Fırıldak Ailesi Röportajı!

 

Hande Kara: Fırıldak Ailesi yola nasıl çıktı, her şey nasıl başladı diyerek başlayalım isterseniz..

Varol Yaşaroğlu: Bilgisayar tekniği ile çizgiyi birleştiren program düşüncelerimiz ve projelerimiz hep vardı, grafi2000.com’dan sonra televizyona taşınan programlar oldu. Farkettik ki aslında bizim çizgi film yapabilmemiz için altyapı gerekiyor, eskiden kare kare yapılan bir durumdu bu, şu anda evinde oturan bir çocuk da atıyorum bir ayda bir haftada belki de bir günde bir animasyon yapacak düzeye gelebilir. Kendi derdini anlatabilecek bir animasyon yapabilir en azından. Kalitesi tartışılır tabii. South Park da diğerlerine göre daha ilkel sayılabilecek bir teknikle yapılıyor ama sizin anlatımınıza uygunsa o teknikle anlatım örtüşüyorsa hiç sorun yok bence. Önemli olan o kitleye ulaşıyor mu,  izleyen gülüyor mu, mesajını alıyor mu… Bilgisayar teknolojilerini takip, ar-ge çok önemli, biz burada bir şey keşfettiğimizde, koca kafalar da öyle çıktı, baktığınızda şimdi photoshop’da herkes birinin fotoğrafını çekip kafayı büyütüp başka bir vücuda yapıştırıyor filan… Bunu videoda yapsak ne olur derken Koca Kafalar meydana çıktı.

Melis Z. Pirlanti: Küçük, basit fikirlerden güzel başka şeyler çıkabiliyor.

Varol Yaşaroğlu: Evet, dünyada da öyle değil mi, basit olan kazanıyor aslında, birşeyler ne kadar basitleşirse o kadar daha fazla değerli olabiliyor. En son hayalimi gerçekleştirmek için bir zemin , bilgisayar teknolojileri anlamında yerine oturdu artık, ben artık yapabiliriz güvenini kazandım. Ama ondan sonra bizi bekleten şey şu oldu, biz senaryo anlamında çok değişik insanlarla çalıştık ama evet işte bu diyemedik bir türlü. Dizi senaryosunun gerçekten belirli bir matematik ve dramaturji ile yazılması gerekiyor. Bu anlamda en son artık Coşkun abinin kapısını çaldık, bizi kurtar abi dedik.

Gülüşmeler

Hande Kara: Nasıl ikna oldunuz? Çünkü siz Öyle Bir Geçer Zaman ki gibi milyonları ağlatan bir dizinin senaristisiniz. Şimdi tamamen çok farklı bir tür, ikna etmesi zor oldu mu Varol Bey’in?

Coşkun Irmak: Zor olmadı.

Varol Yaşaroğlu: Biz de şaşırdık aslında zor olmamasına.

Kahkahalar..

Coşkun Irmak: Genel olarak Varol ve ekibinin güldüğü şeylere ben gülmem. Espri anlayışımız pek uymaz. Geçmişte çok istememize rağmen, çeşitli denemeler de yapmamıza rağmen bir türlü tam istediğimiz gibi bir şey oluşturamadık. Fakat bu şekilde geldiklerinde, geçmişin verdiği derslerle ben bazı şeyler söyledim. Bana belirli bir form getirdiler, bir aile vardı mesela, tasarım, karakterler az çok belliydi, bana bir kap verdiler yani. İçini sen doldur dediler. Ben de doldururum ama bir dakika dedim. Bir hikaye yazdım, bu size uyuyorsa ne ala, ben bu mantıkta, böyle bir şey yazarım dedim. Aldılar, kanala filan gittiler galiba, oradan da okey gelince tamam o zaman ben bu şekilde devam edebilirim dedim. Belki  bunun fiiliyatı altı ay filan ama, zorlu bir süreç yaşandı diyebilirim. Ben bunu niye yazıyorum diye soracak olursanız, ağlatsanız da güldürseniz de yaptığınız iş dramadır, ben bir drama yazarıyım. Algı açısından farklı bir tür gibi gelebilir ama benim için sadece bir teknik farkıdır. Ağlattığım kadar güldürebilirim diye düşünüyorum. Millet izleyip ağlarmış. (Kahkahalar…) Olay yaratırmışız ama hiç istediğimiz yönde değil…

Hande Kara: Öyle Bir Geçer Zaman ki’de Soner ve Süleyman’ın arasındaki çeşitli diyaloglarda biz o espri tadını aldık sizden.

Coşkun Irmak: Önemli olan istediğiniz şeyi doğru anlatabilmek.  Öyle Bir Geçer Zaman ki her ne kadar bir dizi matematiğine otursa da bu sektörde olabileceği kadar kendimi ifade edebildim,çoğu kişi bu şansı bulamayabilir. Kanalın yaklaşımı vs  önemli.  Ben kendi hesabıma bununa altında bir şey yapmak istemiyorum. Bana bir form sundular ve doldur dediler, ben anca böyle doldururum dedim, tamam dediklerinde,  o zaman ilerleyebildim.

Melis Z. PirlantiBurada altını çizdiğiniz bir şey var, nedir o “böyle doldururum”dan kasıt, biraz açar mısınız?

Coşkun Irmak: Mesela günümüzde her şey su, sabun, köpük… Komedi bazında ele alacak olursak, bizim çok köklü bir hiciv geleneğimiz var ama göremiyoruz. Köklü bir kültür var, sözlü bir gelenek ve edebiyat var, masallarımız, gölge oyunlarımız, bir imparatorluk mirası var, endonezyadan viyanaya, karışmış bir kültürden faydalanmak gerekiyor. Hiciv dediğimiz şey toplumsal zemini olan, siyasal boyutu olan, genelgeçer ahlak sınırlarını zorlayan birşeydir. Drama dediğiniz şey çatışmadır, çatışmanın ana noktaları, sen omlet yap ama havuçla yap derlerse, bu olmaz. Benim verdiğim tretmanda hiciv vardı, sınır zorlayıcı şeyler vardı. Bunu istediğimiz kadar mı yapabiliyoruz hayır ama mükemmel olup hiç yapamamaktansa iyi olup ideale yaklaşmak arasında bir çizgi tutturmaya çalışıyorum. Benim Varol’ların çalışmalarında bu olsa daha iyi olur dediğim yön buydu. Başlarına ne gelirse artık ben bilemem, kabul etmeselerdi.

(Kahkahalar…)

Melis Z. Pirlanti: Varol Bey bu noktada bir kaygınız olmadı mı, kanalla bir sıkıntı olur mu gibisinden.

Varol Yaşaroğlu: Mutlaka endişeler olur ama kısa sürede çözümlenir böyle bir şey yaşasak da.

Hande Kara: Yaklaşımları nasıl kanalların genel olarak? Bu dizi için direkt Star ile mi görüştünüz?

Varol Yaşaroğlu: Ben aslında değişik kanallarla ilişkiler içindeyim. Koca kafaları kanal d’de başlattık. Her yöneticinin bize bir desteği oldu. TRT Çocuk’da Can Soysal var mesela o animasyon çocuk projelerimize destek verdi. Orada benim heyecanımı bilirler, ben Can bey orada değilken henüz bile gider hayallerimi anlatırdım, zamanı geldiğinde o heyecanı birlikte paylaşacağımızı hissettiler onlar da. Aslında  Star da böyle bir proje istiyordu, bunun öncüsü olmak istiyorlardı, güzel denk geldi. Televizyonda büyük bir boşluğu dolduracak çünkü, herkes konuşuyor, neden bizim de çizgi filmlerimiz yok…Mizah dergilerimiz var, oyunlarımız var ama bu niye yok gibi. Doğru zamanda proje güzel denk geldi. Ya da ben hep oradaydım galiba, proje üstüne geldi.

Kahkahalar.

 

Hande KaraMutlaka benzetmeler yapılıyor, Family GuyAmerican Dad!South Park ve benzeri diziler. Bu karşılaştırmadan korkuyor musunuz veya nasıl bakıyorsunuz?

Varol Yaşaroğlu: Korkum yok, sonuçta bir beklenti yaratılıyor ama bunu biz yaratmıyoruz. Coşkun abi kendi dünyasını kurdu, tutup da Simpsons’ları kurmadı sonuçta ya da ne bileyim Family Guy’ı. Biz bir aile yarattık ve hikayesini kendi içimizdeki dünyadan kurmaktı. Bu tür şeyler söylenecek ve bu algı çok normal, böyle şeyler söylenmesin hayır diyecek değilim ama amaç o değil.

Melis Z. Pirlanti: Yani örneğin Family Guy’ın Türkçe benzerini de biz yapalım diye birşeyden çıkmadınız yola…

Varol Yaşaroğlu: Hayır, Türkiye’de çocuklara yönelik bir çizgi film sektörü var, TRT çocuk çok başarılı bu konuda. Türkiye’de büyüklere yönelik bir çizgi dizi ise yok. Türü de yok. Biz türü gerçekleştirmek üzere yola çıktık ve nereden başlarsın, bir aileden. Genele yayılması açısından doğru bir strateji, burada Simpson’a, Family Guy’a bakmaya gerek yok zaten, biz şu an bir gencin macerasını yapsanız onu da birşeylere benzetmek mümkün. Bundan kaçamazsınız.  Sen ne düşünüyorsun bu konuda Coşkun abi?

Coşkun Irmak: Ben bunu hakaret olarak algılıyorum şahsen. Niye ihtiyacım olsun ki buna? Simpson’lar filan. Ben de severek izliyorum. O Amerikan bir dizi. Amerikalılar için.  Biz de ona çok gülüyoruz da, bunun üstünde de düşünmek lazım. Niye gülüyoruz? Bizden çıkan bir şey mesela Fırıldak Ailesi, Amerikalılara ne kadar hitap eder acaba? Düşünmek lazım. O zaman şu var, çok mu Amerikan tarzı düşünüyoruz, nereden çıktı bu diyorum ve cevabını da seyirciye bırakıyorum. (Gülüşmeler) Benim 1000 yıllık ömrüm olsa, bırakın toplumu kendi ailemden gelen birikimi anlatsam bitiremem. Ben dolmuşum taşmışım, Simpson’lara ne ihtiyacım var. Onu anlatacak zemin arıyorum zaten.  Oradan aparma noktasında benim yazarlığım bitmiş demektir.

Melis Z. Pirlanti: Evet ama hani uyarlamalar da oluyor sonuçta, birebir uyarlanabiliyor, bunda bir şey yok, söylüyorlar da şu yabancı dizinin uyarlaması gibisinden…

Hande Kara: Ona da karşı mısınız?

Coşkun Irmak: Ona karşı değilim, adlı adınca yapılırsa.

Hande Kara: Size öyle bir proje gelse, örneğin son zamanlardan bir örnek vermek gerekirse İntikam var,Revenge’nin birebir uyarlaması. Önünüze öyle bir proje gelse, yazarım der misiniz?

Coşkun Irmak: Gönlüme yatarsa yazarım elbet. İyi birşeyse yazarım. Hepimiz ekmek yiyoruz, bu işten para kazanıyoruz, böyle bir yanı da var elbet ama uyarlama yaptıysanız o uyarlamadır, onun adını koyduktan sonra yapılır, niye yapılmasın?

Melis Z. Pirlanti: Ama Fırıldak Ailesi böyle bir uyarlama değil, tamamen özgün. Peki niye Fırıldak bunlar, biraz hikayeye gelelim genel anlamda.

Coşkun Irmak: Hiciv boyundan bahsettik ya mesela, bu arada teşekkür ederim bu güzel sorular için. “Niye aile” meselesini anlattı ya mesela Varol, ben onun sosyolojik kısmına gelecek olursam, topluma eleştiri getirmek istiyorsanız, aile toplumun en küçük göstergesidir. Hücre nasıl tüm insana ait bilgileri saklarsa, aile de toplumu anlatır aslında. Babayı bir yere koyarsınız, anneyi bir yere koyarsınız. İktidar, gizli iktidar, gizli iktidarı yöneten kişi, çocukların çatışması, topluma genellerseniz başka başka adlar da koyabilirsiniz. Koymanız da gerekmez tabii.  Dürdane’yi anlayın, ona gülün, yeter. Aile bu anlamda önemli benim için. Varol, bunun farkında mıydın?

Melis Z. Pirlanti: Ne? Biz bunu mu anlatıyoruz? Diyerek bir şok yaşamayın da?

Kahkahalar…

Coşkun Irmak: Kabı böyle doldurdum dediğim gibi.

Hande Kara: Senaryo ve dramaturjinin sizde olduğunu duyunca aklıma şu geldi, Öyle Bir Geçer Zaman ki’deki Ali Kaptan’ın abisi, yengesi, yeğeninin olduğu ailenin ne kadar fırıldak bir aile olduğunu düşündüm, kimin gemisine binerlerse ona kaptan diyen bir aileydi onlar, o hikayeyi mi göreceğiz yoksa burada da?

(Gülüşmeler)

Coşkun Irmak: Yok tamamen tesadüf ama işte Akarsu Ailesi üzerinden, başka taraflardan hep başka başka göndermeler var. Ama o bahsettiğiniz aile benim en doğrudan, en kalın ve kaba çizgilerle yönlendirdiğim aileydi.  Dedikoduları gizli değil, net oluyor o zaman. Cemile’ye öyle dedikodu yaptıramazsınız, ama bunların akılları dilinde, Fırıldaklar da böyle aslında…

Hande KaraPeki sivrilikler, hiciv boyutu nedir? Rahatsız edici derecede belirgin olacak mı?

Coşkun Irmak: Yaptığımız iş sözlü edebiyat değil, drama. İşin esası dramatik. İlişkiler ve olaylar üzerinden kara mizah çıkarmanın peşindeyim. Var sivrilikler ama daha derini önemli. Animasyon üzerine izleyici olarak bana göre bizim yaptığımız işin en önemli tarafı bu olacak gibi geliyor, çizgi filmi önemli bir amaç için kullandığımı düşünüyorum.

Hande KaraAile  sosyal medyada da yerini almaya başladı, karakterlerin tek tek twitter hesapları var. O konu nasıl ilerleyecek?

Varol Yaşaroğlu: Orada ben ya da Coşkun Abi twitter hesabı açmış gibi kendilerince değişik tweetler atacaklar.

Hande Karaİzleyici iletişime geçmeye başladığı an bir konuyu yönlendirme şansları olacak mı?

Varol Yaşaroğlu: İnteraktif olabilir aslında. Nasıl gelişir bilmiyorum tabii.

Coşkun Irmak: Ben karşıyım. Olmasın. Nokta. Benim işime son verilmesin ya sonra.

(Kahkahalar…)

Coşkun Irmak: Ben çaktırmadan girip yönlendiriyormuşum, şöyle olsa ne kadar iyi olur diye…

Melis Z. Pirlanti: Dizilerin, sinema filmlerinin sosyal medyadaki yerine ne diyorsunuz?

Varol Yaşaroğlu: Ben açıkçası veriye bakıyorum. Tek tek her eleştirinin içeriğiyle uğraşılarak, bir dizi beğenilmiş mi, tutmuş mu anlamak bence mümkün değil.  Göreceli. O bir kaos doğurur. Verilere bakmak lazım, izlenmiş mi izlenmemiş mi. Bence sosyal medyanın kaderini de bu belirleyecek, orada da ticari bir mekanizma kurulacak,  Mehmet şöyle söylemiş,  Ahmet böyle söylemişe göre olmayacak,  kim neye oy verdiyse ona göre olacak. Reklam veren de ona bakıyor.

Melis Z.Pirlanti: Dizi bu Pazartesi başlıyor, hedef kitlesine ulaşacağını düşünüyor musunuz, heyecan dorukta mı? Bu arada epey de geç başlıyor değil mi?

Hande Kara: 23:30

Melis Z.Pirlantiİnternetten takip ettiğimiz kadarıyla şimdiden merakla bekleyen bir kitle var.

Varol Yaşaroğlu: İlk tepkiler inanılmaz, hatta çıkmadan ünlü oldular falan diye yazılmaya başlandı. İki, üç haftada sadece fragmanı  1.750.000 kişi izlemiş. Bu da ciddi bir rakam. Bu verilere bakacak olursak merakla beklendiğini biz de hissedebiliyoruz.

Melis Z. Pirlanti: İşin biraz da teknik kısmından bahsedelim. Çizimlere, karakterlere nasıl karar verildi?

Varol Yaşaroğlu: İlk başta tekniği seçmemiz gerekiyordu. Şu anda popüler olan iki teknik; 3 boyutlu ve 2 boyutlu animasyonlar. Biz bu işin 2 boyutlu olmasını istedik. Mizah ve karikatür kültürü olan bir toplumuz ve karikatür karakterler bize sıcak geliyor. Bunu yansıtmak istedik. 3 boyutlu animasyonlarda o karikatür hissinin pek yansıtılamadığını düşünüyorum, ancak çok yüksek bütçeli bazı çizgi filmlerde olabiliyor. Disney bile ilk yaptığı çizgi filmlerdeki tadı yakalamaya çalışıyor mesela, çünkü üç boyutta bu sorun tam olarak aşılmış değil. Biz de böyle bir işe kalkışmak istemedik. Şu an Türkiye’de öyle bir animasyon film yapmak isteseniz minimum 3 milyon dolar gibi bir rakamla yola çıkmak durumundasınız. Televizyonda böyle bir şansımız yok. Ben de en iyisini yapamayacaksam da doğrusunu yapmayı tercih ettim. Tekniğe karar verdikten sonra ekibin oluşturulması derseniz, biz zaten Grafi2000 olarak Türkiye’de birçok ilki gerçekleştirmiş bir ekibiz. Türkiye’de flash animasyon nedir bilinmezken biz adımızı onlarla duyurduk. Flash animasyonun internette kullanılabilmesini sağlayan ve bunu broadcast kalitesinde televizyona taşıyan ilk ekibiz. Bu yüzden bugün bu çizgi filmi yapabilmemizin sebeplerinden biri de etrafımızda doğru isimlerin, yeteneklerin olması. Mesela background çizimlerini Murat Özkan yapıyor, seslendirme yönetmenimiz Murat Şenol.

Melis Z. Pirlanti: Kaç kişilik bir ekip çalışıyor bu projede?

Varol Yaşaroğlu: Baştan aşağı düşünecek olursak, 40’a yakın kişi var Fırıldak Ailesi’nin arkasında.

Hande Kara: Dizinin bir bölümü, dünyadaki diğer örnekleri gibi 25 dakikadan oluşuyor bildiğimiz kadarıyla. 25 dakikalık bir bölümün hazırlanması ne kadar sürüyor?

Varol Yaşaroğlu: Bu projenin temeli altı öncesinde atıldı. Altı aydır biz ön hazırlık sürecindeyiz. İşte senaryonun yazılması, background’ın, karakterlerin çizimi, bu çizimlerin animasyon tekniğine uygun hale getirilmesi, kütüphanelerin oluşturulması. Bütün bu hazırlıklar tamamlandıktan sonra amacımız, bir haftada bir bölümü bitirmek.

Melis Z. Pirlanti: Senaryonun tamamı yazıldı mı peki?

Varol Yaşaroğlu: Senaryo önden gidiyor tabii, zaten önden gitmek zorunda. O konuda da Coşkun Abi’yi sıkıştırıyoruz hep.

Hande Kara: Karakterleri ünlü isimler seslendiriyor ve gördüğümüz kadarıyla da başarılı seçimler yapılmış. Demet AkbağBülent Kayabaş gibi.. Kadronun geri kalanı nasıl?

Varol Yaşaroğlu: Evet Demet Akbağ, Bülent Kayabaş, Tülay Bursa, Tülay Köneçoğlu bir de Keremcem Köse var. Bülent Kayabaş harika mesela. Gerçekten yaşayarak seslendiriyor, Sabri Fırıldak’ı. Demet Akbağ ilk defa dublaj yapıyormuş ama, hiç de öyle değil gibi. Tülay Bursa derseniz, Dürdane karakterini şu an başkası seslendiremez gibi geliyor bana, çok iyi oturdu sesi. Tülay Hanım’ın seslendirme konusunda da bir geçmişi var, mesela Şirinler’in Şirine’sini seslendirmiş zamanında. Mavi Ay (Moonlighting)’da Cybill Shepherd’a sesini vermiş. Tülay Köneçeoğlu Artiz Mektebi’nden yetenekli bir oyuncu, Keremcem Köse de seslendirmede deneyimli, daha önce Harry Potter serisinde seslendirme yapmış.  Seslendirme konusunda da yaklaşık iki ay çalıştık ve castı öyle oluşturduk.

Hande Kara: Sosyal medyada  Pembe ve Mavi’den bahsediliyor. İlk yetişkin animasyonu oydu diyerek.

Coşkun Irmak: Olsun o da bizimdi.

(Gülüşmeler..)

Hand Kara: O da sizindi ama bilmeyenler var.

Coşkun Irmak: Yok, yok bir farklılık var, buyrun Varol Bey.

Varol Yaşaroğlu: Pembe ve Mavi’yi Türkiye’nin ilk çizgi dizisi olarak lanse etmiştik. Fırıldak Ailesi’nde büyüklere özel olduğunu daha çok vurguluyoruz. Aradaki fark bu.

Hande: Demek Pembe ve Mavi de zamanında çok sevilmiş ki, herkes onu korumaya geçiyor.

Coşkun Irmak: O kadar iyi değildi Pembe ve Mavi, çünkü orada ben yoktum.

(Kahkahalar…)

Melis Z. Pirlanti: Son olarak bireysel çalışmalarınızdan bahsedelim, kariyerinizde nasıl ilerlemek istiyorsunuz, hayalleriniz, projeleriniz var mı? Sizden başlayalım Coşkun Bey.

Coşkun Irmak: 23-24 yaşına kadar bende hiç öyle tiyatro aşkı falan yoktu. Ben her Türk genci gibi şiir yazıyordum. Mesela Varol için çizgi film meselesi hakikaten aşk.

Melis Z. Pirlanti: Sizin aşkınız neydi?

Coşkun Irmak: Benimki yazı. Aslında hiçbir sanat dalı öyle değil bence, bir kutsallığı falan yok yani. Önemli olan insanın kendini anlatabileceği bir mecra bulması, onu doğru hissetmesi ve oraya gitmesi. Bu da meşakkatli bir yol. Ben yirmi beş yıl yazı yazdım, Öyle Bir Geçer Zaman ki’yi yazınca yazar oldum. Dolayısıyla bundan sonra ne yapacağım, bilmem, yine bu yolda devam edeceğim. Tamam, Öyle Bir Geçer Zaman ki bir ticaret işi, her dizi gibi. Ama ben onu gayet sanatkarane hallettiğimi düşünüyorum. Fırıldak Ailesi mesela hiç yayınlanmasa bile, bence olmuş, olgunlaşmış bir iş. Hatta Varol’a dedim ki, olur da kanaldan okey alamazsak falan da biz bu işi yapalım, kendimiz ödeyelim ama yapalım. Bu iş iyi bir iş, kenarda dursun dedim. Altına imzamı gönül rahatlığı ile atabileceğim bir iş, bundan sonra da böyle işler yapmak isterim.

Hande Kara: Sektör hakkında ne düşünüyorsunuz? Mesela dizilerin uzunluğundan şikayet ediliyor.

Coşkun Irmak: Pek beni ilgilendirmiyor, ben sektör adamı değilim. Ben bu işin işçisiyim, emekçisiyim. İşçi ve emekçi olmak bakımından ilgilendiriyor elbette ama, bu sermayenin yön verdiği bir sektör. Bu yüzden buradan bakmak gerekiyor. Diziler uzun, uzun olması para getirdiği sürece uzun olacak, getirmediği zaman kısalacak. Buna pek kafa yormaya gerek yok. Sanat yapacaksak, konuşacaksak o zaman bırakalım televizyonu, dönelim sanatımıza. Sokağa atacak parası olan herkes sanat yapabilir. En ucuzu şiir mesela, kağıt kalem.

(Gülüşmeler..)

Melis Z. Pirlanti: Peki bir senarist olarak Türk dizilerine nasıl bakıyorsunuz? Ne durumdayız sizce?

Coşkun Irmak: Aslında pek ilgilenmiyorum. Niye elma çok satılıyor diye sormak kadar saçma bir şey yok.

Melis Z. Pirlanti: Peki sanatsal açıdan bakmak gerekirse..

Coşkun Irmak: Televizyonda sanatın yeri yoktur. O sizin şahsi doyumunuzdur olsa olsa. Şimdi yapımcıya deseniz; şaheser yaratacağım ama 5 reyting, bu da paspal bir iş ama 12’si garanti. Bitmiştir, orada bir seçenek bile değilsiniz. Dolayısıyla onu bir tarafa koyalım. Bence önemli olan nokta şu: Bence Türk dizileri, Türkiye’de üretilen mallar içinde – evet mal – Türk toplumunun özelliklerinin en fazla dikkate alındığı alan. Bakın Amerikan dizilerine, düşünmeye vakit yok. Her şey çok hızlı. Bizde nasıl “-Abi gidelim mi? –Dur bir şimdi, gideriz filan. Hani şu uzun uzun bakışmalar var ya, bakıyorlar bakıyorlar satıyorlar demek yerine, bu boş bakışma niye satıyor diye bir sormak lazım. Yani elma satan manava kızmayalım, adam satıyor. Sen niye yiyorsun elmayı? Benim işim satmak, bir gün alan olmazsa satmam. Ha daha iyisi olmaz mı, olur. Ama televizyondan bahsedince ticaretten bahsediyoruz. Televizyona iş yapan senaristlerin hiçbiri salak değil. İzleyicinin gördüğünü, eleştirmenin eleştirdiğini o da biliyor ama, pazarın istediğini vermesi lazım. Bu sektöre girecekseniz, bunun kriterleri var. Sen her seferinde elmayı yiyor musun? Yiyorsun, o zaman yazacağız. Televizyona iş yapan senaristi eleştirmek kadar anlamsız bir şey yok, ta ki kendin oturup yazana kadar. Daha iyisini yapabiliyorsan, bu işte para da var, niye yazmıyorsun?

Melis Z. Pirlanti: Varol Bey sizin hayalleriniz neler, neler yapmak istiyorsunuz?

Varol Yaşaroğlu: Ben hep çizgi film aşkı ile yanıp tutuşuyorum. 10 yaşında falanım böyle bir gazeteci var, her gün gidiyorum, standtaki çizgi romanları falan izliyorum. Gazeteci de şey diyor bana; “Yine mi sen geldin sarıkafa?” Şimdi de aynı şeyleri kanal yöneticileri söyleyecek herhalde. O yüzden hep böyle sürecek.

Gülüşmeler..

Hande KaraBir çizgi roman sevdanız da var herhalde.

Varol Yaaroğlu: Evet Coşkun Abi ile daha önce denemesini yaptığımız şey de oydu. Coşkun Abi’nin benim okul zamanlarımda yazdığı oyunlar sahnelenirdi. Ben de oyunlara giderdim. Diğerleri hep sıkıcı gelirdi, Coşkun Abi’nin oyunlarına bayılırdım. Ben o oyunları çizgi romana dökmeye falan çalışırdım. Kuş diye bir oyunu vardı mesela, ona ciddi ciddi başlamıştım. Mesela Fırıldak Ailesi’ni yapıyoruz şu an, onun çizgi romanları çıkabilir.

Hande&Melis: Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz. Başarılar..

Varol&Coşkun: Biz teşekkür ederiz, gerçekten hoş bir sohbet oldu.

Caner Bozkurt ile F Tipi Film Üzerine Söyleşi

F Tipi Film, Grup Yorum olarak sizlerin bir projesi ve yapımcılığını da siz üstlendiniz. Cesur bir film, duyarlılığınız için tebrik ederiz. Bu fikir kısaca nasıl ortaya çıktı? Bu güne kadar siyasi görüşlerinizi müzik yoluyla bizlere duyurmayı tercih etmiştiniz, şimdi neden sinema?


Çünkü sinema kuşkusuz en etkili anlatım biçimlerinden biridir. Ayrıca bunu estetik bir dille ortaya koymak etkileyiciliğini daha da artırıyor. Bu işin bir yönü… Bir de maalesef Türkiye’de politik sinema, devrimci sinema olmaması gereken bir noktada duruyor. Yılmaz Güney’den bugüne ciddi bir boşluk var. Değerli yönetmenlerimiz, filmlerimiz var; ancak bunlar kesinlikle nicelik bakımından yeterli değil. İşte bütün bunlar bizi sinema alanında adım atmaya zorladı.

Bu filmin en önemli özelliklerinden biri, dokuz farklı yönetmenin kısa filmlerinin biraraya gelmesinden oluşan bir uzun metraj olması. Bu kimin fikriydi, bu yönetmen isimlerle nasıl biraraya gelindi?


Bu fikir bize, yani Grup Yorum ailesine aitti. Çünkü tecrit yalnızlaştırma ve tek başına düşüncelerinden arındırma demekti. Biz de bunun karşısında verilecek en güzel cevabın kolektif bir çalışma olacağını düşündük. Ve proje henüz fikir aşamasındayken yönetmen arkadaşlarımızla paylaştık. Bu yönetmenlerin bir çoğuyla başlayıp bitirdik projeyi. Geniş bir çağrı yaptık ve bu konuda bizimle birlikte olmak isteyen tüm sinemacıları davet ettik filmimize. Projeye eklenen dostlarımız oldu, işlerinden dolayı yer alamayan fakat destekleyen yönetmen ve oyuncu dostlarımız da oldu.

Kısa filmlerin senaryolarında/hikayelerinde sizin ne kadar payınız var? Her yönetmen kendi kısmının senaryosunu sizinle birlikte mi yazdı? Hikayeleri seçme ve biraraya getirme sürecini anlatabilir misiniz?


Hikayelerin oluşturmasından önce yönetmenlerle ve onların senaristleriyle birlikte bir araştırma sürecimiz oldu. Bu süreç içerisinde halen f tipi hücrelerde olan tutsak devrimcilerin anlatımları ve önerilerini inceledik. Ayrıca 19 Aralık olaylarından bugüne süren F Tipi tecrit sürecinin demokratik alanda mücadelesini sürdüren demokratik kitle örgütlerinin, başta TAYAD olmak üzere, görüşlerini ve önerilerini aldık. Bunun koordine edilmesini de Grup Yorum olarak biz üslendik. Bir çok hikaye böyle oluşturuldu. Elbette tüm yönetmenler hikayeler üzerinde son sözü kendileri söylediler.

Farklı yönetmenler olmasına rağmen toplamda tüm filmler birbirine aşırı derecede bütünlük sağlamış. Bu bir yandan izlenebilirlik açısından çok iyiyken, diğer yandan farklı bir bakış açısına yer verilmediği izlenimi yaratabilir diye düşündünüz mü?

Aslına bakılırsa bu filmi dokuz farklı bakış açısı çekti. Biz bunu çok güçlü bir şekilde gözlemledik. Bu yüzden böyle bir kaygıya hiç düşmedik.

Filminizin afişi, daha vizyona girmeden sansüre uğradı, konserlerinizle ilgili de çeşitli yasaklamalar getiriliyor, bu konuda neler söyleyeceksiniz?

F Tipi Film kaç kopya giriyor ve bu rakam sizce istediğiniz kitleye ulaşacak mı? F tipi cezaevleriyle ilgili toplumun yeterince bilgisi olduğunu düşünüyor musunuz? Öyle olmadığını varsayarak soralım, bu film sizce bir farkındalık yaratacak mı?
Film 68 kopya ile vizyona girdi. Ancak biz hiçbir zaman gişe üzerinden yapmadık çalışmalarımızı. Biz bu filmi milyonlara izleteceğiz diyoruz. Çünkü sizin de belirttiğiniz gibi halkın üzerindeki tecritin ve hakkını arayanlara savrulan f tipi tehdidin herkes tarafından bilinmesi gerektiğini düşünüyoruz. Gerekirse bunu kapı kapı dolaşarak yapacağız.
İlk defa karşılaştığımız bir durum değil bu. İçinde Grup Yorum imzası bulunan her yapım, proje, etkinlik vs. hep buna benzer tepkilere maruz kaldı. Kaldı ki bu proje Türkiye’nin çok önemli yönetmenleriyle birlikte gerçekleştirilmiş bir projedir. Tek başına Grup Yorum’un eseri değildir. Burada şu ortaya çıkıyor: Tecrit insanlardan gizlenmeye çalışılıyor. Çünkü düşünmeyen, hesap sormayan bir toplum yaratılmak isteniyor. Oysa tartışacak ve hesap sorulacak o kadar çok konu var ki…

Toplumsal farkındalık gereken benzer konularda sinema projeleriniz devam edecek mi?
Elbette. Başta belirttiğimiz gibi biz Yılmaz Güney’in bıraktığı bir miras üzerinde mütevazi adımlar atmaya çalışıyoruz ve anlatacak çok şeyimiz var. Bu ülkenin onurlu aydın-sanatçılarıyla birlikte bu yolda yürümeye devam edeceğiz.
Grup Yorum adına Caner Bozkurt

Sorular: Beyazperde.com adına Melis Z. Pirlanti&Duygu Kocabaylıoğlu

 

Aşk Kırmızı

Osman Sınav büyük bir isim. Herşeyden önce, 80’li yılların başından beri sektörde olması ve tecrübesi nedeniyle… Kendisini daha çok, başarılı TV dizileriyle tanıyoruz; Süper Baba, Ekmek Teknesi, Kurtlar Vadisi… Aslında 9 adet de sinema filmine imzasını atmış bir yönetmen ama biz onu en çok popüler yapımlar olan Deli Yürek (2001), Pars: Kiraz Operasyonu (2007) ve geçen sene vizyona giren Uzun Hikaye’nin yönetmeni olarak tanıyor ve hatırlıyoruz. Yapımlarında başarılı oyuncular keşfetmekle de ünlü bir yönetmen kendisi. (Kenan İmirzalıoğlu ve Necati Şasmaz, akla gelen ilk iki isim şüphesiz.)

Aslında Osman Sınav filmografisine toptan bakıldığında, değişik bir sonuç elde edilebilir: Sinema tadında diziler, dizi tadında sinema filmleri! Zira Süper Baba, Ekmek Teknesi gibi tv dizileri, özellikle dönemi itibariyle televizyonda gerçekten de diğer dizilerden ayrılan, izleyiciye kaliteli sinema filmi izliyormuş hissi veren keyifli, sıcak aile dizileriydi. Sinemada gördüğümüz Deli Yürek, Pars: Kiraz ve Aşk Kırmızı‘ya baktığımızda ise televizyonda seyredip tüketilebilecek özensizlikte filmlerle karşı karşıya kalıyoruz ne yazık ki… Gerçi arada Uzun Hikaye gibi bir film var ki arada kaynamaması gerekir. Zira uzun süredir vizyona giren Türk filmleri arasında, çoğu eleştirmenin ve çoğu izleyicinin, başarılı bir film olduğu konusunda hemfikir olduğu nadir yapımlardan Uzun Hikaye. Gerek senaryosu, gerek oyunculukları, gerekse yönetimiyle nicedir özlenen sıcaklıkta bir filmdi bu. Üstelik bu filmi çok değil, sadece beş ay önce izledik vizyonda. Hala dumanı üstünde, sinema sohbetlerinde başarısı konuşulmakta olan bir yapım. Bu kadar kısa bir süre içinde, vizyonda bir başka filmin senarist ve yönetmen koltuğunda Osman Sınav adını gördüğümüzde heyecanlanmıştık doğrusu. Bu başarının enerjisiyle, bu sefer naif film Uzun Hikaye’ye ters köşe, kışkırtıcı, sert, tutku dolu bir aşk hikayesi izleyeceğimiz muştulandı basın bültenleri tarafından. Üç kişilik bir aşk hikayesiydi bu, bültenler iddialı ve cesur cümleler içeriyordu: “Üç kişilik bir aşkı yaşamak mümkün müdür? Sadakat bu aşk üçgeninin neresindedir? Birini çok seviyorsan, onun sevdiğini de sever misin? Seninle aynı adamı sevdiği için onu suçlayabilir misin?”

 

Nurgül Yeşilçay da iddialı bir isim. Farklı rolleri başarıyla canlandırabilen bir oyuncu, üstelik vahşi bir güzelliği de var. Fragmanlardan da cinselliğin ön planda olduğu, kırmızının kışkırtıcılığının adeta bir rujla filmi boyadığı aşikardı. Böyle bir hikayede Yeşilçay’ı kullanmak bana göre akıllıca. Tam karşısına ise masumiyeti simgelemek adına Ezgi Asaroğlu konmuş, fırfırlı, çocuksu pijamalarıyla, mıy-mıy konuşmalarıyla, tam da karikatür bir “masum, sevgi dolu, günahsız eş” tablosu çizilmiş. Zaten Asaroğlu’ndan başlayarak filmdeki tüm karakterlerin aşırı derecede karikatür, aşırı derecede şablon olduklarını söyleyebiliriz. Filmin ilk dakikalarındaki ilk cümleler, ilk bakışmalar bile, karakterlerin hepsini sonuna kadar tanımamıza yetiyor. Masum eş, aşık koca, çapkın iş arkadaşları, düzgün kayınpeder-kayınvalide, kışkırtıcı eski sevgili… Hiçbir karakterin derinine girmemize gerek yok. Gerçi kışkırtıcı eski sevgilinin geçmişine yolculuk yapıyoruz, bazı şeyleri neden öyle yaşadığını, şu an geldiği noktanın neden böyle olduğunu bize anlatan arabesk birtakım flashback’ler sözkonusu… Fakat aslında bunlara hiç gerek yok. Sürekli olarak zaten bildiğimiz bir hikayeyi izler gibiyiz. Şaşırtmaya çalışırken bile şaşırtamıyor bizi bu senaryo, yaşadıklarının sonucunda bir dönüşüm geçiren masum eş bile bunu başaramıyor örneğin… Saçları kestirmekle, açık saçık giyinmeye başlamakla, sarhoş olmakla bir karakterin dönüşümünü anlatmak sıradan ve kolaycı bir yaklaşım değil mi?

Ya diyaloglar? Filmin hikayesinin yapısına uygun bayağı ağızlar çok normal belki ama göze soka soka, hiç olmayacak diyaloglar? Bir karakterden asla duymayacağınızdan emin olduğunuz tuhaf, neredeyse sürreal cümleler, tepkiler?

2013 yılına gelindiğinde, modern kadın erkek ilişkileri ise konu, hala bir sebepten fahişe olmak zorunda kalmış, “ben …puyum ya, aşağıla tabii beni” diyip duran, kendini küçümseyen kadınlar, maço, bencil, kadına saygısız, başa bela olmuş mafya kılıklı adamlar olmamalıydı anlatılması gereken. 70-80’li yıllarda Türk sineması bunu tüketmemiş miydi? Gerçekten de güncel bir film değil gibiydi Aşk Kırmızı, sanki o yıllarda çekilmiş de tozlu raflardan çıkıp anca kendine vizyon bulmuş alelade bir Türk filmi gibiydi…

Kırmızının bayağılaştığı tonunda dudaklardan taşmış rujlar, abartılı kıyafetler, kadın seksapelinin gözümüze sokulduğu kareler, eski filmlerin “nayır nolamaz” ları gibi ilerde dilimize pelesenk olup, neredeyse kültleşebilecek denli komik diyaloglar arasında güzel olan bir şey varsa o da Mehmet Erdem’in o buğulu sesiyle icra ettiği şarkılardı. Keşke Osman Sınav çıksa ve “ben aslında o eski kötü melodramlarımızı hatırlatan, adeta “Arabesk” tadında bir film çekmek istemiştim” dese… Büyük bir yönetmenin sineması da olsa, senaryonun ne kadar önemli olduğunu bizlere bir kez daha hatırlatması anlamında önemli bir film… Renkli, popüler isimleri seksi ve renkli bir çarpık aşk hikayesinde izlemek isteyenlere ise kesinlikle hitap edebilir.

 

Tepelerin Ardında/Dupa Dealuri/Beyond The Hills

 

18 Mayıs 2012 gecesi Cannes Film Festivali kapsamında izledim Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri)’yı, Türkçe ismi Emin Alper’in son filmini çağrıştıran bu Romen yapımı filmi. Ertesi sabah da film ekibi ile basın toplantısı vardı, gece gece sarsıcı bir film izlemiş olmanın etkisiyle sabah koşarak gittim toplantıya, bir de yönetmenden dinlemek için bu filmin oluşum hikayesini…

Romen yazar Tatiana Niculescu Bran’in yaşanmış bir olaydan yola çıkarak yazdığı ve ülkesinde sansasyonlar yaratan romanı Deadly Confession’dan esinlenen yönetmen Cristian Mungiu, 18 yaşlarındaki Alina ve Voichita’nın sarsıcı hikayesini beyazperdeye aktarırken tabii ki yine, yazıda yer yer bahsedeceğimiz, kendine has sinema dilini sonuna kadar kullanıyor.

Bir yetimhanede zor şartlarda birlikte büyürken aralarında ismi konmasına lüzum olmayan bir sevgi/aşk da gelişmiş olan Alina ve Voichita, yetimhaneden ayrılmışlar ve bir süre birbirlerinden uzak kalmışlardır. Voichita Almanya’da tek başına ayakta durmaya çalışmış ama başaramamış, Alina ise Romanya’da bir manastıra sığınmakta bulmuştur çözümü. Birbirlerinden ayrı geçirdikleri yıllarda hayat onları farklı şekillerde etkilemiştir. Voichita özgürlüğünün ve sevgisinin peşinde koşan bir genç kız olmuş, Alina’yı da alıp Almanya’da kendilerine yeni bir hayat kurmanın hayalini kurarken, Alina ise manastırda kendisini güçlü bir Tanrı sevgisi ile donatmayı, kendisini böyle ifade etmeyi tercih etmiştir ve hiçbir yere gitmeye niyeti yoktur. Hayata karşı bir kabulleniş duruşu geliştirmiştir… Bu noktada tabii ki iki kız çok farklı tutumlara savrulmuş vaziyette tekrar biraraya gelmiş oluyorlar. Bu da herşeyin kırılma noktası oluyor zaten.

Başarılı yönetmen Mungiu herşeyden önce bu sevgi hikayesini, Romanya gibi bir ülkede, din ve bilimin çatışmasının tam da ortasında anlatmayı seçmiş. Üstelik izleyeni uzun bir süre manastırın içinde tutarken, Mungiu, bir yandan Alina ve Voichita’nın etrafını “toplum” ile de kalabalıklaştırmaya başlıyor. Toplumun sesini duymaya başlıyoruz bu kez. Alina, sevdiği kızın bu ortamda beyninin yıkandığını farkediyor ve onu bu durumdan kurtarmak için orada kalmaya karar veriyor. Onlar gibi davranarak dikkat çekmemeye çalışsa da benliği kendini ele veriyor ve toplum tarafından dışlanmaya başlıyor. Bu noktada izleyiciyi sarsan en büyük gerçek, gerçekten de beyni yıkanmış olan Voichita’nın olan bitene en ufak bir müdahalede bulun(a)maması, tepkisizliği, hissizliği… Bence müthiş bir oyunculuk kabiliyetiyle genç kız seyircide kendisinden neredeyse tiksinme hissi yaratıyor bu tepkisizliğiyle. Bunu da donukluğuyla, konuşma biçimiyle başarıyor… (Filmi izlerken, ilk oyunculuk deneyimi olan bu genç kızın bu donukluğunun bir oyunculuk başarısı mı yoksa filmdeki karaktere uyan tesadüfi bir gerçek karakter yapısı mı olduğunu çok düşündüm, fakat ertesi sabahki basın toplantısında genç kızın konuşmalarında hiç de donuk biri olmadığını gördüğümde oyunculuğuna şapka çıkarttığımı söyleyebilirim. Bu bağlamda Cannes’dan en iyi kadın oyuncu ödülüyle dönmeleri beni çok sevindirmişti.)

Romanya’da dinin toplum üzerinde nasıl bir etki bıraktığını, manastırda yaşananlarla soğuk ve çıplak bir şekilde gözlerimizin önüne atan, “gerçekçi” yönetmen Mungiu, bize aynı zamanda bu cehaletin ne gibi akla gelmez sonuçlara varabileceğini de göstermiş oluyor.

Filmde hikaye çok önemli, bu yüzden yönetmen bazı kamera açılarında, aslında daha estetik olabilecek bir çekimi tercih etmeyip, hikayenin önüne geçmemek adına daha basit bir çekim yapısını tercih ettiğini söyledi basın toplantısında, fakat bu durum aslında hikayenin önemi kadar onun nasıl anlatıldığının öneminin de altını çizmiş oluyor ironik bir biçimde. Mungiu’yu Nuri Bilge Ceylan’a benzetmemek elde değil, filmlerinde sorulara cevap vermektense sorular sormayı/sordurtmayı tercih ettiğini söyleyen, müzikle ya da farklı estetik tercihlerle izleyiciyi yönlendirmek istemeyen ve kurgu bir hikaye anlatsa, belgesel çekmese de, çıplak gerçeği göstermek için de büyük çaba harcayan, bu anlamda sinematografisindeki renk seçimlerinin dahi, bana, “iddiasızlık da bir iddiadır” dedirttiği bir yönetmen olan Mungiu ile Ceylan’ın tarzlarını benzeten şüphesiz sadece ben değilimdir.

Tepelerin ardında gizlenmiş bu manastırda yaşanan cehalet ve bu cehaletin yaşattığı akıl almaz derecede sert gerçekleri izlemesi çok kolay olmayacak, filmin süresi de üç saate yakın, bu anlamda filmin her izleyiciye göz kapalı tavsiye edilecek bir film olduğunu söylemek zor. Fakat Romen sinemasının öncülerinden olarak kabul ettiğimiz Cristian Mungiu’nun bu tüyler ürperten ve kolay kolay akıldan çıkmayan filmi, bana sorarsanız yılın kaçırılmaması gereken deneyimlerinden…