Karınca Kapanı

Bu Cuma vizyona giren iki Türk filmini merak ediyordum ve ikisini de öngösterimlerinde peşpeşe izledim. Bunlardan biri Karınca Kapanı idi.  Merakımın sebebi filmlerin kendilerine has özelliklerinin yanısıra, polisiye/gerilim/aksiyon örnekleri olacak gibi gözükmesiydi. Filmlerden biri aksiyon anlamında başarılı bir iş olarak bizi şaşırtmışken, Karınca Kapanı ise tür anlamında çok daha farklı bir yere oturtabileceğimiz, daha özgün bir film çıktı ve evet, böyle başarılı filmler izlemeyi özlemişiz kendi sinemamızda.

Karınca Kapanı, kara film tadında bir polisiye. Üstelik psikolojik yönü de epey güçlü. İçinde mafya, dövüş, kan, entrika gibi öğeler barındırsa da kesinlikle bir aksiyon filmi değil. İçi boş bir film ise hiç değil.

Filmde iki erkek, bir kadın var başrolde. Erkek başrollerden biri olan Fırat Tanış, bu kez aynı zamanda yönetmen koltuğuna da oturmuşken, diğer erkek başrol Cüneyt Uzunlar ise filmin senaristi. Cüneyt Uzunlar, aslında bir tiyatro eseri olarak yazmış bu hikayeyi ve sahneye koymuşlar geçen sene. Bu sene ise Fırat Tanış’la biraraya gelerek öyküyü beyazperdeye birlikte aktarmaya karar vermişler.  Fırat Tanış, Cüneyt Uzunlar ve Neslihan Yeldan; tiyatro kökenli bu üç oyuncu, bence rollerinin hakkını vermişler. Özellikle Fırat Tanış, deyim yerindeyse döktürüyor!

Film Neslihan Yeldan’ın, çok yakın plan yüzüyle açılıyor. Kulağında da kulaklık, anlıyoruz ki karşısındaki laptop’tan kamera vasıtasıyla biriyle görüşüyor. Karşı tarafın söylediklerini pek duyamıyoruz ama Münevver adlı bu kadın karakter, karşı tarafa, yakın zamanda yaşanmış, kendi deyimiyle “çok acayip” olaylar anlatıyor, anlattıkları, Türkiye’nin en zengin, en başarılı işadamının etrafında olup bitenlerden ülkenin siyasi durumuna kadar sıçradığı belli olan olaylar… Açılış sahnesinde Münevver karakterinin anlattıklarından sonra, filmin epeyce sistem eleştirisine gireceğini düşünmüş ve biraz daha heyecanlanmıştım, oysa hikaye ülke gündemine, siyasi yapıdaki çatlaklara, emek-sermaye ilişkisindeki kabul edilemez haksızlıklara, hemen aklımıza geliverecek gerçek karakterlere gönderme yapar gibi olmasına rağmen hızlıca durum kişisel bir hikayeye evriliyor. Anlattığı olayların içine sokuyor film bizi, Münevver, ülkenin en önemli işadamının karısıdır, yardımsever iş adamı kisvesi altında binbir türlü pis iş çeviren ama medyada sütten çıkmış ak kaşık olan kocası, olayları bildiği için karısına da eziyet etmekte, özgürlüğünü kısıtlamakta ve hatta onu dövmektedir. Canına tak eden Münevver kocasına zarar vermek adına uzun süredir zaten onun peşinde olan, canı fena halde yanmış bir mafya adamıyla anlaşır, birlikte akla hiç gelmeyecek bir plan yaparlar.

Tiyatral bir senaryo ve tiyatro kökenli oyuncular (ve hatta yönetmen) olunca işin içinde, uzun diyaloglar, neredeyse Nuri Bilge Ceylan filmlerini andıran epey durağan sahneler bekliyor seyirciyi. Zaten Tanış, filmindeki yan rollere çok tanıdık ünlü isimler koymasına rağmen bir süre sonra onları adeta ayırıyor bir tarafa, filmde adeta sadece üç kişi var. Fakat diyaloglar o kadar akılda kalıcı ve sarsıcı ki, durağanlığa rağmen zevk alarak izletiyor sahneler kendilerini, özellikle ilk yarıda. (İkinci yarıda mekanların epey kısıtlandığını ve temponun artık rahatsızlık verebilecek boyutta düşmeye başladığını söyleyebiliriz.)

Sinematografik anlamda da renk, ışık, doğanın kullanımı, yapımın “kara film” tadına doğrudan hizmet etmiş. Müzikler ve ses efektleri ise filmin gerilimini yüksek tutmak adına çok faydalı olmuş. Gezi olaylarındaki hassasiyetiyle de bildiğimiz oyuncu Fırat Tanış’tan, yönetmen olarak belki politik anlamda daha cesur, sinemasal anlamda da bu kalitede, yine böyle heyecan verici, biraz daha yüksek tempolu, başarılı yapımlar izlemeye devam etsek, fena olmayacak sanki. Haftanın şans verilmesi gereken yapımlarından…

Sefer Tası

Sinemanın görsel, işitsel anlamda teknik gelişmelerle izleyicileri etkilemesi üzerinden değil de, etrafımızda yaşanması muhtemel sade sakin hikayeler anlatmak üzerinden ilerlemiş bir fikrin pir-ü pak  sinema haline gelmiş örneklerinden biriyle karşı karşıyayız: Sefer Tası. Üstelik Hint Sineması… Hal böyle olduğunda şahsen heyecanlanıyorum, yani yaşamın içinden kopan bir hikaye farklı bir kültürün içinden şerbetlenerek biz izleyicilerle buluşacağı için… Aslında o filme, bizi hiç tanımayan birinin bize yazdığı bir mektupmuş gibi bakıyor ve bu sebeple heyecanlanıyorum.

Filmde de birbirlerine yazdıkları mektuplarla heyecanlanan, birbirini hiç tanımayan iki kişi var. Savaş zamanı sefere çıkan askerlerimizin kullandığı ve neredeyse günümüze kadar da devlet dairelerinde çalışan memurların kullandıkları, bildiğimiz “sefertası” bu hikayede başrolde. Gerçekten de Hindistan’ın Bombay şehrinde 100 yıldır devam eden bir gelenek olarak, ev hanımları memuriyetlerine giden beylerine ev yemekleri pişirip sefertaslarına koyuyorlar ve öğlenden önce dağıtıcılara teslim ediyorlar imiş. Bu dağıtıcılar o kadar iyi çalışıyorlarmış ki, Harvard Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre dağıtımlar esnasında 8 milyonda 1 hata oluşuyormuş. İşte bu film, o milyonda 1 hata üzerine bir hikaye kurmuş. İla (Nimrat Kaur), onunla ilgilenmeyen eşine özenle yaptığı yemeklerin yanlışlıkla Saajan isimli başka birine (Irrfan Khan) gittiğini ve yemeklerin memnuniyetle silinip süpürüldüğünü farkedince taslar aracılığıyla ona teşekkür mahiyetinde bir not yazar, bu not üzerine birbirlerini hiç tanımayan bu iki insan düzenli olarak mektuplaşmaya başlarlar. Tıkanmış hayatlarına bir yol açmak için umuda ihtiyaç duyan bu iki farklı insan, o gücü birbirlerine yazdıkları mektuplarda bulup hayatlarını değiştirme cesareti gösterebilecekler midir? Tanışacaklar mıdır? Aralarındaki bir aşk olarak değerlendirilebilir mi? İşte filmin sakin temposuna rağmen yönetmen bu soruları, yani merakı, neredeyse  son ana kadar ayakta tutuyor.

İki ana karakterin iç dünyalarına derinlemesine girebilmemize rağmen, yan karakterler de hiç fazlalık yapmadan filme doğallık ve derinlik katmakta başarılı oluyorlar. Film ise ana konusundan sapmadan yan hikayelerinde şehir hayatı, başkarakterin şehirde yaşayışı ve şehre bakış açısı, emeklilik, iş hayatı, monotonluk, umutsuzluk, kalabalıklar içindeki yalnızlık, aynı şehirde yaşayan ama sosyal farklarından dolayı bambaşka hayatlar kuran insanlar gibi gündelik ve hepimiz için güncel olan konuları da es geçmiyor, böylelikle hiçbir şey karton kalmıyor, kahramanımızın bindiği otobüs, sokakta geçirdiği zaman, o garip şekilde huzurlu iç sesiyle bizimle paylaştığı gündelik düşünceler, tüm bunlara hizmet ediyor.

Karısını kaybetmiş yalnız bir adam rolündeki Irrfan Khan, bildiğiniz gibi Life of Pi’de yaşlanmış Pi’yi canlandırıyordu. Kendisini The Namesake ve Slumdog Milionaire’deki rollerinden de hatırlıyoruz. Bollywood’un ünlü bir ismi olan oyuncu, mimiklerini, vücut dilini kullanışıyla bu filmde de oldukça karizmatik bir karakter çıkartıyor ortaya. Bu oyuncuyu takibe alıyorum, bence çok değerli bir aktör. (Son haber, kendisinin Jurassic World filminde yer alacağı yönünde…)

Filmdeki bu iki yalnız insanın mektuplaşması hikayesi bana iki eski filmi hatırlattı, You’ve Got Mail ve favori filmlerimden olan animasyon Mary&Max. Özellikle Mary&Max ile ortak paydaları çok fazla. Yaş farkı, kültür farkı, örneğin Sefer Tası’nda Saajan bir Hıristiyan, İla Hindu, Shaikh ise Müslüman ama onları birleştiren yalnızlıkları oluyor. Yönetmen burada epey alegorik bir portre çizmiş oluyor aslında.

Aklıma Bollywood sinemasından 2002 yapımı Monsoon Wedding de geldi ama sanırım o hikayenin anlatımı çok daha otantik kalmıştı ve filmin gişesinin başarılı olduğunu sanmıyorum. Sefer Tası ise Hindistan’daki gişe başarısı bir yana, an itibariyle Amerika’da 2014’ün en çok izlenen yabancı filmi oldu. 9 haftadır gösterimde olan film toplamda 2.713.093 $’lık hasılat yapmış ve daha da yapacak gibi gözüküyor. Bunu filmin kendine has kültürel yapısına rağmen çok evrensel bir gerçeği çok sade bir biçimde anlatışına bağlıyorum: Kalabalıkların içinde, kültürlerin içinde, şehirlerin içinde, otobüslerde, kaldırımlarda birbirine değe değe geçen yapayalnız insanlarız, hayatımızı değiştirebilmek için tek ihtiyacımız olan bir başkasından alabileceğimiz küçücük bir umut ışığı bazen…

Filmde öne çıkan iki dikkate değer cümle de şunlardı:

*Anlatacak birileri olmayınca yaşadıklarımızı unuturuz.

*Bazen yanlış tren sizi doğru istasyona götürür.

Bir kısa filmde de konu edilebilecek denli basit, sade bir hikayeyi çok başarılı bir donanımla çevreleyerek iki saatlik tadı damağınızda kalacak, baharatlı bir uzun metraj çekmiş Ritesh Batra. Diğer işlerini de merakla bekleriz.

Meleklerin Mucizesi

Meleklerin Mucizesi bu hafta vizyona girdi. Yönetmeni Biray Dalkıran’ın geçtiğimiz hafta da bir filmi vizyona girmişti (Peri Masalı), hatta kendisi şu an da yeni filminin setinde, Kıbrıs’ta; bu ara epey verimli bir döneminde anlaşılan.

Peri Masalı’nın eleştiri yazısında çok güzel bir film olabilecekken, cımbızla çekilip çıkartılacak küçük hata/eksikleri olduğundan dem vurmuş, açıkçası artık profesyonel olduğunu düşündüğüm bir yönetmenin işi olduğu için, daha iyi bir film beklediğimden, hayal kırıklığına uğradığımı anlatmaya çalıştığım bir yazı yazmıştım. Eğer Meleklerin Mucizesi’ni daha önce izleseydim, mutlaka ve mutlaka Peri Masalı’na daha olumlu bakar, Peri Masalı daha sonra çekilmiş olsaydı, yönetmenin filmlerinde gelişme olduğunu düşünürdüm. Fakat maalesef Meleklerin Mucizesi, birkaç adım geri atmanın da ötesinde, gerçekten başarısız bir yapım.

Kişisel gelişim konusunun tavan yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Kişinin kendisine güvenmesinin, ve bununla beraber evrene de güvenmesinin, ya da şöyle diyelim, aslında bir takım dünyevi inançlara da sahip olmasının gerekliliğini anlatan yüzlerce kitap, tv programı, dvd, hatta melek kartları gibi farklı farklı ürünler var piyasada. Açıkçası şu an sektörde yönetmen/senarist olarak çalışıyor olsam, bu konuyu ele almayı düşünebilirdim, gayet mantıklı ve nokta atışı bir hareket olarak bakabiliriz buna. Özellikle son zamanlarda toplumumuzda yaşadığımız olumsuz meseleler nedeniyle aslında biraz inanca, biraz güvene o kadar ihtiyacımız var ki, suya sabuna dokunmadan da olsa salt bu konuları sinemaya taşımak için gayet doğru bir zamanlama olabilir. Gelgelelim Meleklerin Mucizesi maalesef gerek senaryo, gerek oyunculuklar açısından o kadar yapay bir tat bırakıyor ki insanın ağzında, insan gerçekten verilen emeğe, harcanan zamana ve daha pek çok şeye üzülüyor.

Peri Masalı’nda başroldeki ikili gayet güzel oyunculuklar sergilemişlerdi ve filmin eksiklerini büyük ölçüde kapatan bir unsur olmuştu bu. Kaldı ki orada da yan rollerdeki bazı oyunculukların yapaylığı, iki dakikalık bir rol bile olsa rahatsız etmişti, Meleklerin Mucizesi’nde ise durum keşke yine öyle olsaydı demekten kendimizi alamıyoruz zira burada başrol oyuncusu (Hakan Türkşen) o kadar inandırıcılıktan uzak bir performans sergiliyor ki, yan roller, mekanlar, müzikler, hiçbir şey bunu kurtaramıyor ne yazık ki…

Kısaca konudan bahsetmemiz gerekirse, Hakan Türkşen’in canlandırdığı Hakan karakteri geçmişinde yaşadığı olumsuzluklar sebebiyle,bir kaybeden olarak, özgüvenini yitirmiş bir biçimde yaşamakta, hatta yaşayamamaktadır, sürekli intihar girişiminde bulunur. Bu girişimlerden bir tanesinden sonra hayatına giren Nur, melek olduğunu iddia etmektedir fakat Hakan ona elbette inanmaz. Halbuki meleklere, yani evrende onu koruyan bir güce inansa, hayatı bambaşka bir hale bürünecektir kahramanımızın. Bir süre sonra öyle de olur. Hakan’ın köprüden atlama denemesi esnasında Nur’un kendini attığı sahne ve filmin, hayatınıza giren “melek” konusu etrafındaki diğer detaylarının Luc Besson imzalı Angel-A filmini hatırlattığını da söylemeden geçmeyelim.

Kötülükler neden hep beni buluyor demek yerine biraz bakış açımızı, odak noktamızı değiştirerek, sakinleşerek ve etrafımızdaki işaretleri takip ederek hayatımızı yoluna sokabileceğimize kişisel olarak benim de inancım sonsuz. Fakat bu konu maalesef bu filmde harcanmış. İnsanı, ciddiye alamayıp güldürecek derecede inandırıcılıktan yoksun bir oyunculuk, özensiz diyaloglar, seyirciyi neredeyse aptal yerine koyarmışçasına kör gözüm parmağına olay gelişmeleri (örneğin kahramanın başına gelen üç olay ve akabinde o üç olayın tek tek çözümlenmesi gibi), özellikle de filmin o “öğretici” üslubu, tam anlamıyla itici olmuş. Filmi izlerken aklıma gelen, özellikle bir zamanlar televizyonda daha sık rastlamakta olduğumuz kamu spotları oldu. Film, o kadar kamu spotu tadı veriyor ki, neredeyse bir süre sonra perdede, “bakın gördünüz mü, böyle yaparsanız böyle olur, siz siz olun bunlara şunlara dikkat edin”şeklinde büyük puntolarla yazılar çıkacak sandım.

Bir film çekmeye başlamak elbette önce akla gelen bir fikirle olur. Biray Dalkıran’ın güzel fikirler bulabilen biri olduğunu, bunu da özellikle reklam filmi yönetmenliği deneyimleriyle birleştirip ortaya göze şık görünen görüntülere sahip sevimli, sıcak hikayeler/filmler çıkarmak istediğini, daha doğrusu, sinema yapmanın mutfağında bu iki donenin yeterli olduğunu düşündüğünü sanıyorum. Kendisi, çevresi epey geniş, sektörde kendini tanıtmış ve kabul ettirmiş, teknik anlamda da becerikli bir yönetmen, belli ki film çekmek için herkesin hemen ulaşamayacağı şekilde yeterli yapım gücünü de elde edebiliyor. Hal böyleyken gerçekten bir sinema filmi çekmek için mutfakta sadece fikir ve ‘kaliteli görüntü’den çok daha fazlasının gerektiğini hatırlatmaktan ve elindeki doneleri, bu eksikleri kapattıktan sonra çok daha iyi projelerde kullanmasını beklemekten, ummaktan başka yapacak bir şey yok.

Peri Masalı

Peri Masalı, sonunda sinemalarda. Vizyon tarihi epey değişen filmle ilgili, bu süreçte elimize bolca malzeme geçti. Filmin PR’ı oldukça başarılıydı. Peri Masalı’nın kitabı çıktı, o kitabın çevresinde süren etkinlikler, filmin farklı videoları, afiş çalışmaları, kamera arkası hikayeleri derken epey aşina olduk aslında konuya, oyunculara, filmin aşağı yukarı dokusu ve atmosferine…

Biray Dalkıran genç yaşına rağmen piyasada epey deneyim kazanmış bir yönetmen. Reklam, klip, belgesel, kısa film, dizi ve vizyon filmi; tüm bu alanlarda kendisini yetiştirmiş biri. Vizyon filmlerinde Araf ve Cehennem 3D, yönetmenin kendi deyimiyle “hatırı sayılır” gişe başarıları yakaladıysa da genel anlamda belirli bir kitleye hala kendini tanıtabildiğini düşünmüyorum.

Halbuki Biray Dalkıran, Bana Bir Soygun Yaz dışındaki filmlerine baktığımızda, kendince belirli bir auteur sineması oluşturmaya çabalıyor bana kalırsa. Birbirinden farklı türler denese de, aslında ilklere imza atmayı ya da farklı konuları ele almayı tercih ediyor ve kendi imzasını oluşturmaya çalışıyor sanki bir anlamda. Teknik anlamdaki bilgi ve birikimleri de en azından genel geçer bir yeterlilik sunuyor izleyiciye görsel manada. Fakat sıkıntı hep senaryoda, diyaloglarda…

Peri Masalı’na geri dönelim. Filmin başrol oyuncuları çok tanıdığımız isimler değil. Peri karakterini canlandıran Burcu Kıratlı,  (Zeynep Çamcı’yı andıran) düzgün yüz hatları ve doğal oyunculuğu ile rolünün hakkını vermiş diyebiliriz. Onun hasta ama güçlü ve ismiyle müsemma iyi kalpli bir genç kadın olduğuna inanmakta zorlanmıyoruz pek. Fakat Peri karakterinin üzerinden filmin senaryosuyla ilgili genel bir eksikliğe geçiş yapabilmemiz mümkün ki o da karakterlerin geçmişleriyle ilgili hissettiğimiz boşluk. Peri’nin ailesi nerededir, arkadaşları nerededir, bu kadar iyi bir insan olmasına rağmen neden hayatında sadece sevgilisi vardır mesela… Yönetmen Peri ile Mert’in zamanında masal gibi bir ilişkileri olduğunu bize anlatmak ve o kısmını fazla uzatmamak için bize reklam filmi/klip tadında, bu çiftin mutlu karelerini izletiyor ara ara, yani belli ki odaklanmamızı istediği tek şey şimdiki durum, Peri hastadır, Mert çaresizdir. Fakat filmde kafa karıştıran, gereksiz olan o kadar çok detay var ki, (babası aslında kimmiş, o ona aslında çocukken ne demiş, sonra babası aslında Peri’ye ne söylemiş…) o detaylar yerine keşke Mert ve Peri’nin geçmişteki ilişkilerine, çevrelerine, yaşamlarında daha çok odaklanılsaydı, böylece rollerinin hakkını vermelerine rağmen bu kişiler karton kalmasalardı diye düşünüyor insan ister istemez…

Açıkçası filmi izlerken, elimde bir cımbız, bazı yerleri çekip çıkartmak istedim. Bunu bir ukalalık olarak söylemiyorum, filmde güzel ve etkileyici epey done varken bazı çapaklar o kadar göze batıyor ki, onlar çıksa ne kadar farklı bir film olurdu demekten kendimi alamadım. Örneğin Emre Kızılırmak da Burcu Kıratlı gibi beyazperdeye çok yakışan ve karakterinin hakkını sonuna kadar verebilen, iyi bir oyuncu, bence iyi bir keşif Türk sineması adına. Fakat inandırıcı bir şekilde ağlıyor diye oyuncuyu 10 dakika boyunca ağlatmak bir süre sonra durumun inandırıcılığının kaybolmasına sebep oluyor, seyirci olarak özdeşleşmiş, duyguya eşlik etmeye başlamışken bir süre sonra o duygudan çıkıyorsunuz… Filmin epey acıklı bir hikayesi var ve evet izleyicimiz acıklı aşk hikayelerini sever; kulaktan kulağa, “çok ağladık” diye yayılması da, filmin gişesini artıran bir etmen olabilir fakat bunu fırsat bilip acıyı, gözyaşını köklemektense çok vurucu bir iki sahne sonrasında biraz sadeleşmeye gidilseydi çok daha etkileyici olabilirdi.

Yan hikayelerde hastanedeki hemşirelerden birinin hayatına odaklanmamız fena bir fikir değil, fakat başrollerdeki Burcu Kıratlı ve Emre Kızılırmak dışındaki çoğu oyuncunun inandırıcılıklarında sorun vardı. Baba rolünde Orhan Aydın ve Mert’in kardeşi rolünde (tip olarak inandırıcı olmasa da oyunculuğuyla açığı kapatan) Çetin Altay dışındaki kast seçimleri maalesef başarılı değil, hele ki Mert’in çocukluğu, hastanedeki diğer kıskanç hemşire ve o gereksiz replikleri… Küçük roller de olsa, az da görünseler, filmin geneline etki eden detaylar bunlar.

Peri ve Mert’in arasındaki aşka, bağlılığa, herşeye rağmen inanacak ve hikayedeki üzücü detaydan dolayı gözyaşlarınızı tutamayacaksınız. Bunlar sizin için yeterliyse bu filme bir şans verebilirsiniz.

Zaman Makinesi 1973

 

Kişisel olarak “eski”ye düşkünümdür, şimdiki deyimlerle “vintage”, “retro”, “antika”, hatta “hippi” herşey ilgimi çeker. Fakat biliyorum ki yalnız değilim, nostalji duygusunu seviyoruz biz insanoğlu. Fütürizme, modernliğe, yani geleceğe merak da vardır elbet çoğumuzda ama geçmişi de hep günümüzle kıyaslar ve “daha iyiydi” demez miyiz?

Bu nostalji duygumuz dönem dönem kabarıyor gibi geliyor bana, özellikle yitirilen bazı değerler daha fazla gün yüzüne çıkınca, yaşanan toplumsal, hatta siyasal bazı durumlar sonrası ağzımızdan “daha iyiydi” önermesi daha çok çıkıyor sanki… Toplum olarak kabaran bu duygularımızı doğru değerlendiren bazı program ve dizi yapımcıları/senaristleri var günümüzde. Kimi talk showlar ve tv dizileri 80’leri, 90’ları konu ettiklerinde rating rekorları kırılıyor ülkemizde son 5-6 senedir özellikle.

Fakat Türkiye’de bir sinema filminde hiç işlenmemiş olan iki konuyu, zamanda yolculuk etmek ve nostalji duygusunu biraraya getirmek, senarist Kemal Kenan Ergen’in aklına gelmiş ve Yeşilçam’ın usta yönetmeni Aram Gülyüz ile biraraya gelip bu fikri gerçekleştirmişler, bence iyi de etmişler, bu anlamda bir ilke imza attıklarını söyleyebiliriz. Zira insanoğlunun büyük hayali olan “zamanda yolculuğu” konu eden (Beyazperde olarak dosyasını da yaptığımız) çok fazla yabancı film örneği var elbette ama işte bu da Türk usulü Back To The Future! Hem de sarı bir Anadol ile!

Doğruyu söylemek gerekirse, denizin ortasında küçük bir balıkçı teknesinde tek başına takılan adamın denizin yüzeyinde ölü gibi yatan adamı birkaç montaj hilesiyle elinin tek hareketiyle teknesine alabiliyor gibi yaptığı açılış sahnesinde bir “eyvah” dedim. Devam eden planlar ise Gürgen Öz’ün canlandırdığı Tolga karakterinin şımarık, egoist bir zengin çocuğu olduğunu anlamamız için çekilmiş bir başka absürdlükten oluşuyordu, fakat herşey Tolga’nın babasını ölüm döşeğinde ziyaret etmesinden sonra bir çizgiye oturdu diyebiliriz.

Babasının ona vasiyet olarak tek bıraktığı külüstür bir Anadoldur. Hayal kırıklığı yaşayan paragöz Tolga Anadol’a biner binmez kendisini 1973’te bulur. Ve olaylar gelişir diyelim, senaryoyu çok da fazla açık etmeyelim fakat senaryonun fantastik bir hikayeye göre epey tutarlı ve mantıklı devam ettiğini söyleyebiliriz. Karışık ve yoğun bir içeriğe rağmen hikayenin inandırıcı olmayan bir kısmı yok gerçekten, detaylar iyi düşünülmüş ve belirli konuların içi tutarlı şekilde doldurulmuş.

Dönem filmlerinde en önem verdiğim konulardan biri de diyalogların o dönemin jargonuna ne kadar uygun yazılabilmiş olduğudur ve maalesef bu konuda çoğu kez sıkıntılar olur. Bu senaryoda ise bu konuya özellikle dikkat edilmiş olduğu çok belli, gerçekten de dönemin esprileri, ağızları, hareket ve motivasyonları vardı, bu  titizlik açısından takdiri hakediyor Kemal Kenan Ergen.

Filmin kostüm, dekor, tasarım konusunda da  başarılı olduğunu söylemek lazım. Her ne kadar geçmişi yansıtan dizilerimizde olduğu gibi burada da yakın planlarla bazen “bakın, ne kadar da döneme uygun tasarladık, o zamanlar böyleydi” dercesine bunların gözümüze sokulduğunu hissetsem de, genel anlamda göze batan çok bir şey yoktu. 70’lerin sanat güneşi Zeki Müren’i canlandıran Fehmi Dalsaldı, ses tonu ve mimikleriyle rahmetliyi başarıyla canlandırsa da, saç makyajın aynı şekilde başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim.

Zaman Makinesi 1973, 70’li yıllardaki devrimci ve ülkücü harekete geniş biçimde yer verirken, Gezi olaylarına selam çakan ince espriler yapmaktan da çekinmiyor, bunu bol bol malzeme ediyor kendisine… Fakat “babacım” konusu tamamen tesadüf, zira hikaye yazıldığında henüz yaşanmamış bir siyasi gündemdi, yine de cuk oturmuş diyebiliriz.

Filmde en başarılı bulduğum oyuncunun çocuk oyuncu Can Bartu Aslan, öykü boyunca bizi takip eden birçok şahane  MFÖ, Barış Manço parçasına rağmen beni en etkileyen şarkının ise Gökalp Ergen-Geri Dönme olduğunu belirtir, samimi, naif ve duygusal bu filme bir şans vermenizi öneririm.

Öküzün Altında Buzağı Aramak

Ülke gündemini takip etmekte zorlandığımız, oldukça trajikomik olaylar yaşadığımız bu dönemde, tam da yıldönümünde 28 Şubat dönemini hicvetmek isteyen bir Türk komedi filmiyle karşı karşıyayız… Sürgün İnek, gerçek bir hikayeden yola çıkmış bir yapım. Muğla’nın bir köyünde bir karı kocanın çocuğu olmadığı için kesmeyip/satmayıp çocukları gibi bağırlarına bastıkları bir inekleri vardır. İnek bir gün kuyruğuyla okulun bahçesindeki Atatürk büstünü kırar ve olaylar gelişir…

Politik hicvin en kuvvetli silahlarından biri mizah hiç kuşkusuz… Bu karikatürde de, müzikte de, sinemada da, başka sanat dallarında da örneklerine rastlayabileceğimiz bir durum. Politik hicivin mizahta yer bulmasının ve başarılı olmasının bir sebebi insanoğlunun bazı durumlar ile direkt ve fazla gerçekçi şekilde karşı karşıya kaldığında o durumu objektif olarak değerlendirmekte zorlanması ve olumsuz tepki vermesi ise, bir sebebi de ürün mizah olunca eleştirilen tarafın bu şekilde daha az zarar görmesi, eleştirinin karşı tarafın gözüne sokulmuyor, ona hükmetmiyor olması bana kalırsa… Burada tabii kullanılan hicivin kıvamı da işleri değiştirebilir. Mizah yoluyla da birilerinin canını acıtabilir, birilerini rahatsız edebilirsiniz, bu konuda nice davalar da açılmıştır bugüne kadar, haklı ya da haksız yere… Özellikle karikatürde çok yaşanmıştır bu tarz olaylar.

Filmi okumak gerekirse Sürgün İnek, elbette ki 28 Şubat kararlarını –az kıvamlı şekilde- eleştiriyor. Askeri darbe demek yerine post-modern darbe diye anılan 28 Şubat olaylarında alınan kararlar sonucu neler olmuştu;  fişlenenler, yok yere hapis yatanlar, türlü türlü şekilde mağdur olanlar… Din ile yönetilmeye karşı koyup laikliğe leke sürdürmeyelim kisvesi altında çok kişinin canı yandı. Filmde bu denli acı mağduriyetlere yer verilmemiş. Hicvedilen daha çok abartılan Atatürkçülük ve bunu kullanarak insanların birbirlerine yaranma yarışları, yani içi boş bir Atatürk sevgisi, ve Atatürk gibi doğru değerlendirilmesi gereken önemli bir şahsiyetin, maalesef tabulaştırılması, yenisinin anında dikilebileceği kırık bir Atatürk büstü yüzünden neredeyse tüm ülkenin karışması, askerin gelip müdahale etmesi, inek kırdığı halde arkasında başka dolaplar olduğu paranoyası… Yani hafif, kimsenin canını yakmayacak, ince bir hiciv, her kesimden insanı güldürecek bir durum komedisi. Üstelik tarihimize çok fazla hakim olmayan, belki daha genç bir izleyici kolaylıkla, “ genel anlamda Atatürkçülüğü eleştiren, dini görevlerimizi yerine getirmemizin engellendiğini söyleyen bir film” olarak da okuyabilir izlediklerini, ki bu çok yanlış bir okuma olur.  Halbuki Sürgün İnek, toplumumuzun gerçekten içinden geçtiği bir “ yakın dönemi” işaret ediyor ve aslında filmi incelerken günümüzde bunun tam tersiymiş gibi görünmesine karşın aynı şeylerin tekrar ettiğini de rahatlıkla görebiliriz; bugün ise devletle işi olanın kendisini dinine daha bağlı gibi gösterdiği, Atatürk’ü seven, milletini seven vatandaşların ise bunu ifade etmekte zorluk çektikleri, yine bir çok konuda öküzün altında buzağı aradığımız, paranoyalarla dolu bir dönemden geçiyoruz ve halimiz tam komedi!

İşin politik kısmını bir tarafa bırakırsak, aksamayan ve eğlendiren bir senaryo, müthiş oyunculuklar (Şebnem Sönmez ve Hasan Kaçan favorilerim!), harika kadrajlar, sıcak renkler, eğlenceli müzikler, küfürsüz bir dil, anlaşılır bir lehçe, yani bu anlamda ailece gidilesi, izlenesi, eğlenesi…

“Siri” ile aranız nasıl?

Yıl 1999. Hayatıma internet diye bir şey girdi. Arkadaşıma doğumgününde kendinden müzikli, kalpli böcekli e-kartpostal yollayabilecektim! Avustralya’da okuyan lise arkadaşımla mektuplaşmalarımız da gereksizdi artık, icq’daydı çünkü o, sinema ödevini yollasana, ya da, bak bu en sevdiğim şarkı bugünlerde, dediğimde dosya paylaşımlarımız bir saatten az sürüyordu. Halbuki mektuplar aylarca beklenirken bir başka güzeldi… Sonra başka sanal arkadaşlarım olmaya başladı, yazmakta konuşmaktan daha başarılı olduğum, kendimi daha iyi ifade edebildiğim için güzel arkadaşlıklar da kurdum, hatta aşık ettim, aşık oldum…

Yıl 2000. Hayalet Gemi dergisi vardı, sürekli aldığım. Adnan Kurt’un chat-hikayesi  Epigon Projesi, erken erken hepimizin “Her” filmini çekmişti aslında. Şu an internet sayesinde okuyabildiğiniz şu yazımda, internet arşivciliği sayesinde o hikayeyi de paylaşabiliyorum sizinle, ayrı mesele.  Okumaya üşenirseniz de söyleyeyim, bir kadın chat yaptığı adama aşık olur ve fakat sonra bir e-posta alır ki o bir programmış… Açıkçası epey sarsılmıştım, hele ki chat chut hayatımızda bu kadar yeniyken, tokat gibi gelmişti…

Yıl 2014. Ellerimizde küçük bilgisayarcıklar, sevgilimizle yemeğe/seyahate çıkıyor ve birbirimize bakmıyoruz. Nerede yemek yediğimizi check-in’meden rahat edemiyor, sonra yediğimiz yemeğin fotoğrafını paylaşıyor, daha sonra da romantik bir anın/güzel bi manzaranın vs vs tadını çıkaracakken mesela, diğer arkadaşlarımızın fotoğraflarına dalmış buluyoruz kendimizi, ya da bir bilgisayar oyununa ve gece sona eriyor. İş güç, ilişkiler, her şey o küçük bilgisayarcıkların içinde hallolurken biz neleri neleri kaçırıyoruz. Fakat burada atlamamamız gereken bir nokta yok değil. Bütün bunların bir sebebi var. Birbirimize ve kendimize zaten öylesine uzaktık ki ve öyle bir kendimizi ifade etme ihtiyacımız vardı ki… Kah utanıyorduk, kah korkuyorduk. Bedenimizi kullanmadan beynimizden geçenleri aktarabileceğimiz bir oyuncak iyi geldi bize aslında. Politik görüşlerimizden cinsel tercihlerimize kadar herşeyi daha net ortalara dökebilir olduk, kimliğimizi “bedensiz” daha rahat bulduk sanki…

“Her”… Evet, o. Yani bir başkası, üçüncü şahıs. Yaşadığımız yüzyılda, hatta daha ilerde, onunla olan ilişkimizin neye evrildiği…. Konu ille aşk değil. Spike Jonze’un son filmi Her’de “bedensiz kimliğimiz” bütün mesele aslında. Bedeni olduğunu bildiği bir kadınla telefonda seks yapmaya çalışırken hayal kırıklığına uğrayan kahramanımız, yine bedeniyle yıllarca birlikte yaşadığı eski karısıyla hiçbirşeyi çözemez, dünyalar güzeli bir kızla güzel bir gece geçirse de ona bir şans verecek kadar heyecanlanamaz, komşusuyla aralarında dile getirilmemiş bir bağ olmasına rağmen bunu yaşayamazken, üstelik yalnızlıktan ölürken, bir bilgisayar programına aşık olabiliyor, aşkla sevişebiliyor (sanal seks de olsa), ona herşeyini anlatabiliyor, bir bağ kurabiliyor. Bu dram gibi, romantik komedi gibi, bilim kurgu gibi, ama hiçbiri ve hepsi olan harika filmde, birine yakın hissetmek için bedenlerimize ihtiyaç var mı, acaba bizi biz yapan ruhumuz mu, teknoloji ilerledikçe birbirimize iyice mi yabancılaşıyoruz yoksa kendimizi ve isteklerimizi daha da mı iyi anlıyoruz aslında, biz insanoğlu ne istiyoruz allasen? gibi soruların peşinden gidiyoruz. Bir yandan da diyor ki bu hikaye bize; yakın gelecek, uzak gelecek, teknolojinin bütün imkanları, ama biz hala karşımızdaki insana güvenememek, onu kıskanmak, değişmesinden, bizi terketmesinden korkmak gibi dertlerle boğuşmaya devam edeceğiz çünkü insanız.

Yumuşak pastel renkler kullanmış, halisünatif görüntüler elde etmiş yönetmen, şehir itibariyle Los Angeles bir ütopya oluvermiş. Tertemiz, bembeyaz, ultra modern, trafiksiz, dilencisiz, her yerde gökdelenler. Restoranlar ve çevresel bir takım başka faktörler ise tamamen Şangay’ı çağrıştırıyor. Ben Spike Jonze’u, sürrealist yazar Charlie Kaufman’ın birbirinden tuhaf iki senaryosunu filmleştiren yönetmen olarak tanıyorum, daha çok o filmlerine aşinayım: Being John Malkovich ve Adaptation. Aradan da uzun zaman geçmedi değil ve Jonze bu kez kendi hikayesini filmleştirmiş şekilde karşımızda. Bu filmde hem yönetmen Spike Jonze hem senarist Spike Jonze olarak yeteneğini tamamen birbirinden ayırarak ve sonra bütünleyerek ele alabiliriz çünkü hem bir “sci-fi” olarak yönetmenlik babında filminde benzerlerinden farklı bir atmosfer yaratmakta başarılı, hem de yenilikçi senaryosunu ortaya koymakta… Bana göre Amerikan sinemasının en orijinal iş çıkaran yönetmenlerinden biri. Koca bir alkış da filmin başrolü Joaquin Phoenix’e! “Tek başına”, almış yürümüş, net!

Hayatımızda henüz Siri var, bakalım Samantha’lar ne zaman girecek? Bence çok da uzak değil. Her’ü kaçırmayın derim!

Senin Hikayen

Tolga Örnek Amerika’da aldığı sinema eğitiminden sonra ilk filmlerini belgesel türde çekti. 90’lı yıllarda çekmeye başladığı belgesellerden iki tanesi vizyon fırsatı da buldu. Belgesel toplumumuzda popüler bir tür olmamasına rağmen, filmlerin sinemasal başarısı ve konuların önemi nedeniyle, özellikle Gelibolu zamanı, film de yönetmen de ismen tanınmaya, bilinmeye başladı. Bu iki belgeselden sonra ise Devrim Arabaları geldi. Aslında çok tutarlı bir geçişti bu sanki kurmaca filme, zira Devrim Arabaları gerçek bir olaya dayanan, dolayısıyla “belge”sel bir yönü de olan kurmaca bir dram filmiydi. 60’lı yılların Türkiye’sinde meydana gelen bir “devrim” fikrini sevilen oyuncularla ve akıcı senaryosuyla beyazperdeye aktararak, hem popüler sinemaya hizmet etmiş, hem de ciddiye alınan bir iş çıkarmıştı nihayetinde, bu filmi izleyip de sevmediğini söyleyen, takdirle karşılamayan kimseye rastlamadım.

Özellikle Türkiye’de popüler sinema yapıp kimi “entelektüel” kesim tarafından ciddiye alınmak, başarılı bulunmak zordur. Bazen sinemamızdaki bazı örnekler çok keskin çizgilerle ayrıştırılır birbirinden ne yazık ki. Popüler filmler, gişe odaklı yani para kazanmak hedefli, içi boş bir ürün, bir “proje” olan, izleyicinin zekasını çok da harekete geçirmeyen, hafif filmler olarak değerlendirilirken (ki böyle örnekler de gerçekten az değil), diğer yandan sanatsal, büyük dertleri olan, gişe yapması çok önemsenmeyen hatta beklenmeyen, temposu düşük, belirli bir “ağırlığı” olan filmler aşırı derecede saygı uyandırmakta fakat bunların bir kısmı da maalesef  izleyiciyi kendine çekememekte. Halbuki bu iki tür arasında o kadar çok olası renk var ki… Bana göre Tolga Örnek tam da bu orta renklerde gezebilen bir yönetmen; para kazanma odaklı “proje” işlerin peşinde olmasa da popüler konuları ele alabilen, herkesin kendinden birşeyler bulabileceği, kaliteli, derli toplu, “sinema gibi sinema” yapabilen ve farklı türler denemekten çekinmeyen nadir yönetmenlerden.

Gelelim bu Cuma vizyonda seyirciyle buluşacak olan son filmi Senin Hikayen’e. Tolga Örnek röportajlarında da anlattığı üzere, kendi yaşadığı bir süreçten çok etkilenerek bu hikayeyi yazıyor ve sinemaya aktarıyor. O da, birkaç yıl önce eşinin hamile kalması ve bir çift olarak anne-baba olmaya hazırlandıkları dönem…  Filmde Timuçin Esen ve Selma Ergeç’i  başrolde izliyoruz Tolga Örnek’in her filminde dikkat çeken bir başarısı varsa o da oyuncu seçimleridir. Bu filmde bu ikilinin arasındaki aşka, bağlılığa inanmamak imkansız. Müthiş bir uyum yakalanmış. Esra ve Hakan, kentli, mutlu bir çift ama henüz bir çocuk isteyip istemediklerinden emin değiller, hayatta yapmak istedikleri başka şeyler de var. Fakat bir yandan aşk dolu bir çift oldukları için Esra bilinçsizce hamile kalıyor ve ikisi de büyük bir şaşkınlık yaşıyorlar. Çok da hazır değiller anne-baba olmaya, hala tam olgunlaşamamış, acemi halleri var bu çiftin, özellikle de Hakan’ın. Bu süreçte bu çocuğu hayata getirmek isteyip istemedikleri konusunda ciddi ciddi düşünüyorlar. Burada aslında Tolga Örnek’in satır aralarında da olsa,  ülkemizde ciddi anlamda tartışma konusu olan “benim bedenim benim kararım”  meselesine bir gönderme yaptığını farkediyoruz.  Çift, “aa çocuğumuz olacak, eh ne yapalım, kader”, gibi yaklaşmıyorlar meseleye. Buna hazır olup olmadıklarını ciddi ciddi masaya yatırıyorlar. Gerçi bu karar aşaması çok da uzun sürmüyor, muayenede bebeğin kalp atışlarını duydukları anda anneden bile önce emin olan Hakan oluyor, o bu bebeği istiyor, ve tabii Esra da.

Hikayede belirgin bir anlatıcı yok, uzaktan olan biteni gözlemliyoruz ama aslında kadın odaklı bir film. Esra’yı daha çok takip ediyoruz izleyici olarak,ona daha çok empati kuruyoruz, gel-gitlerini anlıyoruz. Timuçin Esen’in başarıyla canlandırdığı Hakan ise daha çok acemilikleri, şaşkınlıkları, saflıklarıyla dikkatimizi çekiyor ve bizi epey güldürüyor ama onun da en önemli özelliği evine, ailesine olan bağlılığı.

Mizah duygusu güçlü bu filmde izlemeyi çok özlemiş olduğumuz değerli bir oyuncu var: Nevra Serezli. O, babaanne olmadan bu dünyadan göçmek istemeyen, sevgi dolu bir anneyi canlandırıyor. Kocasıyla çok mutlu bir hayatı olmuş, tek istediği oğlunun da bir aile babası olduğunu görebilmek. Bu konuda hafif baskıcı, fazlasıyla ilgili ve yardımsever bir kayınvalide Esra için.

Senin Hikayen, “kentli” bir film. Tolga Örnek belli ki çok kişisel ama bir o kadar da evrensel olan bir hikayeye yakın plan odaklanmayı hedeflemiş fakat yine de burada beni rahatsız eden bu hikayede sadece maksimum 4 kişinin yer alması oldu. Filmde sürekli Hakan ve Esra’yı izliyoruz, aralarına giren tatlı/zor babaanne ve fazla işlevi olmayan bir dede var. Filmin kurgusu ve kamerası çoğu yerde Hakan ve Esra’yı yeni jenerasyondan, babaanne ve dedeyi ise eski jenerasyondan “ideal çiftler” olarak örnekliyor bize. Bir de Hakan ve Esra’nın etrafını çevreleyen arkadaşlar var fakat onlar sadece bir resmi tamamlamak için oradalar adeta. Evet, bu ikilinin çocuk yapma meselesine paralel babaannenin bir çatışma unsuru var hikayede ama bence yine de bu anlamda bir eksiklik hissediliyor. Mesela Esra’nın ailesi nerede? Özellikle genç ve yeni evli bir kadın olarak hamileliğini, çocuk yapma kararını paylaşacağı bir yakını neden yok arkadaşları ve Hakan’ın ailesi dışında? Başka bir şehirdeyseler bile bir telefon konuşmaları yok mu? Bir kardeşi, abisi ablası? Esra aslında içi çok doldurulmuş, inandırıcı ve doğal bir karakter olsa da bu tarafıyla eksik kalmış ne yazık ki, sanki o da sadece Hakan ve ailesinin hayatında bir figür…

Senin Hikayen, sinematografisi çok temiz, pırıl pırıl görüntüleri, açıları olan bir yapım… Kurgusu da çok sağlam, özellikle babaannenin ihtiyaç anında koşarak eve gelişinin kurgusuna bayılacaksınız! Filmin müziklerini de es geçmemek lazım, bu dünyadan olmadığını düşündüğüm Cem Adrian çok yakışmış filmin duygusal dokusuna.

Rahatlıkla takip edilen, ailelerine düşkün kentli çiftlerin yaşadıkları çok doğal süreçleri keyifli bir durum komedisine dönüştürebilen, mizah tarafı çok güçlü, sonlara doğru ise duygusal damarımıza basmaktan kaçınmayan, kahkahalar sonrası gözleri doldurarak salonu terketmenizi sağlayacak, sıcak bir aile filmi var karşımızda. Aile filmi demişken, çiftin tensel uyumları çok sağlam, birbirlerine çok aşık bir çift olup, hamileyken dahi “uslu durmadıklarını” ve tatlı tatlı oynaştıklarını da söylemiş olalım, rahatsız edici ya da “cesur” diyebileceğimiz bir sahne yok fakat öpüşme koklaşma yerinde diyebiliriz, bu da filmi doğal yapan unsurlardan biri daha. İzlemeye değer bir yapım.