendiğim Lea Seydoux’un yönetmenin bahsetmekte olduğumuz son filminde oynadığını öğrenince bu iki kadının birlikte nasıl bir iş çıkardığını oldukça merak ederek aldım biletimi.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki sadece iki filmini izlemiş olsam da yönetmenin sade ve küçük hikayeleri devleştirebilme yeteneği olduğunu hissediyorum, en azından izlediğim iki filmi de bunu geçiriyor seyirciye bana sorarsanız. Devleştirme derken iki filmde de büyük olaylar, şoke edici gelişmeler, katarsisler gerçekleşmiyor ancak hikayenin etkisi devleşiyor sanki, anlatılan hikayenin kendisinin kağıt üzerindeki naifliğiyle kıyaslandığında.

Güzel Bir Sabah adlı filmin hikayesi Fransa, Paris’te geçiyor. Önce Seydoux’un canlandırdığı Sandra karakteriyle tanışıyoruz. Kendisi başarılı bir mütercim tercüman ve Paris’te 9 yaşlarındaki kızıyla yalnız yaşıyor. Kısacık saçlı, aşırı derecede sade giyinen, makyaj yapmayan, sessiz, uyumlu bir kadın Sandra. Çalışmadığı zamanlarda hasta babasının evine giderek onunla yakından ilgileniyor. Babası Georg herkesin hayranlık ve saygı duyduğu bir felsefe öğretmeniyken zor bir hastalığa yakalanmış. Sandra’nın anne babası zamanında ayrılmışlar ve babası başka bir kadınla evlenmiş. Hastalığı dolayısıyla zihni bulanık olan babanın ağzından düşürmediği tek isim ise yeni eşi. Hastalık durumundan dolayı bir bakımevine yerleşmesi gerektiği kararını ise ailece karar vermek zorunda kalıyorlar, Sandra’nın annesi, annesinin yeni eşi, Sandra’nın kız kardeşi ve eşi, Sandra. O bakımevi senin bu bakımevi benim dolaşıyorlar ve bazı sorunlar yaşandığında hemen yeni bir bakımevine alınıyor yaşlı adam. Babasına düşkün ve hassas Sandra için zor günler…

Sandra çalışmadığı ve babasıyla ilgilenmediği zamanlar ise kızıyla veya tek başına parka gidiyor, yürüyüş yapıyor. Bu yürüyüşlerin birinde kaybettiği eşinin arkadaşlarından Clement ile karşılaşıyor. Bu karşılaşma sonrası Clement ile sık görüşmeye başlıyorlar ve hızlı bir şekilde aralarında bir çekim oluyor ancak Clement’in başka bir şehirde eşi ve çocukları var. Clement ve Sandra’nın yaşadığı aşk ise tutkulu ve gerçek. Clement Sandra’ya karşı hep dürüst oluyor ve ara ara “bu ilişki bu şekilde devam edemez” diyerek eşinin, çocuklarının yanına dönüyor ama daha sonra yine kendini Sandra’ya çekilmiş olarak buluyor.

Sandra hayatının tüm aşamalarında pasif bir tutum sergilemek durumunda kalmış görünüyor. Babası için elinden gelen mücadeleyi verse de onun elinde olmayan durumlar var ve bu onu üzüyor. Clement’e ise vazgeçilmez derecede aşık ancak onun da gelip gitmelerine karşı hiçbir tavır sergileyemiyor, sadece ergenliğe yeni girmiş genç kızlar gibi sevgilisi gelince seviniyor, gidince üzülüyor ve ondan gelecek bir cep telefonu mesajına hasret günler geçiriyor.

Sandra babasının gün geçtikçe hafızasını daha çok yitirmesine, kendisini neredeyse hiç hatırlamamasına, tek sayıkladığı kişinin ikinci eşi olmasına aslında çok içerliyor, kalbi çok kırılıyor. Ancak babasını ziyaret etmeye, onun isteklerini karşılamaya devam ediyor. Kendi hayatını yaşamak adına sınırlarını da koymaya çalışıyor ve bir ölçüde başarabiliyor diyebiliriz.

Aşık olduğu adamın da her şeyi bırakarak ona gelmesini, sadece onun olmasını istiyor elbette ama ailesini bırakamamasını da bir yerde anlıyor ve canı çok yansa da sevdiği adamın bir gün tamamen ona geleceği günü beklemeyi, bu umutla yaşamayı tercih ediyor.

Bu hikayeyle yönetmen bir açıdan bize sevginin bedellerini betimlemeye çalışıyor sanki.  Bizi ne kadar incitse de hayatımızda sevgi olmadan devam edemediğimizi açık ediyor.

Babasının hayatta en çok değer verdiği şey olan kütüphanesi ve yüzlerce kitabını ne yapacaklarını şaşırıyorlar ailece evi boşaltırlarken ve çoğunu ona hayran öğrencilerine vermeye karar veriyorlar. Öğrencileriyle sohbet ederken Sandra bir yerde, babası hala yaşamaktayken bile, onun ruhunu ancak bu kitapların arasında hissedebildiğini, bakımevinde yatmakta olan bedenin sadece bir araç olduğunu, babasını babası yapan şeyin bu kitap seçkisi ve bu bilgiler ışığında yarattığı dünya olduğunu söylüyor. Gerçekten de sevdiğimiz kişilerin sevdiği, kıymet verdiği şeyler onları yaşatmaya devam eden önemli detaylar haline geliyor. Bu noktada film başrole babayı da alıyor, hastalığından dolayı tanıyamadığımız bu adamın sağlığındaki yaşamında kendine ve çevresine kattıklarını müzikler, kitaplar sayesinde biraz da olsa koklamış oluyoruz sanki. Bir gün Sandra babasının günlüğünü buluyor ve günlüğüne hastalığının başlarında yazmış olduklarını okuyor, babası hafızasını yitirmekten korktuğu için kendi hayat hikayesini bir anı kitabı olarak yazmak istediğini not almış ve kitabın adı da: Güzel Bir Sabah olacakmış. Ne yazık ki bu otobiyografik kitap hiçbir zaman yazılamayacak ama fark ediyoruz ki Georg, ailesine, öğrencilerine kattıklarıyla yaşayacak… Yakın bir akrabamın bakımevinde olduğu, hayatta en sevdiğim insan olan anneannemi de yeni kaybettiğimiz bir dönemde bu filmi izlemiş olmamın beni kişisel olarak ayrıca etkilediğini söylemem gerek.

Filmin en büyük artısı ise bu denli duygusal yönü ağır basan, gerçekçi, hayatın içinden konulara rağmen, filmin ambiyansının hafifliği, hafif mizahi bir dille o ağır yükü üzerimizden alışının başarısı. Mekanlar, giysiler, diyaloglar renkli, lezzetli. Gözleriniz yaşlı çıkmıyorsunuz salondan ama filmin etkisi üzerinizde bir süre kalıyor. Seydoux, sevgilisi rolünde Melvil Poupaud ve babası rolünde Pascal Greggory bu gerçekçi hikayeye oyunculuklarıyla çok şey katıyorlar. Güzel Bir Sabah, güzel bir sabah pencereden baktığınızda göreceğiniz bir kuşun size mutluluk vermesi ve rüzgarın sizi üşüterek tedirgin etmesi kadar gerçek ve doğal bir film.

Yazı Sadibey.com sitesinde yayınlanmıştır.

Reha Erdem filmi Seni Buldum Ya!’nın Çevrimiçi Galası MUBI’de!

Başarılı yönetmen Reha Erdem’in Zoom üzerinden çektiği kara komedisi Seni Buldum Ya!, yarından itibaren (13.03.2021) MUBI’de gösterime giriyor.

200’e yakın ülkede izlenebilecek filme özel hazırlanan “Çevrimiçi Gala” yarın akşam saat 20:00’de başlayacak.

Gösterim öncesi Muammer Brav’ın sunumuyla gerçekleşecek kırmızı halı seremonisine Reha Erdem’in yanı sıra filmin oyuncuları Serkan Keskin, Nihal Yalçın, Bülent Emin Yarar, Ezgi Mola, Taner Birsel, Tilbe Saran, Esra Bezen Bilgin, Tansu Biçer ve Ecem Uzun katılacak

Gösterimin ardından Reha Erdem’in sinema yazarı Esin Küçüktepepınar’ın sorularını yanıtladığı bir sohbet yayında olacak.

Karantinayı fırsat bilip çevrimiçi bir suç ağı kurmuş iki dolandırıcının yaşadığı trajikomik olayları konu alan film 13 Mart’tan itibaren sadece MUBI’de izlenebilecek.

Psikesinema 28. Sayısı Yayında!

Mart- Nisan 2020 Sayısı Bayilerde

Bu sayıda, aynı zamanda Büyükada’dan komşularım olan yönetmen çift Mehmet Bahadır Er ve Maryna Er Gorbac ile son filmleri Omar ve Biz hakkında yaptığım röportaj yer alıyor.

Psikesinema Mart 2020

2008’de ilk filmlerini çektiler: Kara Köpekler Havlarken. 2013’te ise Sev Beni adlı filme imza attılar.

Röportajdan…..

Kara Köpekler Havlarken, bir ilk film olmasına rağmen, adı hafızalara kazınmış, bilinen bir film oldu.

Bahadır: Evet, ben çok seviyorum filmin ruhunu, hala kendi yirmibeş yaşımı görebiliyorum filmde. Amerika’da bir film profesyoneli ile konuşuyorduk son filmimiz Omar ve Biz için, sizi hatırlıyorum, Kara Köpekler Havlarken’i çekmiştiniz diyor, on sene geçmiş, iyi bir kartvizit demek ki.

Maryna: Türkiye’de çok ödül almadı ama yurtdışında bile adını duyurdu galiba evet.

Çektiğiniz üç filme baktığımızda, bir yandan hiç birbirlerini çağrıştırmayan filmler, bir yandan da sosyolojik, ekonomik ve politik konulara değinen filmler. Omar ve Biz’de iki Suriyeli göçmenle komşu olmak durumunda olan emekli bir komutanın evrimini izliyoruz. Herkesin hassas olduğu, işlemesi zor bir konu, nasıl gelişti senaryosu? Gerçek bir hayat hikayesi mi?

Tesadüfen tanıştığımız Pakistan’lı bir göçmenin hikayesinden etkilendik ama onun hayat hikayesi değil…..

5 sayfalık, dolu dolu röportajın devamı Psikesinema Dergisi‘nde.

Basılı dergilere destek olalım.

Büyükada’da Tahtacı Fatma Belgeselini İzledik

suha arin
suha arin

2000 yılında Yeditepe Üniversitesi’nde Radyo TV Sinema Yüksek Lisans yapmaya başladım, yıllar içinde çok kıymetli öğretmenlerim oldu, çoğuyla hala görüşüyorum, Nurçay Türkoğlu hocam, Ayla Kutlu hocam, Tül Akbal Süalp hocam ve niceleri… Çok kıymetli bir öğretmenimizi ise çok erken kaybettik, ancak kalbimizdeki yeri o kadar sonsuz ki. Hem bize öğrettikleriyle, hem babacan, sevgi dolu tavrıyla: Süha Arın. Kendisini Şubat 2004’te kaybettik ne yazık ki.

Yıl olmuş 2020, Büyükada Adalar Kültür Derneği‘ne rahmetlinin çok değerli kardeşi Reha Arın‘ı çağırmak istedim, kıymetli eşleriyle birlikte onurlandırdılar ve 1979 yapımı Tahtacı Fatma adlı ödüllü belgeseli izledik. Yaklaşık 50 kişilik bir katılımla çok keyifli bir izlence oldu, arkasından Reha Arın ile dolu dolu sohbet ettik, izleyebilirsiniz:

Karakomik Filmler

Cem Yılmaz’ın her filminin basın gösterimine koşa koşa giderim. Ben gene neyse de, kendisi de yıllardır her filminin basın gösterimine koşa koşa geliyor, bu beni çok mutlu eden bir detay doğrusu. Filmden önce ufak bir konuşma yaptı, bu konuşmada canımız Sadi Bey’imize geçmiş olsun demeyi de ihmal etmedi. Filmi bizimle birlikte izledi ve çıkışta oyuncuların da katılımıyla basının sorularını yanıtladı. İşini bu denli ciddiye alması ve sorumluluk sahibi olması çok hoş.

Filmle ilgili düşüncelerime ise buradan ulaşabilirsiniz..

Kutu (The Box) Adlı Kısa Filmimizin İlk Özel Gösterimi Kadıköy’de Gerçekleşti

Ekipten ve oyuncularından biri olduğum Çağrı Dörter’in ilk kısa metraj filmi Kutu (The Box)Uluslararası Lift Off Sessions FilmFestivali ve Uluslararası First Time Filmmaker Sessions Film Festivali’nde yarışmak üzere resmi seçkiye katılmaya hak kazandı.

Yaşadıklarından sonra her şeyi bırakıp kimsenin onu bulamayacağı uzak bir köy evine kaçan bir kadının, kapısına dayanan ve elindeki paketleri alması için ısrar eden garip ve gizemli bir postacı tarafından huzurunun kaçırılmasını konu alan Kutu’da, gerilim ve gizem aynı anda artıyor.

The Box (Kutu) filmi, festival süreçleriyle birlikte Türkiye’nin çeşitli yerlerinde özel gösterimlerle de seyircilerle buluşacak. Geçtiğimiz Pazar filmimizin ilk özel gösterimini yaptık. Tüm katılımcılara ve destekçilere teşekkür ediyoruz.

Kutu (The Box) adlı kısa filmimizin fragmanlarına buradan ulaşabilirsiniz. 

Adalar Kültür Derneği’nde Rüzgarın Şarkısı’nı İzledik, Söyleştik

Kibar Dağlayan Yiğit imzalı belgesel Rüzgarın Şarkısı’nı izledik, üzerine uzun ve keyifli bir söyleşi yaptık adadan ve İstanbul’dan izlemeye gelenlerle.

Kısa Filmimiz Kutu (The Box) Çekimleri Sona Erdi, Fon Sayfamız Aktive Oldu

Sevgili dostlarımız,

Çekimleri 3 aydır süren, hem yapım ekibinde olup hem de oyuncu olarak eşlik ettiğim Kutu adlı kısa filmin (The Box) İstanbul ve Bodrum’daki tüm çekimleri tamamlandı ve prodüksiyon aşamasına geçildi. Bugün itibariyle, projeye dahil olmak ve destek vermek isteyen tüm dostlarımızın katılımı mümkün hale geldi. Kimi dostlarımız bu filme yapımcı dahi olabilecek veya ismini projeye farkı şekillerde kalıcı olarak dahil edebilecek. Projede alacağı sıfat, IMDB dahil olmak üzere, dünya sinema verilerine eklenerek resmi anlamda kayda girecek. Detaylara, bu fongogo sayfasından ulaşabilirsiniz.

Kutu’nun (The Box) en geç Eylül 2019 itibariyle hem Türkçe hem de İngilizce iki yapım olarak yurt içi ve yurt dışındaki festivallere katılmaya başlaması ve 2019-2020 boyunca bu sürecin devam ettirilmesi planlanıyor.

Projeye dahil olmak isteyen dostlarımız, fongogo bağlantı linki üzerinden doğrudan destek sağlayabilir ve projenin gerçek anlamda bir parçası olabilirler.

Sinemada İnsanlık Halleri – Merak: Kentlerdeki Yaşam Merakı

“Sinemada İnsanlık Halleri” etkinliği, meselesi anlatmak olan sinema ile meselesi anlamak ve çözmek olan psikiyatri arasındaki ilişkiyi bir tartışma platformuna taşımayı amaçlıyor.

Psikesinema – Psikeart & Akbank Sanat ortaklığındaki etkinliğin koordinatörü Prof. Dr. M. Emin Önder .

10 Nisan 2019’da, konu Kentlerdeki Yaşam Merakı idi. Woody Allen imzalı Paris’te Bir Gece Yarısı /Midnight in Paris filmi izlendi ve ardından
Dr. Serpil Vargel ve Dr. Hakan Karaş sunum gerçekleştirdiler. Ben ise oturum başkanı idim. İzleyebilirsiniz:

Mahmut Fazıl Coşkun ile Ödüllü Son Filmi Anons’u Konuştuk

Kasım 2018’de sekizincisi gerçekleşmiş olan Malatya Film Festivali’nde ödüller belli olmadan önce merakla izleyip çok beğendiğim Anons filminin yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun ile bir röportaj yapmıştım. Röportaj bu ay Psikesinema Dergisi’nde.


Festivalde Ulusal Uzun Metraj Film ödülünü kazanan “Anons”, ayrıca En İyi Yönetmen Ödülü’nün de sahibi oldu. Maalesef yayınlanacak olan mecrada yayınlanmasında bir sıkıntı oldu, bu yüzden geç olsun güç olmasın diyerek bloguma koymak istedim röportajı, film dünyada farklı festivalleri gezmeye de devam ediyor. İyi okumalar.

2009’da Uzak İhtimal adlı filmi izlediğimde, özellikle o dönem izlediğimiz diğer yerli yapımlardan çok farklı bulduğumu hatırlıyorum. Genç bir müezzinle rahibe olmaya çalışan genç bir Hıristiyan kadının olanaksız aşkını konu alan bu film gerek oyunculuklarıyla, gerek cesur ve farklı konusuyla, en çok melodrama yakın bir atmosfer kurmasına rağmen aralarda hissedilebilen hafif kara mizahi diliyle, karakterlerin derin ruh hallerinin çözümlemeleriyle gerçekten de ayrıksı ve özel bir ilk filmdi. 2013’te Yozgat Blues’u izlediğimde ise ilk başta açıkçası filmi yine bir ilk film sanmıştım ve bağlantıyı sonradan kurduğumda çok mutlu olduğumu hatırlıyorum, artık sonrasında ne yapacak acaba diye merak ettiren yeni bir yönetmen daha vardı Türk sinemasında. Zira Yozgat Blues da çok orijinal bir film. Çok güçlü insan doğası çözümlemeleri var yine, kara mizah dozu artmış vaziyette, oyuncu kadrosu da bir o kadar şahane. Bu sene Malatya Film Festivali’nde Mahmut Fazıl Coşkun’un üçüncü filmi Anons’un yarıştığını gördüğümde oldukça heyecanlandım, heyecanım da yersiz değilmiş; sinematografik açıdan çok daha olgun, kara film tonları eklenmiş, kara mizah dozajı oldukça artmış olan, bu kez bambaşka bir hikayeyi,yine kendine has diliyle anlatan bir yapıma imza atmış Coşkun. 8. Malatya Uluslararası Film Festivali’nden en iyi film dahil 5 ödülle dönen Anons filmiyle ilgili sorularımı yönetmenine Malatya’da ödül töreninden iki gün önce yönelttim.

Üçüncü uzun metraj filminiz Malatya’da yarışıyor. İlk iki filminizle değil de bu filminizle sizi keşfedecek olanlar için kısaca önce sizi tanıyalım, sinema serüveninizi.

Amerika’da okudum, sonra Türkiye’ye geldim ve belgesel yapmaya başladım. 2006-2007 gibi ise ilk uzun metraj filmime hazırlanmaya başladım. 2008 gibi Uzak İhtimal’i çektim, ilk filmim, ardından biraz aradan sonra Yozgat Blues’u çektim. Yine biraz ara verdim ve üçüncü filmim Anons’la buradayım evet.

Yurtdışında sinema mı okumuştunuz?

Ben aslında Türkiye’de elektrik mühendisliği okudum. Ama meslek olarak hiç yapmadım ve sinema yapmak istediğimi anladığımda Amerika’ya gidip sinema okudum. Sonra Türkiye’de master yaptım. Henüz tezimi bitiremeden çalışmaya başladım.

İlk filminiz oldukça değişik konusu, bildik oyuncularıyla ses getiren bir yapım olmuştu. Yurtdışı da gezdi, ödüller de aldı. O süreçten başlayalım mı?

Benim aklıma bir fikir gelmişti, bir hikaye vardı kafamda. Tarık Tufan ve Görkem Yeltan’la paylaştım, senaryoda ben de vardım ama esas onlar daha çok yazdılar, o yüzden senaryoda benim adım geçmez. Bakanlığa başvurduk, kabul edilince çekimler başlamış oldu.

Aslında temposu düşük, izlemeye belki çoğu seyircinin de alışık olmayacağı türden, takip etmesi zor ve konu itibariyle cesur bir filmdi ama kendi seyirci kitlesini buldu diye düşünüyorum.

Evet öyle oldu.

Yozgat Blues’a gelirsek, yine değişik bir film çektiniz, alışılmadık. Bu iki filmde de benzer öğeler, tatlar var diye düşünüyorum, hem dramatik yapıları, hem de kara mizah tonları açısından. Bu yönetmen olarak sizin dilinizi, size ait bir sinemayı da sanki yavaştan oturtan bir tür olmaya başladı diyebilir miyiz? Çünkü Anons’a geldiğimizde onda da aynı şeyi göreceğiz.

Üç filmimde de bir takım akrabalıklar olduğunu ben de düşünüyorum. Bilinçli akrabalıklar değil aslında ama doğal yollardan, bilinçdışından sızan benzerlikler belki. Sanırım mizah dozu her filmimde biraz daha artıyor. Bu da benim hoşuma gidiyor, bunun filmlerime sızması, biraz benim kişiliğimle de ilgili olabilir.

Hayata mizahi yönünden bakmayı mı seversiniz?

Evet, öyle diyebiliriz sanırım.

Üç filminizde de oyunculuklar oldukça öne çıkıyor, kendilerini ispatlamış, bildiğimiz ve sevdiğimiz isimler var genelde, seçimleriniz neye göre oluyor?

Üç filmimde de çok farklı gelişti oyunculuk seçimleri aslında. İlk filmimin döneminde ben çok fazla oyuncu tanımıyordum, bilmiyordum. Tesadüfler, tanışmalar, çok doğal gelişen süreçler oldu. Görkem’le tanışmıştık, onunla çalışalım dedik, Nadir Sarıbacak’ı birisi önerdi mesela, ben hiç tanımıyordum. Zaten aslında o dönem ikisi de çok göz önünde değillerdi.

Evet doğru, ama çok güzel denk gelmiş demek ki çünkü düşündüğümde Uzak İhtimal’de o rolü Nadir Sarıbacak’tan başkası oynamamalı diye düşünüyorum. Sanki ona yazılmış gibi.

Evet, Olgun Şimşek önermişti Nadir’i çok da müteşekkirim ona. Ben de aynı duyguları taşıyorum bu konuda. Sonrasında da çok parladı Nadir. Yozgat Blues’da daha önceden düşünmüştüm Tansu Biçer ve Ayça Damgacı’yı. Onları düşünerek yazıldı senaryo bile diyebilirim. Ercan Kesal, Nadir Sarıbacak sonradan katıldılar. Hele Ercan Kesal çok geç katılmıştır projeye. Anons’ta ise çok farklı bir yol çizdik. Cast direktörü Ezgi Baltaş’tı. Daha kalabalık bir kadro gerekiyordu senaryo açısından. Ben bilinçli olarak çok fazla tanıdığımız, özellikle benim de yakından tanıdığım oyuncular dışında kişiler olsun istedim. O nedenle oyuncu görüşmeleri epey uzun sürdü. Ben ortaya çıkan tüm bu oyuncu ekibiyle ilk defa çalıştım. İçime de sinen bir kadro oldu.

Anons filminin hikayesi ne zaman çıktı, ne zamandır çalışıyorsunuz bu proje üzerinde?

Yozgat Blues bittikten sonra, yani 2013’te başladık üzerine düşünmeye Ercan Kesal ile. Çünkü Ercan Kesal ile hep birşeyler yazalım diye konuşuyorduk. Bu bildiğim, gerçek bir hikayeydi, buna karar verdik ve birlikte yazmaya başladık.

1960’larda yaşanmış gerçek bir darbe girişimini konu alıyorsunuz bu filmde. Fakat bu gerçek hikayeyi belgesel gibi anlatıyor değilsiniz, hatta kurgu olsa dahi, birebir hikayeyi anlatmıyorsunuz, daha önce de dediğimiz gibi burada mizahi dil çok yüksek, neredeyse konunun parodisi diyebileceğimiz kadar hiciv dolu bir film. Bu anlamda da ilk filmlerinizle akrabalıkları olsa da bir yandan da oldukça ayrılıyor. Konuyu bilen bir seyirci olarak, gerçek ve ciddi bir konuyla ilgili bir film izleyeceğim duygusuyla oturup, yandan yandan gülerek ayrılıyoruz salondan. Politik bir konu olsa da bir yandan da değil. Başından beri böyle olmasını mı istediniz?

Gerçekçi bir film olsun, gerçek olaylara bağlı kalalım gibi bir isteğim olmadı hiçbir zaman açıkçası. Bu konuda özgür ve rahat olmak istedim. Fakat ne yazıktır ki, mizah zaten o dönem yaşananların kendisinde de var. O dönem yaşananlarla ilgili anıları falan okuduğunuzda olayın tabiatındaki mizahı görüyorsunuz ister istemez. Çok da özellikle yerleştirdiğimiz durumlar değil. İlham aldık gerçeklerden diye düşünüyorum. 63’teki bu olayı yeniden gündeme getirmek, kim haklıydı kim haksızdı bunu tartışmak gibi bir düşüncem olmadı, başka bir yerden ele aldığım , bana ilham veren bir hikaye oldu. Tırnak içinde politik bir film değil. Ya da darbenin neden ve sonuçları üzerine bir çıkarım değil.

Peki bu konunun araştırması nasıl gelişti?

O dönem yazılmış çok sayıda anı kitabı var. Çok sayıda günlükler var. Hem bu olayları yaşamış subayların anıları, hem de o dönem gazetecilerin bazı yazdıkları var. Çok iyi veriler vardı elimizde ama biz sadece bu olaya odaklanmadık doğrusu. O dönemin biraz da ruhunu anlamak adına pek çok dergi, kitap, gazete karıştırdık, o dönem yazılmış romanlar, çekilmiş filmler, hepsi bizim için bir kaynaktı ve odağımız daha çok dönemdi.

Evet, bir dönem filmi ve bu anlamda da önem verdiğiniz detaylar dikkat çekiyor. Herşeyden önce, film başladığında önce bir film-noir’ın (kara film) içindeyiz adeta, Türk sinemasında örneğine az rastlanır bir tür bu.  Sonrasında da sinemasal anlamda kurduğunuz atmosfer, filmin dokusu da diğer filmlerinizden farklı. Estetik açıdan yani, kullandığınız renkler, kostümler…

O bir bütün tabii. Evet kara mizah ve kara film öğelerini kullanmak elbette baştan düşünülmüş fikirlerdi. Dönem filmi nasıl çekilir’e de çok kafa yorduğum için bunlara özendim. Benim çok da sevdiğim bir tür sinemada kara film ve dönem filmlerine yansımaları. Dolayısıyla bu türde çekilmiş filmlerden de ilham aldık diyebilirim.

İlk iki filminizdeki karakterlerle özdeşleşmemiz daha kolay olmuştu, malum burada ciddi bir konu, askerler var, bu yüzden başta pek özdeşleşme yaşayamadan, sanki robotlarmış gibi yaptıklarını uzaktan izleyip, “eh askerler tabii, normal” duygusuyla izliyoruz. Ama bir süre sonra askerlerin de her birinin farklı kişilik özellikleri ortaya çıkmaya başlıyor, böylelikle karton karakterler de olmamış. Hepsinin psikolojik altyapısı düşünülmüş belli ki, bu konuda ne söylemek istersiniz?

Tabii, hepsinin ayrı karakter özellikleri var. Diğer filmlerimde de deadpan oyunculuk nispeten vardı ama bunda daha bir deadpan oyunculuk var. Duygularını göstermiyorlar, kendileriyle ilgili detay vermiyorlar durum itibariyle, dolayısıyla karakterlerini anlatmak için çok kısıtlı imkanlar var. Öyle bir yerden karakteri hissettirebilmenin de oyunculuk başarısı olduğunu düşünüyorum.

Çekimler, kurgu ne kadar sürdü?

4,5 hafta sürdü çekimler. Kurgusu ise biraz uzun sürdü. Post prodüksiyonu da düşünürsek 1 sene kadar uğraşıldı filmle. Kurgu dönemi aslında biraz senaryo dönemine benzeyen bir dönem. Arada esler verilerek çalışılan. Çünkü biraz soğumanız, yabancılaşmanız ve yeniden bakmanız, kararlar almanız gerekiyor. Bu arada ilginçtir, üç filmimde de çekim sürelerim hep aynı oldu, maksimum 4,5 hafta. Bir de hep aynı aylarda çekilmiş, vizyon tarihleri de hep aynı dönem ve tamamen tesadüf. Filmin süreleri de aşağı yukarı aynı.

(kahkahalar)

Düzenli bir geçmiş var en azından.

Çok düzenli evet, ritmli.

Ekip olarak, sanat yönetimi, görüntü yönetimi gibi daha teknik kısımdaki seçimleri neye göre yapıyorsunuz, neleri öngörerek, kimlerle çalışmayı tercih ediyorsunuz?

Ekip çok önemli, birlikte uzun bir zaman geçiriyorsunuz, önemsiyorum. Anons’ta aynı sanat yönetmeniyle çalıştım, onun dışında ekipteki herkes yeni insanlardı. Bulgaristan ortaklığında olduğu için film, ekibin çoğu oradan. Kamera grubu tamamen Bulgardı mesela. Sesçiler, makyöz Bulgardı. Yapım tasarımcımız da Macardı.  Açıkçası sürprizlere açıktı bu yeni ekip ama çok iyi bir biraradalık meydana gelmişti diye düşünüyorum. Yapımın da burada büyük bir öngörüsü var tabii, biraz da Allah’ın yardımı, şans diyelim. Hem insan olarak, hem de son derece yaratıcı ve akıllı insanlar biraraya gelmişti. İnşallah tekrar bu isimlerle çalışma fırsatım olur.

Anons filmi açılışını Venedik FİLM Festivali’nde yaptı ve ödülle döndünüz. Yurtdışı deneyimleri ve festival deneyimleri hakkında neler söylemek istersiniz?

Daha önceki filmlerim de yurtdışında gösterildi ve ödül aldı. Filmin açılışının yurtdışında olması önemli tabii, hele ki Venedik şu ana kadar benim gittiğim en büyük festivaldi. Bu filmle giderken, diğer filmlerden farklı olduğu ve ilk kez seyirciyle buluşacağı için biraz gergindim açıkçası, nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımı çok da kestiremiyordum. Salon çok kalabalıktı, onlarla birlikte izlemek de gergin bir durum, sonrasında söyleşi falan derken, sıkıntılı bir süreç aslında. Fakat bir o kadar da heyecanlı ve güzel bir süreç, tarif etmesi biraz zor. Ama tepkiler iyiydi, ben filmin karşılık bulduğunu hissettim, anlaşıldığını. Hem Türkiye’de hem yabancı basında çok güzel yazılar da çıktı, bunlar hoşuma gidiyor tabii. Bir yönetmen için daha fazlası da gerekmez memnun olmak için açıkçası.

Malatya nasıl geçiyor, Türkiye’deki festivalleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben Malatya Film Festivali’ne üçüncü kez geliyorum. Yozgat Blues yarışmadaydı, jüri olarak da geldiğim oldu. En son 2013’te gelmiştim sanırım ve festivalin çok gelişmiş olduğunu gördüm bu yıl. Film platformunun olması güzel, pek çok kısa filmci görüyorum, oldukça fazla yabancı konuk var, yönetmenler var. Programı da son derece başarılı festivalin. Umut ediyorum ki daha da iyi olsun. Açıkçası ben birşeyin büyümesindense kalitesinin artmasını daha çok önemsiyorum. Türkiye^de festivaller aşırı iddialı ve tekrar eden olaylar yaşıyoruz. Bu tür yaklaşımlardan çok sıkılıyorum açıkçası. Onun yerine, daha mütevazi, daha kimlikli ve kişilikli festivaller gelişebilir ve biz de onlara gelmeye can atarız. Malatya’nın o şekilde gelişeceğine dair bir hava hissediyorum açıkçası, umarım böyle olur.

Anons vizyona girdi, filmleriniz hem vizyonda hem de festivallerde seyircisini buluyor, Türkiye’de genelde bağımsız yapımların vizyonda uzun süre kalması zorlaştı, gişe kaygısı da ister istemez olabiliyor, sizin yaklaşımınız nedir?

Bu konuda çok da fikrim yok açıkçası, daha doğrusu belirli bir strateji ile yaklaşmıyorum, belki de yaklaşmak lazım. Dağıtım, seyirci, tüketim alışkanlıklarının değişmesi gibi pek çok faktör var, bu konuda düşünen, bunu inceleyen ve bu konuda birşeyler söyleyen insanlar var, onları okuyorum ve anlamaya çalışıyorum ama bu biraz da sanki yapımcıların, dağıtımcıların, yani işin daha o tarafında olan insanların meselesi gibi geliyor. Kibirle söylediğim bir şey değil; bir yönetmen olarak benim çok bilmediğim, anlamadığım bir konu. Filmimi yaptıktan ve sunduktan sonrası başka türlü bir pazarlama yolu.

Evet, sizin filmleriniz o anlamda iddiası olmayan, sakin sakin vizyona giren ve çıkan, kendi kitlesini de bulan filmler oldu ama pazarlama demişken mesela Anons’un posteri benim çok ilgimi çekti. Kullanılan renk, fontlar, oldukça dikkat çekici, bunun da filmin pazarlamasına etkisi olduğunu düşünüyorum. Poster fikri kime ait oluyor, o nasıl gelişti Anons’ta?

Afiş tasarımcımız Gül Türkmen, Yozgat Blues filminin afişi de ona aitti. Hem komşuyuz, hem de grafiker. Çok fazla deneme yanılma yaptı, çok fazla çalıştı bu poster üzerinde. Çok versiyonlu çalıştı. Hatta bu afişin aynısının mavisi falan da vardı ama en son bu sarı olanda karar kıldık. Gül’ün çok emeği var.

Bir dönem filmi olarak müzikler bence çok etkiliydi filmde. Ben çok da severek dinledim, soundtrack’i olsa alırım dedim. Müzik seçimleri nasıl oldu, kime aitti?

Tüm müzikler Okan Kaya’ya ait. Okan onları sanki dönem müzikleriymiş gibi yaptı, halbuki hepsi film için yapılmış müzikler. Açıkçası bu da uzun bir çalışmaydı. Askeri marş, filmin tema müziği derken… Okan’a çok teşekkür ederim, nezaketen değil, gerçekten çok çalıştı ve çok değerli bir iş çıkardı. İnsanlar soruyorlar bana bu şarkıyı nerden buldunuz, eski bir şarkı sanıyorlar.

Arigato diye bir şarkı var, orada Görkem Yeltan’ın adını gördüm?

Evet, sözlerini o yazdı.