Nuri Bilge Ceylan Röportajı – Cannes

Nuri Bilge Ceylan

Nuri Bilge Ceylan Röportajı

“Bir Zamanlar Anadolu’da” ile Altın Palmiye adayı olan Nuri Bilge Ceylan, Cannes’ın eşşiz manzarasında Melis Zararsız’ın sorularını yanıtladı.

Cannes’a ilk gelişiniz değil yarışma filmlerinden bir yönetmen olarak… Bu sene Cannes’ı nasıl buldunuz, filmler nasıl, sizin filminiz var, genel anlamda nasıl bir Cannes bu sizin için?

Genel olarak aynı, pek bir farkı yok diğer yıllardan ama “ben” biraz değişiyorum o yüzden bana da farklı görünen yanları oluyor. Ama her şey yolunda ve burası bir filmle başlamak için en iyi, en güzel yer.

Peki, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ya gelirsek, bu filmde gerçekten farklı bir Nuri Bilge Ceylan sinemasıyla karşı karşıya gibiyiz. Filmde merak unsuru çok hakim, ayrıca bence en gizemli filminiz bu. Çok fazla tanıdık oyuncu var ve diğer filmlerinizden teknik olarak da hikaye olarak da epey farklı. Gene elbette eski filmlerinizdeki yapıdan izler var ama örneğin çok fazla diyalog var bu kez, neredeyse sessiz anlar olduğu kadar diyalog da var. Fakat basın konferansında bu tarz sorulara, “ben çok da farketmiyorum değişimi, ben film çekiyorum, geriye bakmıyorum, onu siz değerlendirin” dediniz. Ben gene de sormak istiyorum, Koza’dan bu yana sinemanızda nasıl bir değişim/gelişim görüyorsunuz?

Ne diyebilirim ki, teker teker bazı filmler yapıyoruz. Elbette zaman geçiyor bu arada ve bizler de değişiyoruz, bu da sinemamıza yansıyor, bence bu doğal. Özellikle bir çocuk sahibi olmak beni çok değiştirdi. Tutkunun anlamı değişti benim için. Her şey değişti. Bu filmde mesela herkes çocukları işleyişimi konuşuyor. Bu son yedi yıl içinde benim de bir çocuğumun olmasının bir yansıması olsa gerek.

Filmin senaryosu da epey çarpıcı. Basın konferansında bu hikayenin size Ercan Kesal tarafından anlatılan gerçek bir hikayeden yola çıkılarak yazıldığını, ama daha sonra yazarken bir çok şey kattığınızı söylediniz. Bu arada artık Ebru Ceylan, Ercan Kesal ve siz bir senaryo ekibi gibi oldunuz sanki. Ben bu senaryo sürecini merak ediyorum, nasıl biraraya geliniyor, kim neresinden tutuyor, nasıl yazıldı bu senaryo?

Aslında senaryo yazmanın dışında biz biraraya gelen insanlarız Ercan’la, ailece bir görüşme ve arkadaşlık söz konusu yani. Genelde yemeklerde ve bir çok etkinlikte bir araya geliyoruz. Ve biz bir çok şeyden konuşuyoruz kendi aramızda, uzun sohbetlerimiz oluyor. Ama senaryo yazmaya karar verdiğimizde elbette her gün biraraya gelip profesyonel bir şekilde çalışıyoruz. Bu çok önemli biliyorsunuz. Üç dört ay bir araya geliyoruz haftasonları dışında her gün ve uzun uzun konuşuyoruz, yaptığımız şey aslında bu. Sonra ben genelde onlara ev ödevleri veriyorum. Sonra oturup yazdıkları üzerinde konuşuyoruz. Ben genelde senaryonun tümüne hakim olmaya konsantre oluyorum. Ama çoğunluğu sohbet ve konuşma üzerinedir. Bayağı da değişiyor tabii, bir çok kez. Çekimlerde değişebiliyor, kurguda değişebiliyor, bu gerçi her senaryo ekibi için aynıdır herhalde.

Bu filmin senaryosu ne kadar sürdü?

Yazmak 4 ay sürdü.

Çekimler?

Yaklaşık 3 ay sürdü. Kurgu 6 ay. Post prodüksiyon ise tam 1 yıl. (gülüşmeler) Film yapmak çook uzun bir süreç.

Bir Zamanlar Anadolu’da, tam 147 dakikalık bir film. Neredeyse üç saat, bu çok uzun bir süre. Mayıs Sıkıntısı da epey uzun bir filmdi gerçi. Bu filmdeki süreç konusunda ne düşünüyorsunuz? İnsanlar genelde bundan bahsediyor çünkü. Daha kısa tutabilirdiniz de siz mi istemediniz, ya da nasıl oldu, siz nasıl görüyorsunuz filmin süresini?

Standartlara göre elbette ki çok uzun. Ama standartlara uymak zorunda değiliz. Ben 90 dakika gibi bir klişeye bağlı kalma düşüncesinden çok sıkıldım artık. Bu sizi zorlayan ve kısıtlayan bir şey. Edebiyatta böyle bir şey yok mesela biliyorsunuz, bir kitap 50 sayfa da olabilir 500 sayfa da olabilir ve çok kalın görünebilir ama kimse neden bu kadar uzun yazdınız diye sormaz. Ben de bu özgürlüğü filmlerimde kullanmak istiyorum. Bana göre uzun değil, bu uzunlukta olmalıydı ve oldu. Sektör standartlarına göre çok uzun olduğunun farkındayım. Ama ben standartların dışında olmak istiyorum doğrusu. Ben yaptığım filmin süresinden mutluyum.

Sanki edebiyatın sinemasını yapmak istiyor gibisiniz.

Bilmiyorum…

Peki, teşekkür ederiz…

Röportaj: Melis Zararsız
Yer: Cannes Film Festivali, Türk Pavillion

We Need To Talk About Kevin – Cannes Gösterimi

Cannes Film Festivali’nin ikinci gününde izlediğim We Need To Talk About Kevin, Lionel Shriver’ın 2003’te yayınlanan aynı adlı ödüllü kitabından uyarlanmış. Açıkçası ben tanımıyordum ama filmin yönetmeni İskoçlu Lynne Ramsay, daha önce Ratcatcher adlı filmiyle adından oldukça bahsettirmişse de birkaç yıldır ortalıklarda yokmuş. Bu filmiyle ise kendinden uzun süre söz ettireceğe benzer.

Film, İspanya’da yapıldığını bildiğim bir domates savaşı olayı ile başlıyor, Eva (Tilda Swinton) büyük bir mutlulukla kıpkırmızı domateslerin arasında adeta kayboluyor, düşüyor, kalkıyor, kayıyor, en sonunda birçok el Eva’yı yukarı kaldırıyor, Eva çok mutlu, kendisini belli ki çok özgür hissediyor, sonra birden uyanıyor Eva, evinde. (Bu domates savaşı belki bir rüyaydı, belki de Eva’nın daha önce yaşadığı özgür hayattan hatırladığı bir andı.) Müstakil bir evde tek başına yaşıyor Eva ve uyandığında camdan dışarı bakıyor, kırmızı boyalar görüyor. Dışarı çıkıyor ve görüyor ki evine kırmızı boyalarla saldırılmış, her yer kıpkırmızı olmuş, arabasına da aynı şekilde. Hiçbir şey yokmuş gibi arabasına biniyor ve aklına daha önce koymuş olduğu belli bir şekilde gidip bir iş başvurusu yapıyor, kabul ediliyor ve kısa süreli de olsa mutlu oluyor Eva. Genelde ise bitkin, mutsuz…

Film belirli aralıklarla zaman geçişleri yapıyor – bu değişik zamanları Eva’nın saç şekliyle de takip edebiliyoruz. Filmi gizemli kılan taraf da filmin kronolojik olarak düzensiz ve kolajsı kurgu yapısı. Çünkü başta tek bildiğimiz Eva’nın tek başına yaşayan, mutsuz, bakımsız bir kadın olduğu ve geçmişinde sıkıntılı bir şeyler yaşadığı. Daha sonra Eva yeni başladığı işinden bir günlük izin alıyor ve hapishanede birini ziyaret ediyor. Bu ziyaretten sonra geçmişle ilgili daha çok zaman sıçramaları yaşıyoruz ve artık Eva’nın hayatındaki sıkıntı tek tek ortaya çıkmaya başlıyor. Eva özgürlüğüne düşkün, kariyer sahibi, ama aşık olmuş ve evlenmiş bir kadın; hamile kaldığında bu durumundan pek mutlu olmadığını hissediyoruz. Bebeği, doğduktan sonra ilk birkaç ay susmaksızın ağlayarak anne Eva’yı daha da perişan ediyor. Eva adeta mutsuz, bitkin ve çaresiz bir hal alıyor her geçen gün. Kocası ise abarttığını düşünüyor çünkü o eve geldiğinde, oğlunu kucakladığında hiçbir sorun yok. Bebeğin tüm garezi annesine sanki.

Oğulları Kevin altı yaşına geldiğinde hala anneye garezi sürmekte, tek kelime konuşmamakta, annesinin “hadi bana geri yolla” diyerek bacaklarına doğru ittiği topa karşılık vermemekte… Annesi çocuğun otistik olduğundan şüphelenerek doktora götürüyor ama doktor da oğlunun gayet “normal” olduğunu söylüyor. Eva adeta mutsuz bu cevaptan çünkü, biliyor ki oğlunda bir sorun var. Sanki sadece onun görebildiği bir sorun.

Ergenlik çağında Kevin artık isyankar bir genç. Fakat genellikle alıp veremediği hep annesinin üzerine. Eva belki birşeyler değişir umuduyla yeniden hamile kalıyor ve bu kez Kevin’in tam tersi kişilikte bir kızları oluyor. Kevin elbette bunu da kendisine bir tehdit olarak görüyor ve kız kardeşine zarar verme potansiyeli taşıyor.

Film Kevin’in hapse girmesiyle sonuçlanacak korkunç suçlar işlemesiyle sona doğru ilerliyor ve annesinin “neden?” sorusuna, “bir zamanlar bildiğimi sanıyordum, ama şimdi düşünüyorum da, bilmiyorum” cevabını veriyor.

Psikolojik gerilim öğelerini büyük bir başarıyla sergileyen film, kırmızı renginin üstüne görsel bir deneme gibi adeta. Başarılı bir ses-müzik-görsel uyumuyla, düzensiz kurgusuyla bir ailenin dağılmasını daha sanatsal gösteremezmiş herhalde. Böyle psikolojik öğeler taşıyan bir hikayenin olmazsa olmazı karakter çalışmaları da çok yerinde ve derin olmuş. Amerikalı olmayan bir yönetmenin Amerikan toplumunun ruhsuzluğuna bakış açısı ise altı çizilecek derecede takdire şayan. We Need To Talk About Kevin, Woody Allen’ın Midnight in Paris’i gibi masalsı bir hikaye değil, gerçek hayatın tam da ortasında, hem de acı gerçeklerin, ama renkleri kullanışı ve rüyamsı görüntüleriyle bahsettiğimiz film kadar sanatsal ve yumuşak- aslen şeytani- bir hikaye haline gelmiş.

Eva, Kevin’in böyle sorunlu bir çocuk olmasında hiçbir şey söylemese de kendini suçlamaktadır şüphesiz. Zaten filmin anlatmak istediği, kafamızda soru işareti bırakarak günlerce düşünmemizi istediği şey de budur: Herşeyin bir sebebi var mıdır? Kevin’in çocukluktan beri süregelen uyumsuz kişiliği ve sonunda da bir canavara dönüşmesinin sebebi çocukluğunda yaşadıkları, annesinden aldığı olumsuz tepkiler, hatta belki daha anne karnındayken sevilmediğini, istenmediğini hissetmesi midir yoksa kendisinin de cevapladığı gibi bütün bunların bilinebilecek hiçbir anlamı ve hiçbir sebebi yok mudur. Bu durumda sevilmediğini düşünen her çocuk potansiyel bir canavar mı olacaktır? Büyük sevgiyle yetişmiş, çok normal ailelerin içinden çıkan nice katiller, sapıklar yok mudur?

Filmin en korkunç gerçeği aslında doğumundan beri bir türlü iyi geçinemeyen, günleri birbirlerine zindan eden anne oğulun arasında aslında tam da bu sebepten dolayı oluşmuş muhteşem güçlü bağ bana kalırsa. Birbirlerini en iyi anlayan ve tanıyan anne oğuldurlar aslında ve bu birbirlerinin en şeytani yönleri yoluyla da olsa aralarında bir bağ sağlamaktadır. Oğlunun gerçek karakterini görebilen tek kişi annesidir, ne babası ne de kardeşi, bu yüzden aslında Kevin için en önemli kişi annesidir. Ne acı bir tutku ve bağ…

Filmin feminist bir yanı olduğunu da düşünüyorum. Film bize tüm bunlarla birlikte aile denen kavramda birilerinin mutlaka bazı kirleri örtmesi, bazı lekeleri silmesi gerektiğini ve bunun da genelde “anne”ler olduğunu hatırlatıyor. Eva, evinin duvarlarına dökülmüş olan kırmızı boyaları jiletle kazırken yönetmen uzun uzun bunu izletiyor bize, biz rahatsız olana kadar, yani diyor ki bu harap olmuş durum bir şekilde düzeltilmeli, birinin ortalığı toparlaması gerekiyor ve bunu yapan da genelde kadınlar, anneler oluyor, toplum tarafından da onlardan bu bekleniyor.

We Need To Talk About Kevin, festivalin güçlü filmlerinden, bir kez daha izlemek için ülkemize gelmesini sabırsızlıkla bekleyeceğim.

Restless – Cannes Gösterimi

Cannes’a daha önce bir çok filmiyle katılan ve birçok ödülle evine dönen Gus Van Sant’ın son filmi “Restless”, bu yıl Un Certain Regard bölümünde gösterildi.

Gus Van Sant benim için, filmini izleyip “aa bu Gus Van Sant filmi” diyemeyeceğim yönetmenlerden. Benim Güzel Idaho’m, Fil, Sapık, Paranoid Park, Milk…Hepsi birbirinden başarılı ama birbirini çağrıştırmayan filmler. Bu filminin de diğer filmlerinden herhangi birini çağrıştırdığını söyleyemem. Sadece, tesadüf mü bilmem ama çoğu filminde hayat dolu gençler var ama hayatları aslında bir o kadar karanlık… Filmin senaristi Jason Lew, hikayesinde Hal Asbhy’nin 71 yapımı Harold and Maude filminden etkiler olduğunu gizlemiyor. Hikaye çok çocuksu; masum, sade ve sakin ilerliyor.

Ailesini kendisinin de içinde olduğu bir trafik kazasında kaybeden Enoch (Henry Hopper), yirmili yaşlarında olmasına rağmen ölümü takıntı haline getirmiş bir gençtir. Vaktini tanımadığı kişilerin cenaze törenlerine katılarak geçiren (burada Fight Club’da hayatındaki anlamsızlığı uzaklaştırabilmek için kendisiyle ilgisiz konularda terapi gruplarına katılan Jack’i hatırladım ister istemez) Enoch, geri kalan zamanlarında ise sokakta yere yatıp ölmüş gibi vücudunun etrafını tebeşirle çizer, ya da Japon hayal arkadaşı Hiroshi ile oyunlar oynar. Gene böyle bir dönemde, katıldığı bir cenaze töreninde erkek gibi kısa sarı saçlara sahip, doğal, sade ve güzel bir kızla tanışır: Annabel (Mia Wasikowska)

Birlikte vakit geçirmeye başlarlar ve aynı dili konuşan, hayata aynı pencereden bakan iki kişi olduklarını farkederler. Kısa süre sonra hayatlarındaki gizemleri birbirlerine açmaya başlarlar: Enoch ailesini nasıl kaybettiğini anlatır, Annabel ise beyin tümörü ile mücadele ettiğini ve üç aylık ömrü kaldığını…

Ölümle bu denli yakından yüzleşmiş olan Enoch, Annabel’e son zamanlarında ona eşlik etmek istediğini ve ona bu dönemi kolaylaştırmak için elinden geldiğince yardım edeceğini söyler. Zaten kısa bir süre sonra ikisinin arasındaki bu bağ aşka, aşk ise kaybetme acısına dönüşür. Bu zor dönemden bazen çıkmazlara girerek, çoğu zaman ise hayata bakış açıları ve pozitif tutumları sayesinde rahatlıkla geçeceklerdir.

Cannes’da pek olumlu eleştiriler almayan Restless, açıkça Gus Van Sant’ın en iyi filmi değil, Mia Wasikowska dışındaki oyunculukların çok etkileyici olduğunu söylemek de zor, fakat romantik, klişe ama dokunaklı bir hikayeyi usta bir yönetmenlikle kotarmış olan Gus Van Sant’ın hatırına, izlemeye değecek, sevimli bir film.

Midnight In Paris – Cannes Gösterimi

Sinema TV yüksek lisansı yaparken, kulakları çınlasın değerli hocam Tül Akbal Süalp’ten “Görsel Kültür “dersi almıştık ve kendisi bize “Cafe Terrace at Night” adlı Van Gogh çalışmasını verip, neler gördüğümüzle ilgili bir ödev istemişti. Örneğin sanatçının geceyi çizdiğini ama hiç siyah kullanmadığını konuşmuştuk, daha pek çok şey konuştuk bu resim üzerine elbette ama aklımda kalanlar bunlar.

O zamanlar henüz Paris’i gözleriyle görmemiş biriydim, cafeler, dar sokaklar, Arnavut kaldırımları ve gece her zaman ilgimi çeken detaylar olduğundan, çok sevmiştim bu resmi ve hatta, benim en sevdiğim ressam Vincent Van Gogh diyip çıkmıştım işin içinden. Henüz Monet’i ve daha bir çok empresyonist ressamı tanımıyordum. Daha sonra hem gezi için hem de iş için defalarca Paris’i gezme şansına sahip oldum. Monet’nin doğduğu, Van Gogh’un resmettiği, cafeleriyle, ışıklarıyla, tarihi dokusu ve romantik yağmurlarıyla ünlü şehri tanıdım ve onlar kadar hayran kaldım. Geçmiş zamanlarda yaşamış ve Paris’te doğmuş olmayı hayal ettim, bir Parizyen gibi giyinip, Paris’te bir cafe’de oturup kitap okuyarak kendi kendime havalara girdim ve bunun gibi şeyler…

Film kritiği mi yazıyorum yoksa anılarımı mı? Böyle kişisel bir başlangıcın bir sebebi vardı: Beyazperde için basın olarak Cannes’da görevli olduğum ve Fransa’nın Paris dışındaki bir şehrini ilk kez hem de festivalin içinden keşfettiğim bu ilk günde, izlediğim ilk filmin, festivalin açılış filmi olan Midnight in Paris olması, hoş bir tesadüftü. Zekası ve nükteli yaklaşımlarıyla ünlü yönetmen Woody Allen imzalı bu hoş, tatlı, keyifli film, turistik bir belgesel edasıyla Paris görüntüleriyle açılıyor. Gerçekten de klişe diyebileceğimiz Paris görüntüleri bunlar: Champs Elysees, Eyfel, Louvre, Notre Dame, Zafer Anıtı… Bu turistik bölgelerin, en ışıl ışıl, en çekici ve en klişe halleri. Üstelik uzun da sürüyor. Ve sonra Amerikalı bir çiftle karşılaşıyoruz, nişanlı çift Paris’teler, kız tarafının anne ve babasıyla beraber.

Zaten Paris’te olma sebepleri aslında Inez (Rachel McAdams)’in babasının işleri. Ama bir kitap yazmak üzerine çalışmakta olan Gil (Owen Wilson) orada olmaktan dolayı çok mutlu, bunu defalarca belirtiyor nişanlısına…Bir kitap yazmak üzerine çalışmakta olan Gil, Paris’e yerleşmeyi bile isteyecek kadar hayran aslında bu şehre, ama Inez de ailesi de hiç oralı olmuyorlar. Zaten sağ görüşlü oldukları her konuşmalarından belli olan bu lüks düşkünü, “şaşalı” ailenin Paris’te yapmak istedikleri ile kahramanımız Gil’in yapmak istedikleri birbirine hiç uymuyor. Hele ki ukala dümbeleği Paul (Michael Sheen) ve karısı da çiftin Paris gezmelerine dahil olunca, Gil kendini tamamen yapayalnız hissediyor ve herkesten uzaklaşarak Paris’te tek başına dolaşmaya başlıyor. Nişanlısıyla hayata farklı gözlerden bakmaktalar. Gil, geçmişi seven, hatta neredeyse geçmişle yaşayan, geçmişte yaşamış yazarlar, ressamlar ve türlü sanatçılara hayran olan bir yazar adayı. Nişanlısı, ailesi, hatta arkadaşları Paul ise “nostalji, zamanın reddidir” diye düşünmekteler. Gil tam bu farkları düşünür ve kendi kendine Paris sokaklarında gezerken eski mi eski bir araba duruyor ve içindeki kişiler(?) onu arabaya davet ediyorlar.

Gil bu arabaya bindikten sonra başka bir döneme gidiyor ve hayranı olduğu tüm o sanatçılarla birarada olma fırsatını yakalıyor. Daha fazla anlatmak istemiyorum çünkü filmin en keyifli yerleri bu noktadan sonra başlıyor. Hele ki sanatla ve 1920’li yılların Paris’teki sanat hareketleriyle ilgiliyseniz, Gill’in yaptığı zaman yolculuğu sizi çok mutlu edecek, hatta Gill’in yerinde olmak isteyeceksiniz.

Woody Allen’ın alter egosu olduğunu tahmin edebileceğimiz Gil, Paris’in sokaklarını, sanatsever herkesin hayal edebileceği şekilde deneyimliyor. Film umarım ülkemize bir çabuk gelir ve bu nostalji kokan filmi, Woody Allen’ın Monet mavisine boyadığı Paris sokaklarında gezerek kendiniz deneyimlersiniz. Evet, Woody Allen’ın şehirleri anlattığı filmlerinden biri daha diyebilirsiniz, Maç Sayısı ile Londra, Vicki Cristina Barcelona ile Barselona, What’s New Pussycat ile yine Paris… Fakat şu çok açık ki yönetmenin başarısı klişeyi bu denli yerinde ve başarılı bir şekilde hikayelendirebilmesi ve sıkmadan keyifle izletebilmesinde yatıyor.