Sinyora Enrica İle İtalyan Olmak Film Ekibiyle Söyleşi

Geçtiğimiz ay, Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak filminin basın gösterimi sonrası, tüm başrol oyuncuları ve yönetmen ile birlikte bir yemek etkinliğine katılmıştık. Değerli isim Claudia Cardinale’nin de aramızda olmasından ötürü basının ilgisi büyüktü, o yüzden o ortamda ekiple fazla bir sohbet imkanımız olamadı.

Geçtiğimiz hafta sonu ise, 18 Şubat 2011’de ülkemizde vizyona giren Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak filminin imza ve söyleşi etkinliği vardı ve biz de beyazperde.com ekibi olarak yine oradaydık. Yönetmen Ali İlhan ve oyuncular Teoman Kumbaracıbaşı, Nilay Cennetkuşu ve Levent Can, filmin afişlerini etkinlik katılımcıları için imzalarken, sohbet Teoman Kumbaracıbaşı ile katılımcı bir arkadaşımız arasında hararetli bir biçimde başladı. Tatlı oğlu Deniz ile birlikte vakit geçirmek için aramızdan erken ayrılmak zorunda kalan Teoman Kumbaracıbaşı ile Beyazperde için birebir sohbet edemedik, bu yüzden o gün konuşulan konulardan en çok aklımızda kalan kısmı sizlerle paylaştıktan sonra filmin diğer isimleriyle yaptığımız söyleşiyi ekliyoruz devamına:

Teoman Kumbaracıbaşı: Bizim maalesef dünya çapında yönetmenimiz yok. Semih Kaplanoğlu ve Nuri Bilge Ceylan’ı sayabiliriz aslında dünya çapında yönetmenlerimiz olarak ama onun dışında maalesef yok.

Katılımcı: Fatih Akın ve Ferzan Özpetek?

Teoman Kumbaracıbaşı: Onlar bu ülkenin parasıyla film çeken yönetmenler değiller ki…

Katılımcı: Ama Türkler onlar da?

Teoman Kumbaracıbaşı: Japonya’dan Güney Amerika’ya kadar bilinen yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan’dır, bu yüzden dünya çapında bir yönetmendir.

Ali İlhan: Dünyanın herhangi bir yerinde Soul Kitchen afişini görüyorsam ben, asıl o dünya çapında olmuştur bence.

Katılımcı: Nuri Bilge Ceylan kendi hikayesini anlatıyor, evrensel bir hikaye anlatmıyor ki. Yurtdışında aldığı ödül mü kıstas?

Teoman Kumbaracıbaşı: O zaman Kurusawa’nın Rashomon’u da evrensel değil demek lazım.

Katılımcı: Dünya çapında iş yapıyorsa evrensel dil kullanması lazım her şeyden önce.

Teoman Kumbaracıbaşı: Burada gayri samimi bir cümle var, bir şeyin evrensel olması için çabalamazsınız, bir şey ya evrenseldir ya da değildir. Siz onu örgütleyemezsiniz. Sizin içinizdeki hikaye evrenselse, dünya çapında olursunuz zaten. Nuri Bilge’nin başarısı da orada, evrensel olmaya çalışmıyor. O bir proje değildir. Meseleyi dünya çapında olmak için projelendiren yazarlarla filan karıştırmamak lazım. Evrensellik birisinin tahakkümünde olan bir mesele değildir. Nesnel bir formülü olamaz. Çanakkale’deki küçücük bir hikaye de evrensel bir hikaye olabilir. Bir filmin çok iyi olması farklı bir konudur. Bir filmin iyi olduğunu kim söyleyecek? Kişisel, ülke bazında ve dünya bazında başarılı işleri birbirine karıştırmayalım. Öğrencilere söyleyeceğim de şudur. Film çekmek ciddi bir iştir. “20 milyar buldum film çekeyim”. Yurtdışı senaryolarda 20 milyar, “para bulma parası” olarak geçer. Kısa film kafalarından çıkın ve kendi paralarınızı da batırmayın film çekeceğim diye. Ayrıca eminim burada herkes ya oyuncu ya da yönetmen olmak istiyor. Burada time-code tutmak isteyen kimse yok mesela. Bizde beşinci asistan dört olmak istiyor, dört üç olmak istiyor, üç yönetmen yardımcısı olmak istiyor, yönetmen yardımcısı ise yönetmen olmak istiyor. Bunlar birbirlerine basamak değildir. Bunlar başlı başına birer meslektir. Sanat yönetmenliği, görüntü yönetmenliği olmak başlı başına birer meslektir. Bu bir eğitim ve kültür meselesidir. Yurtdışında çekilen bazı filmlere bakın, time-code’cu kişi 60 yaşında ve 40 yıl boyunca bu işi yapmış. Yaptığı iş kolay iş değildir ve bir meslektir.

Ali İlhan ve Oyuncular İle Röportaj

Sondan başlayalım. Şu andaki durumdan memnun musunuz? Heyecanla bu işe başladınız, vizyona gireli iki hafta oldu, neler düşünüyorsunuz?

Ali İlhan: Aslında çok memnunum ama sürecin uzaması biraz can sıkmıştı. Oyuncularımı da beni de yordu ama sonuçtan hepimiz memnunuz. Claudia Cardinale’nin filmi beğenmesi hatta kızının annesine uzun zamandır böyle iyi bir film yaptığını görmemiştim demiş olması bizim için mutluluk verici detaylar. Şu an bir süreçteyiz, gemiyi denize bıraktık, geminin nasıl gittiğini zaman içinde göreceğiz. Farklı farklı limanlara uğrayacak, farklı farklı festivaller gezecek biz de onu yalnız bırakmayacağız.

Şu an belli mi festivaller?

Şu an Cannes Film Festivali’nden haber bekliyoruz. Diğer tüm dünya festivallerine de yollayacağız.

Peki, başa dönelim. İtalya’da bu serüven nasıl başladı? İtalya’da yaşlı bir kadının evinde kaldığınız bir deneyim olmuş ve oradan çıkmış diye okudum basında?

O yanlış anlaşıldı biraz. Altı sene önce İtalya Verona’ya, Ennio Morricone konseri için gitmiştim. Güzergahımda da Sinyora Enrica diye bir kadının yanında kaldım. Bir yılbaşı arifesinde birlikte bir öğlen yemeği yemiştik ve ben bir fotoğraf çekmiştim orada. Günlerden bir gün fotoğraflara bakarken bu fotoğrafa geri döndüm ve yaklaşık on dakika boyunca bakakaldım. Bundan harika bir film olabilir dedim, bana ilham veren bir fotoğraf oldu. İsmi de belirdi o an aklımda filmin. O dakikalarda bir film doğdu aslında. Rimini’de yaşarken altı ay boyunca hikayeyi düşündüm kurguladım kafamda.

İtalya’ya gitme maceranız nedir?

Ben biraz deliyim, kafama esen her şeyi yaparım. Bu hikayeyi bulduktan sonra bu filmi çekmek için Rimini’ye yerleştim. Çok da komplike bir şey değil aslında.

Ama demek ki kafanızda bu hikaye direkt olarak İtalya’da geçecek şeklinde yer aldı ve orada ilerlemek istediniz öyle mi?

E tabii, kültürel çatışmaları benzerlikleri anlatmak isterken, o dile o kültüre hakim olmak lazım. Bu yüzden oraya yerleştim ve adapte olmak istedim.

Oyuncuların çoğu Türk olmasına ve İtalyanca bilmemelerine rağmen filmde İtalyan’ı canlandırdılar ve/veya İtalyanca konuştular. Filmi izleyenler tüm oyuncuların İtalyanca bildiğini hatta bazı Türk oyuncuların İtalyan olduklarını sandılar. Bu konuda oyuncularınızı nasıl motive ettiniz? Nasıl bir hazırlık süreci oldu?

Bu konuda oyuncularım oldukça büyük bir çaba sarfettiler ve büyük başarı sergilediler. Çoğu kişinin cesaret edemeyeceği rollerin üstünden hakkıyla geldiler. Teoman Kumbaracıbaşı ve Levent Can ezber yoluyla bu işi yerine getirdiler ve sinemadan herkes onların İtalyan olduğunu düşünerek çıktı gerçekten. Nilay Cennetkuşu’nun ise rol itibariyle dile daha çok hakim olması gerekiyordu. Bu yüzden üç ay İtalya’da yaşadı o.

O zaman bu tecrübeyi sizden dinleyelim…

Nilay Cennetkuşu: Rahibe rolü için İtalya’da manastırda, kilisedeydim bu sürede. Rahibelerle zaman geçirdim, oldukça ilginç bir hazırlık süreciydi. Orası çok farklı bir deneyim oldu benim için. Arkadaşlarım bile çok şaşırdı rahibe rolünü oynayacağımı duyunca.

İtalyancanız için…?

Nilay Cennetkuşu: 3 ay İtalya’da kaldım ama bakltım daha konuşamıyorum istediğim gibi. Herhalde konuşamayacağım, mümkün olmayacak derken, sonra bir başladı ve gerisi geldi. Çünkü karakterin yapısından dolayı da, en akıcı konuşması gereken o. O inandırıcılığı yakalamaya mecburdum yani, başka bir şansım yoktu. Aslında Rimini’yi Türkleştirdim ben biraz.

(Kahkahalar)

Ali de biliyor. Türkçe şarkılar, oryantaller öğrettim okuldaki kişilere, kahve yapmayı fal bakmayı bile öğrettim, eğlenceli ve güzel geçti. Özel bir deneyimdi benim için. Bir de dil öğrenmiş oldum, güzel de konuşuyorum doğrusu. Geliştirebilirsem daha iyi olur tabii.

Ali İlhan: Claudia Cardinale uçakta Nilay’ın çok başarılı bir oyuncu olduğunu söyledi, bunu da hatırlatmak isterim. Basın yazmadı, uçakta olan bir olay bu.

Evet basında bu çıkmamıştı ama genel anlamda oyuncuların hepsini çok başarılı bulmuş ki bunu böyle bir kişiden duymak da çok önemli bence. Levent Bey sizin için nasıl bir tecrübeydi?

Levent Can: Benim için hem keyifli hem de değişik bir tecrübeydi. Hiç yabancı birini canlandırmamıştım daha önce. Çekimlere başlamadan on gün önce beni buldular. Ali bana “kasma kendini” dedi. Dublaj yapılacak üstüne dedi. Baktım on tane repliğim var. Yok dedim, her gün post-it’e bir cümle yazıp cebime koyuyordum, aklıma geldikçe çıkarıp okuyup ezber yapıyordum. Ama tabii olay sadece ezber değil. Yoksa Shakespeare’nin dediği gibi “mısralarımı şehrin tellalına okurum daha iyi” der ya.. Onun gibi bir şey..

Tabii ki önemli olan oyunculuk. Peki filmi sonradan izlediğinizde nasıl buldunuz?

Kendimi göremedim filmde? Yönetmene yapmış olduğum hiçbir tavsiye de hayata geçmemiş.

(Gülüşmeler)

Sitemler, sitemler yani öyle mi?

Ali İlhan: Olur mu, film senin üstüne. Sinyora Enrica aslında herkesi sana benzetmeye çalışıyor.

Levent Can: Benzemez kimse bana!
(Kahkahalar)

Film çekilirken İtalya’da yaşadığınız değişik anılarınız var mı?

Levent Can: Ben anlatayım. Bu insanlar Avrupalı insanlar, saatli. Belli bir saatin üstüne çıkmıyorlar, sistemliler, her şey programlı. Şimdi Ali kadının yakın planını çekiyor, bu arada kadrajın altından bir set asistanı koşturuyor. Kadın oynarken bir bakıyor çocuğun teki koşturuyor eğiliyor filan. Kadın üçüncü gün alıştı artık haa sizde böyle demek ki dedi ve uyum sağladı bize.

Ali İlhan: Zaman aldı ama.

Peki nasıldı böyle büyük bir isimle çalışmak?

Ali İlhan: İnanılmaz. Onunla aynı uçağa bile binseniz herhalde hayatınız boyunca torunlarınıza kadar bunu anlatırsınız ve düşünün ki onu yönetiyorsunuz filminizde. Hayatım boyunca unutulmayacak, olağanüstü bir deneyimdi tabii. Ulaşabileceğim Everest noktalarından biri. Muhteşem bir kadın. İnanılmaz alçakgönüllü. Çok iyi bir oyuncu. Yönetmenin işine asla karışmayan bir oyuncu. Biz Adını Sen Koy filminin galasına gitmiştik, orada ona dedim ki üç haftadır setteyiz, bir ay oldu neredeyse birlikte çalışıyoruz ve sen bana bir kere bile neyi nasıl yapacağımı, öneri olarak bile söylemedin dedim. O da çok şık ve kısa bir cevap verdi. Sen beni bir yönetmen olarak çağırdın, ben de bir oyuncu olarak geldim hepsi bu dedi. Bir sahnede Ekin garajda sinema kitabına bakıyor, Enrica da süslenmiş, bigudiler var kafasında, geliyor, orada Marlon Brando ve Henry Fonda var. Marlon Brando, Claudia Cardinale’nin ilk aşık olduğu insan ve Marlon Brando ona devamlı kur yapmış, otel odalarında kapıları yumruklamış vs bir sürü hikayeleri var. Henry Fonda da Bir Zamanlar Batıda filminde başrolü paylaştığı kişi. Dedim ki filmde, o kitabın sayfasında Henry Fonda’yı mı görmek istersiniz yoksa Marlon Brando’yu mu dedim. Ali sen nasıl istiyorsan o olsun dedi. On kere tekarladım, istiyordum ki bir şeyi de o söylesin. Yok on keresinde de sen karar ver deyince ilk aşık olduğu adamı, Marlon Brando’yu tercih ettim ben de. Çok mütevazi ve inanılmaz bir kadın.

Onunla bir araya gelme süreci nasıl yaşandı, kabul edeceğini biliyor muydunuz, ne hissediyordunuz?

Ali İlhan: Açıkçası Sophia Loren’e de teklif götürmüştük ama o zaman Federico Fellini’nin yeni projesi vardı onu çekeceklerdi, o yüzden olmadı. Bense içimden Claudia Cardinale’yi istiyordum. Ön prensipte ikisiyle de anlaşıldı. Benim bir sabah penceremden inanılmaz bir güneş geliyordu. O an o kadar değişik bir sinerjiyle onun evet diyeceğinden emin oldum ki… İki hafta sonra menejeri aradı, ön prensipte okeyiz ama ilk filmini çekecek bu yönetmeni görmek istiyorum demiş Claudia Cardinale, bu yüzden Paris’e gittim, yarım saat konuştuk ve anlaştık. Onunla bir cafede buluşma anı bile çok heyecanlıydı. Ömür boyu o anı da unutamam.

Bundan sonraki projeler nedir?

Clementine adlı çizgi filmin uyarlaması bir film var şu an aklımda.

Nasıl animasyon bir film mi?

Hayır, tamamen kurgusal. Onun dışında Cips Kola Özel filmi var o da bir romantik komedi olacak. Bunun dışında Kevin Kline filmi izlemiş ve bu genç yönetmenle ben de çalışmak isterim demiş. Yeniden Beni Sev diye bir hikayem var, orada Kevin Kline, Lavinia Longhi ve Claudia Cardinale’nin oynayacağı bir film olacak.

Hep yabancı/Türk ortak yapımlar mı olacak?

Cips Kola Özel, Türk yapımı olacak. Clementine yabancı ortak, Yeniden Sev Beni de aynı şekilde.

Bu projeler bu şekilde ilerleyecek yani.

Kuklacı, Pastacı, Patlayan Şekerler, çok hikayem var benim. Ama yazacak insan yok.

Kısa filme bakış açınız nedir? Bir basamak mıdır uzun film için yoksa başlı başına başka bir iş midir?

Sadece kısa film çeken çok yönetmen var, saygıyla eğiliyorum karşılarında ama açıkçası benim için aynaya bakmaktı kısa film. Bir basamaktı, kendimi görmek adına, ben yönetmen olabilir miyim, çektiğim filmler insanların üzerinde nasıl etkiler bırakır diye denediğim bir süreçti kısa film çekme sürecim.

Benimsinemalarım.com sizin projeniz. Orada kısa filmlerinizi yayınlayıp sonra sizin gibi uzun film çekmiş kişiler var mıdır acaba? Nasıl bakıyorsunuz o oluşuma?

Var tabii, orada kısa filmleri yayınlanmış ve sonra uzun film çekmiş yönetmenler var. Ozan Açıktan var, Marlis adlı kısa filmin yönetmeni,Çok Film Hareketler Bunlar’ı çekti. Biray Dalkıran var, Cennet’i çekti, Cehennem 3D’yi çekti. Tan Tolga Demirci var sürrealist bir yönetmen, Gomeda’yı çekti. Selçuk Aydemir var Çalgı Çengi’yi çekti. Biz aslında 2005-2006-2007 döneminde çok güzel bir sinerji yakalamıştık orada. O zaman böyle siteler yoktu hiç ve biz sürekli buluşmalar yapıyorduk, birlikte kısa filmler çekiyorduk. Tekrar şarj ettik insanları bu konuda. Murat Serezli mesela benimsinemalarim.com’da kısa filmlerde oynadı vs ve daha fazlasını yapmalıyım diyerek devam etti.

Levent Bey sizin projeler nedir yakın zamanda? Şu an Ezel devam ediyor?

Levent Can: Şu an dizi devam ediyor, sezon sonuna kadar devam edecek. Tiyatro da sezon sonuna kadar devam edecek. Önümüzdeki ay vizyona girecek başka bir sinema filmi var. Ondan sonra vizyona girecek başka bir film daha var, o sinemada ilk başrolüm olacak, Nisan’da sanırım vizyonda olacak, Yılanlar ve Güvercinler isminde bir proje o. Giray Besen adlı yönetmenin ilk filmi. Bunun dışında benim bir kukla tiyatrosu projem var. Gene kendi yazdığım bir sinema filmi hikâyem var. 29 Ekim’e bu kukla projesini yetiştirmeye çalışıyorum şu sıralar, buraya bile oradan geldim.

Marmara güzel sanatlar öğrencileri: Projelerimiz için ekipman bulamıyoruz, Jimmy jip olsun kamera olsun. Sinema öğrencilerine destek olan kurumlar olsa bu konuda çok iyi olur.

Levent Can: Ben de kısa film çeken öğrencilere bir şey söylemek istiyorum. Kısa film elbette az bütçelerle yapılan filmlerdir ama teknik ekipmana gelince bir şekilde bütçe bulmaya çalışılıyor da, iş oyunculara gelince bütçemiz yok deniyor ve gönüllü olarak çalışmaları bekleniyor. Elbette bu bir gönül işidir, ben de onlarca kısa filmde seve seve rol aldım ama orada oyuncunun da gönlünü almak için, çok sembolik bir ücret ödenmeli diye düşünüyorum. Yoksa hiçbir oyuncu bunun derdinde değil elbet oradan gelecek bir para anlamında değil. Kısa filminiz için profesyonel bir oyuncuya ulaştıysanız onu onore etmek adına bir mebla ödenmeli diye düşünüyorum. O sete giden oyuncu, sette teknik bir şeylere para harcandığını gördüğünde, benim mesleğim neden es geçiliyor diye düşünüyor.

Hepinize bu keyifli sohbet için teşekkürler.

Röportaj: Melis Zararsız
Fotoğraflar: Emre Saltık, Duygu Kocabaylıoğlu

Çakal Sonrası İsmail Hacıoğlu Röportajı

Çakal filmi geçtiğimiz Cuma vizyona girdi. Vizyon öncesi Erkan Can ile keyifli bir sohbet etmiştik ve sizlerle paylaşmıştık. Filmin başrol oyuncusu İsmail Hacıoğlu’na ise sorularımızı e-posta yoluyla ilettik, kendisi de sorularımızı samimiyetle cevapladı.

Melis Zararsız: Merhaba İsmail, okullu bir oyuncusun ve mesleğinde adım adım ilerliyorsun. Diziler ve sinema filmleri… Sen bu gidişatı nasıl görüyorsun ve hedeflerine ulaşıyor olduğunu düşünüyor musun yavaş yavaş?

İsmail Hacıoğlu: Ben okulu kazanmış ama bitirememiş biriyim…sadece işimi yapmak istiyorum, sizin de dediğiniz gibi yavaş yavaş…

Şu zamana kadar en çok zorlanarak oynadığın rol neydi? Peki en severek ve en rahat oynadığın rol?

Ustaların karşısında her zaman zor bu iş.. Biten filmleri izlemek en zor kısmı, film bitmiş ve artık yapacağınız hiçbir şey yok ne yaptıysanız o olarak kalacak yarınlara.. Böyle düşündüğünüzde hepsi dönemine göre beni zorlayan işler oldu.

Yaşına rağmen olgun bir yapın var gibi görünüyor ve sana verilen roller de genelde olgun karakterler oluyor. Sence sana yapışan bir karakter var mı ya da böyle birşeyden korkar mısın?

Öyle bir şey olduğunu düşünmüyorum.

Çakal filmine dahil oluşun nasıl oldu? Bu bir ilk film, yönetmenin ilk filmi, senaristin de ilk uzun metraj deneyimi sanırım. Bu süreç nasıl gerçekleşti, senaryoyu yazarken seni mi düşünmüşler yoksa sonradan mı gelişmiş? Film neredeyse tamamen senin üzerine. Sen senaryoyu ilk okuduğunda neler düşündün? Daha sonra film bittiğinde neler hissettin, nasıl bir oyunculuk deneyimiydi?

Sertan Telli, Erhan Kozan ve Kaan Korkmaz…Senaryomuz sert ve etkileyiciydi.. Filmin benim üstüme olduğunu düşünmüyorum..Anlatılmak istenen tek bir kişinin derdi de değil zaten, daha gerçek ve daha toplumsal bir dert… ”Toplum suçu önlemek için harekete geçmiyorsa, insanlar da doğru olduğunu sandıkları her şeyi yapmaya hak kazanırlar”… Benim için zor bir işti.

Usta isimlerle çalışmak nasıl bir deneyim? Onlardan neler öğrendiğini düşünüyorsun, nasıl paylaşımlar oluyor?

Bir meseleyi anlamak anlatanla değil senin ne öğrenmek istediğinle alakalıdır diye düşünüyorum…Öğrenmek istemiyorsan kimseyi görmez, kimseyi duymazsın.. Ama bunun tersiyse herkesten öğrenilecek bir şey olabilir sanki..Bu filmdeki ustalar, onlar olduğu için çok şanslıyım.

Türk sinemasının geldiği yeri nasıl görüyorsun? Bu filmin senaryosuna benzeyen senaryolar artmaya başladı, sence genç yönetmenlerimiz neyin altını çizmeye çalışıyorlar?

Açıkçası ben bu senaryoya benzer bir senaryo daha göremedim şu ana kadar, siz karşılaştıysanız ne güzel.. Çakal ucuz bir mafya filmi değil.. Sürekli küfür edilen bir film de değil, aslında bu toplumun yürek acısı Çakal… Kendi hükümlerini kendi koyan bu toplumun aynası aslında… Keşke bu kadar cesur filmler hep yapılsa.

Keşke Akın karakterini hiç konuşmadan oynasaydım demişsin. Zaten bu karakterin iç seslerini duyuyoruz çokça, gerçekten de her şeyi anlatmaya yetiyor gibi mimiklerin ve iç ses konuşmaların. Ama sen gene de bu söylediğini biraz açar mısın yani bu karakter sende nasıl bir his uyandırdı?

Akın çok iyi kurgulanmış bir karakter .. Bu da Serkanın işi ..Bence gözüken kısmı buydu, böyle yorumladık.. Akın bende hep bir çekip gitme duygusu uyandırdı… Çaresiz…Hiçbir şey anlatmadan sadece gitmek…

Yeni projeler var mı, şu an neyle meşgulsün?

Kanal D’de 5 Ocak’ta yayınlanmaya başlayacak Şüphe isimli bir diziye başladım. Bunun dışında tiyatro da yapmak istiyorum.

Teşekkür ederiz.

Röportaj: Melis Zararsız

Çakal Öncesi Erkan Can Röportajı


15.12.2010

17 Aralık 2010’da vizyona giren Çakal filminin öncesinde filmin oyuncularından Erkan Can ile hem Çakal’ı,hem de oyuncunun genel anlamda hayata ve oyunculuğa bakışını konuştuk… Erkan Can bize şöyle dedi: Sanat insanın emniyet subabıdır! Sanat barıştır!

Melis Zararsız: Bu Cuma vizyona Çakal isimli bir Türk filmi giriyor, filmle ilgili konuşmak için değerli oyuncu Erkan Can ile birlikteyiz. Filmden önce biraz Erkan Can’dan bahsedelim istiyorum. 18 yaşında başlayan bir tiyatro eğitimi…

Erkan Can: 16…

16 mı, harika, daha sonra tiyatro ile ilgili eğitiminiz sürdü ve oyunculuk üzerine gitmeye devam ettiniz. Daha sonra sizi bir TV dizisi olan Mahallenin Muhtarları ile tanıdık fakat galiba aslında ondan öncesi de var?

Ondan önce Kemal Sunal’ın Davacı filminde rolüm vardı. Kemal Sunal, Demet Akbağ, Necati Bilgiç, Yavuzer Çetinkaya… İlk filmim odur uzun metrajlı olarak. Ona okuldan gitmiştik, Demet (Akbağ) tavsiye etmişti bizi, ben, Serhat Özcan, Kemal Kocatürk. Çarşıda, ben pantolon satıyorum, Serhat köfte satıyor filan, ilk orada öyle başladım, daha sonra Müjdat Gezen televizyon için kısa skeçler çekiyordu, orada bir deneyimimiz oldu. Sonra TRT 2 yeni açılmıştı, orada yine Adem Kılıç’ın çektiği Necef Uğurlu’nun yazdığı Bizim Çocuklar diye, Ülkü Duru, Demet Akbağ, Yasemin Yalçın, Agah Ün, Zafer Önen, herkes oradaydı yani, 30 kişilik bir kadroydu. O da uzun soluklu bir deneyimdi. Sonra ben Bakırköy Belediye Şehir tiyatrolarının sınavını kazandım, oranın kuruluşunda çalıştım, yedi sekiz sene orada oynadım. Orada oynadığım son dönemlerde Mahallenin Muhtarları projesi geldi ve tam olarak televizyonda orada geçiş yaptım ondan sonra da arkası geldi.

Sonra da sinema filmleri geldi ama bir yandan tiyatro da devam etti mi?

Sekiz on sene bıraktım tiyatroyu. İki yıldır yeniden yapıyorum.

Alevli Günler devam ediyor mu?

Evet şu anda Alevli Günler diye bir oyunumuz var. Ankara Dil Tarih oyun yazarlığı bölümünden Irmak Bahçeci’nin yazdığı… İstanbul’un çeşitli sahnelerinde oynuyoruz. Turnelere çıkıyoruz, bir haftadır Ege’deydik, İzmir, Denizli…

Seviyor musunuz turneleri?

Turneler benim en sevdiğim şey! Gezmek! Turneler harika oluyor. On oniki sene sonra tiyatroya dönüş yapmış oldum. Mahallenin Muhtarları devam ederken Gemide filmi geldi. 98 olması lazım.

Evet 1998.

Tarihleri unutuyorum ben, geçmişi siliyorum hemen, tarih, numara, hemen kayboluveriyorlar. (gülüşmeler) Gemide ve Laleli’de Bir Azize ile başladık, sonra 2000’de Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, sonra Takva, o arada O Şimdi Mahkum… Bir sürü film, hepsinin ismi yok şu an aklımda, siz daha iyi biliyorsunuzdur.

Evet, filmografiniz epey uzun bir listeden oluşuyor. Peki, klişe bir soru ama televizyonu da sinemayı da tiyatroyu da tatmış ve tatmakta olan bir oyuncu olarak gönlünüz en çok hangisinden yanadır?

Bu soru hep gelir evet, ben de şöyle diyorum. Hepsi çok güzel, çünkü hepsinin lezzeti apayrı. Sinemada bambaşka bir çalışma var, dizi de sinema gibi aslında. Sette olmak, çalışmak çok keyifli. Tiyatro bunlardan da başka çünkü canlı bir olay, onun da prova dönemlerini çok severim ben, oyundan ziyade. Bir de her akşam tiyatrodan aynı tadı almazsın, aynı lafları söylesen de, geçen gece mesela çok hastaydım, yorgunluk ve grip vardı ama oynarken başka bir şey hissettim kendimde. Oynarken hiçbir şey hissetmiyorsun. Bir yerinde ağrın varsa, bir durum varsa, oyun anında, sette de bu böyle aslında, çok üşüyorsun mesela karda bir çekim, ama motor dendiği anda üşüme kalmıyor. Kendimi çok gözledim böyle durumlarda ve bunu gördüm.

İyileştirici bir yanı var belki de oyunculuğun…

Oyunculuk, terapi durumu aslında. Kendi kendimizi böyle tedavi ediyoruz diyelim. (gülüşmeler)

Çakal’a dönelim. Bu projeye nasıl dahil oldunuz? Senaryo geldi ve neler oldu?

Sen sevdin mi Çakal’ı?

Ben Çakal’ı sevdim, değişik buldum birçok açıdan.

Anladım, peki. Şöyle ki, senaryoyu okuduğunda, aslında pek kelimelere dökülemez bir duygu ama, bir yerden seversin senaryoyu. Sevdiğin zaman mesele kalmıyor zaten. Sonuçta bir de yönetmene teslim olmak var.

Yani yönetmenin o senaryoda size biçtiği rolü kabul etmek, içselleştirebilmek gibi bir şey mi?

Bu rolü, tamam oynayabilirim dedim burada mesela, evet. Başrolünü de genç bir arkadaşımız oynuyor. Onun aslında sınav filmi bu oyunculukta belki. Ona destek olmak adına da kabul ettiğim bir rol. Kadroya baktım, kadromuz iyi.

Bu bir ilk film bir de, Erhan Kozan’ın ilk filmi.

Evet yönetmenin ilk filmi olması itibariyle de kabul ettik zaten. İlkler önemli, madem bu arkadaşlar sinema, sanat yolunda yürümeye karar vermişler, bizlerin de görevi olarak düşünüyorum ben, başkaları öyle düşünmeyebilir tabii, o da normaldir.

Kısa filmlerde de destekçisiniz zaten…

Evet kısa filmlerde de destekçiyim ama artık yoruldum. Bir süre her şeye ara vermek istiyorum. Biraz sağlığımla da ilgilenmem gerekiyor. Ama hayat devam ediyor elbet.. Bunları söylüyorum ama…

Şikayet değildir herhalde…

Evet, şikayet değil işte, asla! Biraz nadasa bırakmam lazım kendimi, onu hissediyorum sadece.

Belki çok mu üst üste geldi projeler?

Üst üste geldi, tiyatro filan derken bir durmam ve ceraati akıtmam gerekiyor. Deşarj olmam gerekiyor..

Sonra yeniden şarj olup yola devam değil mi?

Aynen öyle…

Ben sizin oyunculuğunuzda şöyle bir şey fark ediyorum. Mahallenin Muhtarları’ndaki o komik, esprili, şiveli, üzerinize yapışılacağı düşünülen, o Temel figürü…

Hala…

Karadenizli zannedilişiniz. Ama daha sonraki oyunculuklarda hep farklı kişiliklere büründünüz. Bu çok iyi bir karakter olabildi, mazlum olabildi, mafyöz bir karakter olabildi, ki Çakal’da da sert bir karakteri canlandırıyorsunuz. Ben artık sizin üzerinize yapışan bir rol olduğunu düşünmüyorum ya siz? Yani her rolü oynayabilen bir oyuncusunuz…

Oynamaya çalışıyorum.

Bu yönetmenlerin başarısı mı size sunarken rolleri, gerçekten farklı farklı karakterler mi sundular, yoksa siz senaryoları inceleyip seçerken böyle bir çeşitleme mi olmasını istediniz, çünkü eminim beğenmediğiniz, geri çevirdiğiniz senaryolar da olmuştur…

Tabii, oldu. “Hava tava müsait olsa” durumu var. Reddettiğim roller oldu, o biraz o anki psikolojiyle ilgili de olabiliyor. Mesela şu ara hiçbir şey yapmak istemiyorum.

Ben mesela şu an size bir senaryo uzatıyor olsaydım??

Var bir tane, okuyorum, ama şu an yapamayacağım mesela. Böyle bir şey. Rol hangi rol olursa olsun kabul etmeye çalışıyorum, ama işte hava tava müsait olursa durumu… Sinema yapma isteğimiz, duygumuz, her şey etki ediyor. Yoksa oturur role çalışırız, bildiğimiz kadarıyla yapmaya çalışırız, her rolü oynamak isteriz. Mesele kendini yenilemek, kendini aşmak. Ben de bu yolda 33 senedir gidiyorum. Daha da gidicez, bizim emekliliğimiz de yok, ölene kadar gidicez böyle.. Hep kendimi aşma yenileme duygusu içinde olduğum için geçmişte de öğrendiklerim, ustalarımızın söyledikleri, tiyatroda da hep bir oyunda oynadığın rol bir sonrakine benzememeli, yeniden yaratmalısın, yeni bir şeyler katmalısın. Bir de filmden önceki düşünme süresi uzun olursa çok daha iyi oluyor. Çünkü, hadi senaryoyu al, yirmi gün sonra hadi çekiyorum dediklerinde o çok zor.

O karaktere bürünmek zaman alacak bir şey olsa gerek. Bir süreç istiyor olmalı..

Evet evet. Şimdi ben bu rolleri, bu Çakal’ı mesela çok iki arada bir derede çıkarttım. Zor oldu aslında.

Öyle mi? Sıkışan bir dönem miydi?

Evet, hem dizi çektik, hem tiyatro, hem buna zaman yaratmak.. Bu arada evi ihmal etmek, çocuğunuzu ihmal etmek.

Bir de özel hayat var, doğru.

Uykuda seviyorsun çocuğunu, geliyorum uyuyor, gidiyorum uyuyor.

Kızınız var değil mi?

Evet, sekiz yaşında.

Allah bağışlasın.

Biraz da oraya zaman ayırmak… İnsan rolü üstlendiği zaman onunla yatıp onunla kalkıyor. Eve koy dursun olmuyor.

Nasıl çalışıyorsunuz gerçekten?

Şöyledir benim, okurum bir kez, replikler kafamda uçuşmaya başlar. Neredeyse ezberlerim. Günlük yaşamımın içerisinde bir tarafım o karakter olur, onunla dolaşırım. Normal yaşantımda da denerim bazı şeyleri mesela, ister istemez. Denerim, ama karşımdaki insanın bunu anlamasına imkan yoktur mesela, o bir espri zanneder benim o denememi. Rolle de dalga geçmiş oluyoruz, keyifli oluyor. Bu hazırlanma süreci önemli benim için. Uzun olmalı… Filmi çekmeden önce belki altı ay bir sene… Sık sık toplantılar olmalı, rol üstüne konuşmalar olmalı…. Biz Yeni Sinemacılar’la öyle yapıyoruz mesela, haftada bir toplanıyoruz, çalışacaksak, başlamışsak. Her hafta yazıhanede film üzerine konuşuruz. Öyle oluşur ve o ön çalışmayı, ekip çalışmasını çok severim ben. Zaten o senaryoya yoğunlaştığında kapı kapıyı açıyor, insanın ufku genişliyor, farkında olmadan bilinçaltına yerleşiyor ve motor dendiğinde her şey hazır olmuş oluyor. Bir de dekor, ışıklar filan işin içine girince insan onu iyice sağlamlaştırıyor. Ben böyle çalışıyorum. Herkesin çalışma stili farklıdır tabii, role hazırlanması farklıdır. Çok arkadaşımız mota mot ezberler. Fikret Kuşkan mesela ezberler gelir, çalışır senaryoyu öyle gelir, agresif olur, stresli olur.

Ders gibi, sınav gibi çalışıyor o demek ki…

Evet ders gibi, ve çok üstüne düşer… İç disiplini öyledir. Set dışında gider evine, senaryo hep açıktır zaten o dönemde, oturur çalışır, ezberler, bize oynar misafir gittiysek. Fiko öyle çalışır. Ben bir kere okur kapatırım ve sonra içimde hallederim. Sorular sorarım, o soruların cevabını bulmam lazım tabii.

Belki senaristle konuşursunuz… Bazı şeyler değişebilir.

Tabii, telefon eder tartışırız bazen konu üstünden. Senaryonun çekilecek son hali gelir elimize artık, bir kere daha okurum. Sahnelerimi çizerim, göz ezberimi yaparım, altlarını çizerim, bakınca göz ezberi olarak anlarım. Anlatılamaz bir şey, soyut…

Ve kişisel sanırım evet…

Daha doğrusu, duygularımın sesini dinlerim.

O zaman da işte izlediğimizde karşımıza çıkan o doğallık gerçekleşiyor galiba.

Evet, öteki şeyler de teknik şeylerdir, diksiyon vesaire..

Ben eminim, oynarken senaryoda okuduğunuz gibi değil de o anda nasıl geliyorsa öyle konuştuğunuz replikler vardır. O da daha doğal olur.

Çalışırken onu öyle tonlamayabilirsin. Sete geldin, karşındaki de repliğini söyledi, o anda başka bir atmosfer oluştuğu için onun tonlaması, her şeyi değişebiliyor. O lafı atıp sen kendin bir laf koyuyorsun. Yönetmene oldu mu böyle diyorsun o da tamam diyorsa devam ediyorsun. Çalışırken göremeyebiliyoruz kendimizi teoride. Pratik bambaşka.

Çakal’ı siz nasıl buldunuz?

Güzel olmuş, güzel film.

Çoğunluk filmini izlemiştim Antalya Film Festivali’nde. Orada da bir rolünüz var hatta. Biraz Mertkan’ın hayat hikayesiyle buradaki Akın’ın hikayesini benzettim. Son zamanlarda bu kaybolmuş çocukların ve toplumun hikayeleri…

İşte mikrodan makroya…

Aynen öyle. Bu topraklarda son zamanlarda bunu konu eden filmler artmaya başladı. Ne diyorsunuz?

Evet çünkü oraya bakmamız lazım. Sert bulanlar oluyor filmi ama sert olmalı zaten, biraz insanı yabancılaştırmalı, tokat gibi vurmalı. Kendimize getirmeli..

Rahatsız etmeli hatta belki…

Evet, rahatsız etmeli, çünkü biz eskiden beri alışmışız Amerikan formatlı filmlere. Başroldeki abinin ölmeyeceğini bilirsin, mutlu sondur, bile bile izlersin. O film sadece eğlenmek için izlenir. Ve böyle hepsi birbirine benzeyen tonlarca film çekilmiştir. Elbette ki iyi filmler de var ama geneli böyle.. Biz onlara alışmış gibiyiz. Bu arada da Türk sineması kendini yaratmaya çalışıyor. Kendi yolunu, stilini, tarzını bulmaya çalışıyor. Bunda gençlerin çok büyük payı var. Gençler film çekiyorlar, herkes bir çaba içerisinde, bu işe gönül veren genç yönetmenler bunlar. Bir tarz yakalanmaya çalışıyor. Bakıyorsun, bu Fransız filmi diyorsun, ilk kareden, bu İran diyorsun.

Türk filmlerinin genel dokusu da böyle mi oluşacak diyorsunuz?

Bu da bir süreç meselesi tabii, bu süreç içerisinde taşlar yerine oturacak ve bir tarz oluşacak. Arayış içerisindeyiz ama sinemamız güzele doğru gidiyor diye düşünüyorum.

Son zamanlarda beğendiğiniz projeler hangileri?

“Çoğunluk” güzel film, kendim de oynadım diye demiyorum ama, iyi senaryo gerçekten. Dramatik yapısında en ufak bir sallantı bile yok. Başı sonu ortası tamdır. Seren hem yazdı hem yönetti. İyi anlatabildi kendi senaryosunu. Ben Antalya Film Festivali’ne gittim ama hiç film seyredemedim, söyleşiler, koşuşturma, röportaj, hep geç kaldım filmlere. O yüzden son dönem filmlerle ilgili de pek bir şey söyleyemeyeceğim. Marangozun kapısı olmazmış biliyorsun, peyderpey sıraya giriyor ama filmler, seyrediyoruz sonra tabii de…Yeni Sinemacılar’da oturup seanslar yapıyoruz, izliyoruz hepsini. Çok da film var. Hayat çok hızlı gidiyor. Tarumar bir durumumuz var yani (gülüşmeler)

Yeni Sinemacılar dilinizden düşmüyor. Onlarla buluşmalarınız, paylaşımlarınız…

E tabii, esas onlarla çalışıyorum, kurucularından biriyim.

Farklı bir konsept var orada sanki değil mi?

Evet. Orası bir akademi gibi, okul gibi, çok şey öğreniyorum. İşlerini severek yapıyorlar, etikler. Güzel işler, senaryolar çıkıyor, ben de o senaryoların içinde yer almak istiyorum. Bu illa oynamak da değil, sette de birlikte çalışıyoruz, yemek de yapıyoruz hep birlikte.

Tam bir ekip ruhu yani…

Evet bir ekibiz, bütün oyuncular oradayız ve hepimiz arkadaşız önce, o çok önemli. Yoksa olmaz. Orada hepimizin dersi aynı oluyor, o andaki senaryo oluyor, bir sinerji yarattık Gemide’den bu yana.

Hala konuşulan, farklı bir film Gemide.

Önemli bir senaryo.

Sizin senaryoyla ilgili çalışmalarınız var mı, yazmak yani?

Yok, benim hiç öyle bir yeteneğim olmadı, sadece oyuncuyum, bildiğim iş o benim. Ama senaryoyu anlatırız, hikayeler anlatırız, yazan arkadaşlar dizayn ederler.

Festivaller hakkında ne düşünüyorsunuz, son zamanda ülkemizde bir çok yeni festival düzenlenmeye başladı.

Ben bugün Artvin’den geldim. Gezici film festivalinden. Dün gittim, bugün geldim. Artvin güzel gidiyor mesela. Seyircisi iyi, söyleşiler çok iyi, ilgi güzel ,sorular güzel. Eğlenceli, keyifli de biryer ama işte bir sinema salonuna bir de tiyatro salonuna ihtiyaçları var. Çok amaçlı değil ama, çok amaçlı salonlarda tiyatro oynanamıyor. Akustik meselesi falan, olmuyor. Artvin’e destek lazım bu anlamda. Bu sene üçüncü seneleri… Böyle de gider inşallah..

Bu festivallerin artmasıyla belki ilgiler oraya çekilir.

Artvin muhteşem bir yer.

Malatya film festivali var gene bu sene yeni olan…

Evet yoğunluktan gidemedik ama sevindirici, güzel yani, olsun, bunlar iyi şeyler, sanat insanın emniyet subabı yahu. O olmadı mı insan biryerde bir şeylerini atamıyor bence, sanat orada öğütüyor, temizliyor, geri veriyor bize. En önemli şey bu aslında ama maalesef ülkede tarım daha yeni bitti, bakalım kültür sanata ne zaman geleceğiz. Avrupa Birliği yolunda kültür sanat en arkada geliyor bizde. Ama mücadele edeceğiz, bildiğimizi öğreteceğiz, saklamayacağız.

Bu arada aklıma Bıçak Sırtı adlı TV dizisi geldi gene rol aldığınız.

32 bölüm çekilmişti. TV filmleri içinde en kaliteli yapımlardan biri diyorlar, ben o kadar anlamam, çekim, ışık, senaryo, kadro sağlam diyorlar. Güzel bir diziydi.

Diziler çok uzuyor ya artık, keşke o dizi uzasaydı asıl diye konuşuruz hep…

Bu dizilerin uzaması da bir moda, bu da geçer.

Televizyon izliyor musunuz?

Çok vakit bulamıyorum, haberler, bazen bir film. Kızımla çizgi film izliyorum.

Kızınız kaç yaşında demiştiniz?

Sekiz yaşında, bu sene okula yeni başladı.

O ilerde ne meslekte olacak diye düşünüyor musunuz?

Oyuncu olsun istiyoruz doğrusu.

Öyle mi, ben de onu soracaktım aslında, harika.

Biraz da mukallit benim kızım, komik de yani. Bizim oyunları ezbere biliyor falan.

Demek ilerde o da bu işlerin içinde olacak.

İnşallah, istiyoruz.

Harika, şanslı bir çocuk. Peki, toparlamak gerekirse, sizin son olarak söylemek, paylaşmak istediğiniz bir şey var mıdır?

Ne diyelim, sanat barıştır. Sanat insanları bir araya getirir, ayrıştırmaz, ötelemez. Sanata sarılmamız gerekiyor, bunu diyebilirim.

Teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim.

Röportaj: Melis Zararsız

İkinci El Kısa Film Festivali 2010 Röportajları

27 Şubat-7 Mart 2010 tarihleri arasında gerçekleşen bu orijinal festivalin sponsorlarından biri olan beyazperde.com’u temsilen, editör Melis Zararsız da Ankara’daydı. İşte festival jürisiyle ve konuklarıyla röportajlar!

Selim Demirdelen (Yönetmen)

Merhaba, İkinci El Kısa Film Festivali jüri üyelerinden birisiniz. Sizin de kısa filmleriniz olduğunu biliyoruz. İnternetten öğrendiğim bir bilgiye göre kısa filmlerinizden bir tanesi fazla kısa olmasıyla ünlüymüş?

94 senesinde İFSAK’ın yarışmasına katılmıştım, bir tanesi 49 saniye sürüyordu. Hilmi Etikan ödülü almıştım, sahneye çağırırken Selim Demirdelen bize bir kısa filmin ne kadar kısa olabileceğini gösterdi demişti.

Peki kısa filmler hakkında ne düşünüyorsunuz? Kısa film çekmek nasıl bir yolculuk?

Özgür bir alan olması güzel çünkü para işin içine girdiğinde dengeler değişiyor, o anlamda çok heyecan verici. Türkiye’de son dönemde ben bayağı bir kısa film jüri üyeliği yaptım, Antalya Film Festivali’nde, Akbank Kısa Film Festivalinde, İstanbul Erkek Lisesi’nin yedinci kez düzenlemiş olduğu festivalde vs.. Lise dönemindeki çocukların yaptıkları işleri daha heyecan verici buldum. Daha naif, daha doğal, şaşırtıcı şekilde büyük şehirlerden değil Anadolu’dan çok fazla işler çıktı son dönemde, Amasya’dan, Isparta’dan filmlere birincilik verdik. Üniversite öğrencilerinde veya mezun olanların yaptıkları işlerde ister istemez bir etkilenme oluyor.

Eğitimin verdiği bir etkilenme mi bu?

Eğitimin verdiği olabilir, son dönemde başarı kazanmış yönetmenlerin üsluplarını görüyoruz, o da olabiliyor. Bu yüzden daha özgün şeyler seyretmek daha heyecan verici oluyor tabii. Demin de izledik birkaç film, İspanyol filmleri izledik mesela, ben daha önce de yabancı kısa filmler izlemiştim, onların mesajları daha net oluyor, onlar daha eğlenceli oluyorlar, bizde hep bir anlaşılmazlık durumu oluyor. Halbuki bir rahatlasa kısa filmci çocuklar, mesaj kaygısı gütmeseler, daha basit hikayeleri daha anlaşılır şekilde çekseler galiba daha iyi olacak. Bir de uzun kısa filmleri sevmiyorum.

Sizin o çok kısa filminizin ismi neydi?

“Çevre” diye bir filmdi. Tek plan çekilmişti film.

Sizin son zamanlarda ne gibi projeleriniz var?

Reklam filmi çekmeye devam ediyorum. Onun dışında “Kavşak” isimli bir projem var gerçekleştireceğimiz. Başrollerinde Güven Kıraç, Sezin Akbaşoğulları, Umut Kurt, Cengiz Bozkurt, Mete Horozoğlu, Başar Okay, Yücel Erten gibi oyuncular var. Bir İstanbul hikayesi. Fazla da ipucu vermeyelim.

Daha önceki bir röportajınızda “bir aşk üçgeni çekeceğim” demişsiniz bu o mu?

Öyle mi demişim? Aaa evet öyle bir projem de var aslında. Bir Kadını Sevmek diye bir projem vardı, onu biraz erteledim, bu öne geçti. Onun dışında bir de doğaçlama projem var. 12 oyuncuyla tek bir mekanda 90 dakikada çekmek istediğim, tek seferde. Ama onun için bir ön hazırlık, bir prova dönemi gerekiyor. Türkiye’de de malum oyuncuları yakalamak zor. Hepsi ya dizilerde, ya başka biryerlerde, meşguller hep. Onun kadrosu oluştuktan sonra bir prova dönemi olacak, daha sonra o işi yapmak istiyorum, çok heyecanlandırıyor beni. Kavşak projesi de inşallah Ekim’de vizyona girecek.

Son zamanlarda çok fazla Türk filmi giriyor vizyona. Bunu iyi bulanlar, eleştirenler oluyor. Sizin yaklaşımınız nasıl?

Bazı filmlerin vizyon şansı bulamaması üzücü sadece. Bu da biraz dağıtımcılarla ilgili zannediyorum. Bu sektöre herkesin bir şekilde destek olması lazım. Kısa bir süre de olsa vizyon şansı bulsalar ne güzel olur. Onun dışında bu senenin en önemli özelliği bence iyi niyetle, sadece sinema sevgisiyle yapılmış filmlerin karşılığını bulmuş olması, m esela İki Dil Bir Bavul çok beğendiğim bir projeydi ve gişede karşılığını buldu. Keza Başka Dilde Aşk bayağı bir seyredildi. Bunlar ümit verici, samimiyetin karşılığını bulması güzel. Birilerine de inşallah bir mesaj gidiyordur.

Bu Pazar Oscar ödülleri veriliyor. Aday gösterilen filmlerden hangilerini izlediniz, neler düşünüyorsunuz?

İzlediklerim var, Avatar çok enteresan ve özel bir iş tabii. Ama Oscar’lık bir iş mi bilmiyorum. The Hurt Locker’ı seyretmedim ama herkes çok iyi olduğunu söylüyor. Aklı Havada’yı seyrettim, Up In The Air, o çok enteresan geldi bana. George Clooney çok iyi bir oyuncudur tabii Oscar’lık mıdır bilemiyorum. Fakat filmin üslubu çok enteresandı, çok light bir film gibi giderken çok ağır bir finalle bitmesi, yönetmenin o şaşırtmacası çok hoştu. Filmden üzülerek ayrıldım. Siz Hurt Locker’ı izlediniz mi?

Evet, bir kadın yönetmenden bu kadar sert bir film, beni şaşırttı.

Ben kadın yönetmenleri çok başarılı bulmuyorum açıkçası. Özellikle aksiyon filmlerine giriştikleri zaman nedense olmuyor hiçbir şekilde. Bu filmi merak ediyorum ve umutluyum söylenenlerden dolayı.

Evet, umarım o alır Oscar’ı. Neyse, festivale dönersek…

Evet, ikinci el film festivali için buradayız. Destek olmaya çalışıyoruz. Ödül meselesi garip tabii herkes emek veriyor ama ödül alanlar sadece duyuluyor veya izlenme şansı buluyor. Burada ikinci elin öyle bir özelliği var, başka bir festivalden geri dönmüş filmlere ikinci bir şans veriyor. Aralarında da çok iyi filmler var gördüğümüz gibi. Umarım daha da gelişir. Biraz daha fazla duyurulması lazım sanırım. Önümüzdeki senelerde umarım daha çok başvuru olur.

Biz de beyazperde.com olarak bu festivalin sponsorlarından biriyiz, destekliyoruz sonuna kadar.

Çok güzel. İstanbul Erkek Lisesi’nin festivalini de tavsiye ederim. Çok enteresan filmler çıkıyor. 15-16 yaşında çocuklar. Eğitimi zaten doğal yoldan, çok fazla film izlemekten vs kapmışlar, tekniğini vs. Onun ötesinde, anlatımları çok net, güzel yani.

Aklıma yönetmeni olduğunuz Bıçak Sırtı dizisi geldi bu arada, çok beğenerek izlemiştik. Bittiği için üzüldüğüm, bir açıdan da tadında bittiği için takdir ettiğim bir yapımdı.

Biz 39 bölüm planlıyorduk sonra biraz hızlanmak zorunda kaldık, 30 bölümde bitirdik. Bitmiş olmasından ben de çok memnunum fakat final hızlandığı için biraz insanların tadı damağında kaldı sanırım. 39 bölüm olsa iyi olacaktı. O işi yapmış olmaktan ben de mutluyum. Her ne kadar bir daha bu koşullarda dizi çekmeyeceğimi söylesem de her yerde. Saçmasapan bir sistem var şu anda çünkü. 90 dakikalık dizileri 6 günde insanlara çektiriyorlar. Bıçak Sırtı’ndan sonra bana gelen dizi tekliflerini reddettim. Bir bölüm 40-45 derece olmadığı müddetçe, medeni koşullarda çalışılmadığı sürece ben yokum. Tabii ben bunu söylerken şöyle bir rahatlığım var, reklam filmi çektiğim için maddi anlamda bir gelirim var, bu işi yapmak zorunda olanlar da var elbette ama gene de bu kadar da olmamalı. Ancak ölümler veya başka problemler olunca bu gündeme geliyor, yoksa kimse bunu konuşmuyor, oyuncular röportaj verip, aile gibiyiz çok mutluyuz filan diyorlar, yalan söylüyor çoğu. Gen oyuncular daha rahat, teknik ekip perişan oluyor asıl. Ayılanlar bayılanlar hastaneye kaldırılanlar boşananlar ölenler.. Bu bir tek bizim memlekette olan bir şey. İnşallah düzelecek diye ummaktan başka yapılacak çok bir şey yok. Ben kendi adıma tepkimi koyup çekmem diyebiliyorum sadece.

Güven Kıraç ve Sezin Akbaşoğulları (Oyuncu)

Kısa filmler ve festivallar hakkında ne düşünüyorsunuz? Daha önce hiçbir kısa filmde oynadınız mı?

Güven Kıraç: Oynadım. Cemil Ağacıkoğlu’nun kısa filminde oynadım. İp isimli. Olabildiğince, vaktim el verdiğince kısa film çekmek isteyen arkadaşlara destek olmaya, onların hayal ettiği şeylerin içinde yer almaya çalışıyorum. Ama her zaman elverişli olmuyor zamanımız. Kısa filmi önemsiyorum ama.

İkinci El Kısa Film festivali jüri üyelerindensiniz. Bu festival orijinal bir festival, siz nedüşünüyorsunuz?

Güven Kıraç: İkinci el olması çok ilginç geldi, benim buradaki varlık sebebim ikinci el olması birazcık da, gerçekten enteresan geldi. Buradaki arkadaşlarımızın da heyecanı ve samimiyetleri o kadar ayan ki, ona biz de icabet ediyoruz o heyecana, söz konusu sinema olunca, kısa uzun farketmiyor bizim için. Yer almaya çalışıyoruz mümkün mertebe.

Festivalde izlediğiniz filmler nasıldı?

Güven Kıraç: Güzel işler vardı, hem yabancı katılımcılardan hem Türk katılımcılardan güzel işler gelmiş. Yarın bir toplantı yapıp sonuçlara karar vericez.

Selim Bey bir projeden bahsetti.

Güven Kıraç: Evet, Karadeniz otobanından Samsun’a kadar biz aldık. Yeni projemiz bu.

(Gülüşmeler)

İhaleyi biz kazandık. Ankara’ya da onun için geldik aslen…

Bir film projesi de varmış galiba diye araya gireyim…

Güven Kıraç: Bir film projesi de var bunun yanısıra evet. O da gene yolla ilgili, adı Kavşak. Çekimler başlamak üzere.

Başka yaptığınız işler var mı şu an, diziler mesela?

Güven Kıraç: En son Türk Max’ta yayınlanan bir dizi çektik. Sit-com’du o, Demet Akbağ ve Ragıp Savaş’la birlikte oynadığımız. Çekimleri bitti ama yayını devam ediyor. Mayıs’a kadar devam eder herhalde. Biz çok fazla çalışıp önceden verdik kasetleri çünkü kanala.

Çok keyifli o dizi.

Güven Kıraç: Evet sit-com benim sevdiğim bir iş.

Sezin Hanım, sizin Kavşak filmi dışında bir projeniz var mı?

Sezin Akbaşoğulları: Devam eden tiyatro çalışmam var. Duru Tiyatro’da Ay Tedirginliği isimli Özen Yula’nun yazıp yönettiği. Dizi olarak da Mart sonu başlayacak bir iş var ama henüz başlamadı.

Teşekkür ederiz.
Biz teşekkür ederiz.

Ebru Ceylan (Fotoğrafçı, Yönetmen, Senarist)

Merhaba, ikinci el kısa film festivali için buradayız. Jüri üyelerinden birisiniz. Siz de bir kısa filmcisiniz. Kıyıda adlı kısa filminiz ödüller almış bildiğim kadarıyla. Kısa filmci olmak nasıl bir şey, kısa film hakkında neler söylemek istersiniz?

Kısa film aslında süre dışında bana film üretimi aşaması anlamında çok farklı gelmiyor uzun metraj filmlerden. Bazıları uzun film daha zor, bazıları kısa film daha zor diyorlar, böyle küçük bir tartışma var ama ben kısa filmin daha zor olduğuna inananlardan değilim. Uzun metrajlı film hem bütçe anlamında hem teknik anlamda, hem anlatım anlamında çok daha meşakkatli bir süreç gerektiriyor.. Uzun metraj çekebilme olanağı olan hiçbir insanın kısa film tercih edeceğini ben zannetmiyorum. Biraz olanaklarla ilgili, biraz deneyimle ilgili, en azından benim için kısa film böyle bir şey.

Ama bir deneyim kazandırıyor belki de değil mi, bu işe başlayanlar için, önce bir kısa film çekip, o süreci yaşamak…

Tabii ki. Sadece başı sonu olan, dramatik yapısı olan bir film çekmek değil, gördüğün herşeyi çekmek belki de, her anı, iki kişinin konuşmasını, ufacık birşeyi, hayattan bir anı canlandırmaya çalışmak, uzun metraj film çekme öncesi hazırlıklardan biri olabilir. Ama dünyada sadece kısa film yapan insanlar var, bunu tercih eden insanlar var. Onun nedenleri hakkında ben bir şey söyleyemeyeceğim. Benim uzun metraj film yapmama sebeplerim bunlar.

Proje olarak var mı aklınızda bir uzun metraj?

Şu an için çeşitli nedenlerle yok, ama kısa metrajlı film projem var. Önümüzdeki kış başlayacağım sanırım.

Bunun dışında fotoğrafçılık devam ediyor?

Evet devam ediyor. Her zaman vardı o zaten, sinemadan önce de vardı benim için fotoğraf. Benim önceliğim o. Araya sinema girdi, bir süre sadece sinemaya konsantre oldum ama şimdi tekrar fotoğrafa döndüm ve çok memnunum çünkü fotoğrafın üretim aşamasının yalnızlığını çok seviyorum. Sinemada insan ilişkisi, teknik sebebiyle bir takım kalabalıklar, bunlar bana biraz zor geliyor.

Peki fotoğrafla ilgili şu an ne yapıyorsunuz, özel bir şey var mı bir proje veya? Proje olarak mı devam eder, nasıldır o süreç?

Hayır bende proje proje değil, proje bazlı çalışan insanlar da var, ben de bazen belirli tarzda konseptler belirleyip o tarz şeyler yaratıyorum ama sadece öyle yapmıyorum. Ben hayatta bana anlamlı gelen her anın, her ifadenin, her yüzün, her mekanın, her nesnenin fotoğrafını çekiyorum.

Fotoğraf makineniz hep yanınızda mı?

Mümkün olduğunca yanımda taşımaya gayret ediyorum. Her zaman mümkün olmuyor tabii biraz ağır olduğu için ama sık sık bana anlamlı gelen herşeyin fotoğrafını çekiyorum. Web sitemde bağımsız bir sürü fotoğraf da görürsünüz ama başlığı olan fotoğraf çalışmaları da görebilirsiniz.

Portre seviyorsunuz anladığım kadarıyla.

Porte çok seviyorum. İnsan manzarasını çok seviyorum.

İkinci el kısa film festivali hakkında ne düşünüyorsunuz? Çok ilginç değil mi?

Evet ilginç, daha önce duymadığım bir konsept. Herkesin ikinci bir şansa ihtiyacı var gerçekten de, o yüzden anlamlı buluyorum. Bu festivalde izlediğim kısa filmlerin arasında beni çok heyecanlandıran ve çok özgün çalışmalara pek rastlamadım. Ama içlerinden en iyilerini değerlendirmeye çalışacağız.

Nilüfer Açıkalın (Oyuncu)

İkinci El Kısa Film festivali jüri üyelerinden birisiniz. Daha önce hiç bir kısa filmde rol aldınız mı? Kısa filmler hakkında genel düşünceniz nedir?

Daha önce birkaç kez kısa filmde rol aldım. Kısa filmi de uzun filmi sevdiğim kadar çok severim. Uzun filmler roman, kısa filmler öykü tadı veriyor bana. Film demek fikir demek. Fikri olmayan bir film olamaz. Bir fikri en kısa zamanda toparlayıp anlatmak büyük bir beceri istiyor. Kısa filmlerin de uzun filmlerde olduğu gibi bel kemiği senaryo bana göre.

İkinci El Kısa Film festivali ilginç bir konsept, bu konudaki düşünceleriniz neler? Festivalde izlediğiniz filmler hakkında ne düşünüyorsunuz?? Genel anlamda festival nasıl geçiyor?

Bu festivali çok önemsiyorum çünkü bir ilk. Buradaki hepsi öğrenci olan arkadaşların büyük özveriyle canla başla kotardıkları bir iş ve dördüncü yıldır başarıyla sürdürülüyor. Konsept olarak da ilginç buluyorum. Çeşitli festivallerde birçok kez jüri görevi yaptığım için jürinin son toplantılarda zaman zaman ne kadar zorlandığını biliyorum. Bazen birinciliği hak eden iki hatta üç film olabiliyor ama ne çare ki birini seçmek zorundasınız. Bu durumda elenen filmlerin böyle bir yarışmayla yeniden göz önüne çıkması, değerlendirmeye katılması en azından seyirciye yeniden ulaşması hem izleyenleri hem de filme emek verenleri yüreklendiriyor. Festival her sene yeni tecrübeler kazanarak adım adım ilerliyor. Herşey yolunda ve filmler çok güzel. Hepsi değil ama bazıları gerçekten çarpıcı.

Siz hep değişik film projelerinde yer aldınız, seçici ve tarzı olan bir oyuncu olduğunuzu düşünüyorum. Aklıma ilk gelen filmleriniz Harem Suare, Kara Kentin Çocukları, Bekleme Odası ve son dönemde Meleğin Sırları ile rahmetli Ersin Pertan’ın filmi Mazi Yarası vs.. Hepsi de değişik filmlerdi, özgün filmlerdi, popülerliğe oynayan filmler değildi ve önemli yönetmenlerin imzaları vardı hepsinde. Siz neler söylemek istersiniz oyunculuk üzerine, kendinizi koyduğunuz yer ve seçiciliğiniz üzerine?

Sadece sezgilerim doğrultusunda hareket ediyorum. Kendimi koyduğum özel bir yer yok. İşimi iyi yapmak en büyük takıntım. Kendimce geliştirdiğim bazı yöntemler var çalışmak için. Gözlem, karakter analizleri ve alt metinler. Çalışmayı çok severim çünkü bir sonu yoktur.

Oyunculuk dışında yazarsınız. Yanlış bilmiyorsam yedi adet basılmış kitabınız var. Yazmak nasıl bir süreç, ne zaman ben yazmalıyım diyip bunu içinizde hissettiniz, neler sizi besledi, neler söyleyebilirsiniz?

Yazarlığım oyunculuğumdan çok daha eskidir ve bence daha ileridir. Yazmaya başlamam okumaya başlamamla aynı zamana denk düşüyor aşağı yukarı. On sene öncesine kadar bir yazar olarak anılacağımın hayalini bile kurmamıştım. Sadece görevini yapan biri zihniyetiyle yazdım durdum. Hala da bu psikolojiye sahibim aslında. Çünkü bir takım öyküler var zihnimde ve tarafımdan yazılmayı bekliyorlar, hatta bazen rahatsız edici bir şekilde ısrarlılar yazılmak için. Bazen seslenip, bazen fısıldayıp, bazen haykırıp duruyorlar. Ben de bu seslere kulak veriyorum. Hepsi bu.

Yazma kabiliyetinizi bir senaryoda da kullanmayı düşünmediniz mi? Uzun ya da kısa metrajlı bir film senaryosu yazmak gibi bir düşünceniz var mı?

On Yönetmen İki Film projesinde ‘Yerçekimli Aşklar’ filmindeki kısa filmlerden biri, benim aynı zamanda oyunculuk da yaptığım ‘Şövalye, Pamuk Prenses ve Hain’in senaryosu ilk çalışmam. Uzun zaman senaryo yazmadım. Canım hiç senaryo yazmak istemedi. Ama geçen ay yazmaya başladığım bir senaryo var ki… Üstelik kendi öykümden yola çıkarak yazmaya başladım. Çok ilginç şekilde gelişiyor bu da heyecanlıymış epeyce.

Yeni bir film veya kitap projeniz var mı?

Her zaman. Yeni film Temmuzda çekilecek. Tabii her şey yolunda giderse. Umarım gider. Kitabımsa çoktan hazır. Yakında kitapçılarda olacak.

Bessy Adut (Kısa Film Yönetmeni)

İkinci El Kısa Film Festivali kapsamında, özel seçki olarak kısa filmlerini izledik. Öncelikle kendini tanıtır mısın?

Tabii ki. Öncelikle Beyazperde’nin en sevdiğim sinemayla alakalı internet sitesi olduğunu belirtmek ve teşekkür etmek istiyorum. İstanbul doğumluyum, 27 yaşındayım ve son 7 senemi sanatın 7. dalı olan sinemaya adamış durumdayım. Çocukluğumdan beri her zaman filmlerin içine giren ve büyülenen bir yapım oldu. Bunun yanısıra kamerayı çok küçük yaşta elime alıp çekimler yapmaya başlama fırsatım oldu. Zaten sanatçı bir tarafım olduğu ailem tarafından fark edilmişti, tek tek her bir sanatı denedikten sonra hepsini de içine aldığı için sinemayı seçtim ve ona bağlandım. Sanırım en büyük aşkım sinema oldu ve bu evlilik sonsuza kadar sürecek gibi görünüyor. Ayrıca geriye dönüp baktığımda yönetmenliğin ve liderlik tarafımın her zaman olduğunu ve bunun bende doğuştan bir yetenek olduğunu düşünüyorum. Fakat yetenek kendi başına yetersiz, o yüzden bu konuda eğitim aldım ve setlerde halen tecrübemi arttırmaya devam etmek istiyorum kendi uzun metraj filmlerimi çekmeden önce. İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema&Televizyon’un altın yıllarında okudum çok sevdiğim ve bana çok fazla şey katan hocalarım oldu: Tuna Erdem, İlker Canikligil, Selim Eyüboğlu ve Barış Pirhasan şu anda aklıma gelen hocalarımdan bazıları. Daha sonra bölüm birincisi ve onur öğrencisi olarak mezun oldum ve kafama taktığım gibi Fulbright Üstün Başarı bursunu kazanarak Amerika’ya, mezunlarının arasında Tim Burton, Sophia Coppola ve pekçok Pixar, Disney yaratıcısının bulunduğu ve zamanında Walt Disney’in kurmuş olduğu California Institute of the Arts’ta film yönetmenliği ve oyunculuk üzerinde 3 sene boyunca master eğitimi aldım. Los Angeles, Hollywood’ta bulunmak tabii ki beni ister istemez film endüstrisinin içine soktu ve orada bu işlerin nasıl yürüdüğüne dair çok fazla şey öğrendim. Gitmeden önce çektiğim kısa filmlerden Red ve Yasak Kapı (Derya Alabora, Yetkin Dikinciler) başarı kazanmış ve festivallerde ödül almıştı. Son çekmiş olduğum kısa film Strange Little Girl isimli film de Los Angeles’ta pek çok film festivalinde gösterildi, övgüler ve ödüller aldı. Şu an çekmiş olduğum 20 küsür kısa filmden sonra artık kendimi uzun metraj bir film çekmeye daha hazır hissediyorum.

Sinemayla ilgilenmeye ne zaman karar verdin? Neler seni etkiledi, neler seni besledi, hem hayatından hem de seni besleyen yönetmen ve filmlerden bahsedebilir misin?

Sinemayla çocuk yaşta ilgilenmeye başladım. Oldum olası çok geniş bir hayal gücüm vardı ve hikayeler yazıp arkadaşlarımı yönetirdim küçükken. Gençliğimde geçirdiğim sorunlu zamanlarımda ise sinema benim için her zaman bir hayaller alemine kaçış oldu, zaten en sevdiğim film türlerine “kaçış türleri” adı veriliyor. Benim sevdiğim filmlerin pek çoğu bilimkurgu, korku, fantastik ya da film noir türüne girse de yine de iyi yapıldığı sürece her türlü filmi izlerim, bu türde filmler yapmayı tercih etsem de çok net ayrımlarım yok bu konuda. Beni en fazla etkileyen yönetmenlerden ilki Alfred Hitchcock’tur. Bunun yanısıra Stanley Kubrick, Alex Proyas, Terry Gilliam, Quentin Tarantino, David Lynch ve tüm filmlerinin hayranı olduğum Tim Burton beni besleyen yönetmenler. Korku filmleri ise beni kendimi bildim bileli beslemiştir ve beni korkularımla yüzleştirip katarsise yol açtığı için ayrı bir bağım var. Yeni idolum olan yönetmense Hurtlocker’dan önce Strange Days filmini sevdiğim ve ilk kadın yönetmen oscar’ını alan Kathyrn Bigelow’dur. Kendisinin pek çok kadın yönetmene yol açacağını düşünmekteyim. Sinema tarihinde 82 yıldan sonra bir ilktir. Kadınların da iyi bir film yapabileceğini tüm dünyaya ispatlamıştır.

Hedeflerin neler, iyi bir kısa filmci olmak mı, uzun metraja dönmek mi, televizyonda birşeyler yapmak mı, oyunculuk mu, kendini en çok hangisini yaparken tatmin olmuş hissediyorsun?

En büyük hedefim uzun metraj filmler çekmek ve bu filmlerin evrensel olup tüm dünya tarafından izlenmesi. Zaman, mekan kavramlarını tanımadan tüm dünyaya ulaşmanın en güzel yollarından biri bence sinema, müziğin yanısıra. Ama itiraf etmeliyim ki yönetmenlikten önce ilk göz ağrım oyunculuk olmuştur, daha sonra yeterince güzel olmadığımı düşünüp vazgeçmiştim oyunculuktan, çocuksu bir nedenden ötürü. Fakat Amerika’ya yönetmenlik okumaya gittiğimde aldığım oyunculuk dersleri ve oynadığım oyunlar, filmlerle oyunculuk tutkumu da yeniden keşfettim. Ve Amerika’da da bu konuda pek çok güvendiğim kişi tarafından takdir edildim ve devam etmem gerektiği söylendi. Ben de kendi kendime dedim ki pekala yönetmenlik ve oyunculuk yapabilirim. Sonuçta Charlie Chaplin, Woody Allen, Clint Eastwood, Türkiye’den Uğur Yücel gibi pek çok yönetmen aynı zamanda oyunculuk yapmıştır, bu o kadar da olamayacak bir şey değildir. Dolayısıyla önceliğim yönetmenlik olmak üzere hem oynamak, hem de yönetmek istiyorum. Şu anda çalıştığım şirket de bir takım televizyon projeleri yazdım, ilk amacım onları hayata geçirmek ve sunuculuğunu kendim yapmak. İkinci adımsa içinde kendimin de ufak bir rol alacağı uzun metraj olacak.

Kısa film festivalleri hakkında ne düşünüyorsun, takip edebiliyor musun? İkinci el nasıldı, izlenimlerini öğrenebilir miyim?

Kısa film festivallerini elimden geldiğince takip ediyorum. İkinci el bence çok başarılı, çok güzel bir festivaldi. Benim için unutulmaz bir festival deneyimiydi. Çok teşekkür ederim kendilerine benim filmlerime ve söyleşime yer verdikleri için. Dürüst olmak gerekirse beklediğimden çok daha başarılı bir organizasyondu ve festival çalışanlarının tümünü tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyorum. Ayrıca festival mottolarına sonuna kadar katılıyorum “Asla Pes Etme!” Kısa filmleri tabii ki seviyorum ama ben şahsen artık kısa film çekmekten biraz sıkıldım. Artık ya reklam ya da sinema filmi çekmek istiyorum. Yine de film yapmak isteyen herkese kısa film yapıp festivallere yollamalarını tavsiye ediyorum. Çünkü kısa film çekmek çok fazla şey öğrettiği gibi, festivaller de çok fazla kapı açıyor.

Genç kısa filmcilere önerilerin, senin başından geçenler, deneyimlerin ve tavsiyelerin nelerdir?

En büyük önerim şu: Derin nefes al, ver, nefes al, ver…Evet. Sinirlenmeyin. Üzülmeyin. Sabırlı olun. Bu zor bir iş, meşakkatli bir iş. Destek verenden çok, sizi kösteklemeye çalışanlar olacaktır. Ne yapın edin, insanlarla aranızı iyi tutun, köprüler yakmayın. Film setlerinde olaylara kişisel yaklaşmayın, bunun bir ekip işi olduğunu unutmayın. Deneyimlerime dayanarak söyleyeceğim çok önemli iki şey olacak: insan ilişkilerinize çok dikkat edin ve fazla tevazu göstermeyin. Başarılarınızdan bahsetmekten çekinmeyin ve interneti sonuna dek kullanın. Bu konuda kendinizi eğitmeye hayat boyu devam edin. Özverili olmaya hazırlıklı olun. Kimsenin hakkını yemeyin, başkalarına da hakkınızı asla yedirmeyin. Sevgi dolu olun ve projeksiyonun ışığından bu sihirli aynaya sadece güzellikler ve pozitif bir enerji akıtın, ne olursa olsun karanlık tarafa kaymayın. En sevdiğim filmlerden birinde dendiği gibi “Güç sizinle olsun!”

Röportajlar ve fotoğraflar: Melis Zararsız

Bir Kısa Film: “Altyazı” Röportajı

22.02.2008

Amerikan sinema dünyasının en prestijli ödüllerinden Accolade’de onur ödülü ve daha birçok ödül, Altyazı’nın oldu. Süreci yönetmeninden ve ekibin geri kalanından dinledik… Bu keyifli röportaja ve filmin fragmanına bir göz atın. Bu yaratıcı ekibi tanıdığınıza çok sevineceksiniz.

Herşeyden önce tebrik ediyoruz ödüllerinizi ve başarılarınızı. Sizi tanımayanlar için bize kendinizden söz eder misiniz?

Efe: Ben Efe Öztezdoğan. Alman lisesinde okudum, ondan sonra Bilgi Üniversitesi’nde sinema okudum, bir yandan piyasada reklam tanıtım filmleri çekerken bir yandan da sanatsal filmlerle ilgilendim. Altyazı daha okuldayken başladığım bir projeydi. Ama araya başka şeyler girince uzadı ve en son asker dönüşü Alper’le projeyi bitirmeye karar verdik.

Filme geçmeden fikrinizi alayım. Kısa film dünyası hakkında ne düşünüyorsunuz?

Efe: Kısa film dünyası son zamanlarda hızla büyüyen bir dünya. Teknolojinin ilerlemesiyle, dijital kameraların hem kaliteli olup hem de fiyatlarının çok ucuza çekilmesiyle kısa filmciler daha fazla iş yapmaya başladı. Tüm dünyada bu böyle. Ama Türkiye ve diğer ülkeler olarak ayırırsak, 35 mm veya 16 mm çok fazla film çekiliyor Avrupa’da ve bunlar finansmanlarını bir şekilde ayarlayabiliyorlar, sponsor buluyorlar veya okullardan, devletten yardım alıyorlar. Türkiye’de belki üç tane 35 mm film çekiliyor, gerisi sıfır bütçeyle çekilen dijital prodüksiyonlar. Dolayısıyla daha kaliteli birşeyler bekliyorsanız, biraz daha direnmeniz gerekiyor.

Kısa filmin seyircileri de aslında çok kısıtlı, en başta sadece kısa film yapanlar seyrediyorlar, belki belli prodüktörler, belli yetenekleri bulmak için seyrediyorlar, insanların da zaten adım olarak kullandığı bir şey kısa film. Bir mesaj vermek yanında kendini gösterip uzun metraj film çekmek için de kullanılan bir şey. Ama öyle olmak zorunda değil tabii bazı hikayeler de gayet güzel kısa filmle ifade edilebilir. Türkiye’de özellikle çok dar bunun kitlesi, gösterimleri ama hareketlenmeler, gelişmeler var. Kalite olarak mesela İstanbul Uluslararası Kısa Film Festivali’ne Belçika’dan bir yönetmen konuk olarak gelmişti. 50 bin euro yardım bulabilmiş ve bir saat kadar 50 bin euroya bu işin yapılamayacağını anlattı, ki dijital bir projeydi. Anca birkaç festivale kabul edilince Belçika hükümeti 100 bin euro daha vermiş. Festivaldekiler de bizde öyle bir sorun yok çünkü bizde öyle bir bütçe yok, sıfır bütçeyle çekiliyor dediler. Fark bu durumda. İş bir kaliteye ulaştıktan sonra, ister istemez, kimyasal olarak bir filmin üç dakikası 100 dolar, Kodak bir film alırsanız, onun yıkanması banyosu gibi bir sürü süreç var. Türkiye’de şöyle yardımlar var, biz bir trende çekim yapmak istiyorsak gidip konuşuyoruz, abi çekebilir miyiz, öğrenciyiz falan diye, tamam çek çocuğum diyor çekiyorsunuz, belki bu Avrupa’da 10 bin dolara mal olacak bir şey. Yani ilişkilerle belli işler yapabiliyorsunuz ama filmi alıp banyosunu yapmak gibi o tür süreçlere giremiyorsunuz, teknik anlamda bir kısıtlama oluyor.

Hemen Altyazı’ya gelelim. Fikir nasıl doğdu, senaristi de yönetmeni de sizsiniz, ilk nerden çıktı bu fikir?

Efe: Altyazı, en temelde aslında altyazıyı okuma kültürümüz üzerinden çıkmış bir fikirdi. Dolayısıyla belki Amerika’da olsak böyle bir fikir çıkmazdı. Ben bir belgesel film izlemiştim, türkçe almanca ve ingilizce, üç dilde olan bir belgeseldi, almanca varken ingilizce altyazı vardı, ingilizce varken türkçe altyazı vardı, türkçe varken almanca altyazı vardı, sürekli değişken bir altyazı formatı vardı, ben bu üç dili de bildiğim için öyle bir şey farkettim ki filmi türkçe izlerken bile altyazıyı okuyorum, yani film seyrederken sürekli altyazıyı okuma kültürü ile büyümüşüz. Bu filmin yapısal fikrini oluşturdu. Sonra da hikayesel yanını oluşturan başka bir fikir doğdu, bu ikisini birleştirince de Altyazı filmi doğmuş oldu.

Altyazı’da üst ses dediğimiz ses yok, onun yerine karakterlerin sübjektif altyazıları var yani anlatmaktansa düşündüğü şeyi orada altyazı olarak görüyorsunuz, kafasında olabilecek şeyleri, şunu yaptım, şuraya gidiyorum, merdivenden iniyorum gibi altyazılar var. Hikayesel bölümde de görüyoruz ki bu altyazılar aslında filmdeki iki karaktere de uyuyor, kişiliklerle ilgili bir hikaye anlatılıyor ve bu altyazılar yapısal durumu oluşturmuş oldu ama ilk kıvılcım gerçekten altyazılardan çıktı.

Aslında senaryonun psikolojik bir yönü var ve sanki biraz göstergebilimsel bir yaklaşım da var. O anlamda teorik bilgilerinizin de yararı olmuştur diyebilir miyiz?

Efe: Evet teorik bilgilerin yararı oldu ama orada aslında çok basit bir hikaye vardı, o basit hikayenin altına bir sürü alt metin yerleştirmeye çalıştım. Göstergebilim, psikanaliz, mitoloji, bunların hepsinden birşeyler koymaya çalışıp onların hepsinin 19 dakika gibi bir sürede tutarlı olmasını denedik, aslında tek bir amacı yok alt metnin, zaten üst metinden çok alt metine yönelen ve bir yelpaze gibi açılmaya çalışan bir film.

Altyazı deyince zaten “altmetin okumam lazım” gibi bir uyarı alıyor izleyici.

Efe: Evet öyle de bir göndermesi var, herhangi bir sembol ya da anlatım aracı için kullanılmaya çalışıldı, bu yüzden deneysel deniyor zaten, denendi ve şimdilik oldu gibi görünüyor.

Bu film dört senede mi çekildi? Araya başka şeyler girmiş sanırım?

Efe: Aslında üniversite son sınıftayken sömestr arasında başlayıp, okul bitmeden filmi bitirmeyi planlayarak çekimlere başlandı. Ama yapmayı çalıştığımız şeyin boyutu o zaman gözümüzde pek canlanamamış. Filmde en sonunda bir sahne var, bu sahnede karakterlerden biri o ana kadarki tüm filmi izliyor, biz de onu izliyoruz arkadan, “voyeur” bir tema var filmin içinde, o adamın onu izleyebilmesi için bütün filmin kurgulanıp bütün efektlerin yerleştirilmesi gerekiyordu, sonuçta dijital çekildiği için ve neredeyse bir aya yakın color correction’dan geçtiği için, biz boyadık filmi çünkü belli bir kaliteye ulaşabilmesi için, color correction denemez artık ona aslında, daha çok boyamaya benziyor, yani bu sebeplerden uzadı.

Üniversiteyi bitirme tezleri gibi çalışmalar araya girdi, dolayısıyla ikinci çekim ilk çekimden bir sene sonra olabildi. Bambaşka bir yerde, bambaşka bir oda tekrardan ayarlandı, boyandı, filmde arka arkaya gelen iki planın bir sene arayla çekilmişliği var, allahtan belli olmuyor halbuki oyuncular altı yedi kilo aldı mesela… (gülüşmeler) O çekimler de bittikten sonra filmin tamamı kurgulandı, sonra bazı teknik imkansızlıklar sebebiyle üç sene kadar bir ara oldu. Ben bu konuda ağlamayı da sevmem yanlış anlaşılmasın, biz filmi sessiz çekmek zorunda kaldık, ve çok uzun süre çekim yapacağımı bildiğimden, küçük bir kameram vardı, onunla çektim filmi, kamerayı okuldan alsam on günde bitirmem gerekiyordu çekimleri, okul olabildiğince yardımcı oluyordu ama imkanları da bu kadar, e on gün de çok az bir süre, biz bazen bir sahne için sekiz saat harcıyorduk ışık için falan mesela, tamamen sessiz çektik. E anlatımın da bir parçası olduğu için ses, bu kadar büyük bir kabusa dönüşeceğini beklemiyordum ben. Bütün o seslerin yeniden kaydedilmesi gerekiyordu ve anlatımın parçası olan bir müziğin filme eklenmesi gerekiyordu. İlk başta birkaç insanla bağlantı kuruldu ve denendi o müzik ve benim istediğimin imkansıza yakın bir şey olduğunu daha da iyi anladım. Ama piyasada iş yapan bu insanlardan hangisine gitsem, ya bu film tam Alper’likmiş, Alper Maral çok iyidir bu konuda diyorlardı.

Herkes bana Alper Maral’dan bahsetmeye başlayınca Alper’e ulaştım ve neden herkesin bana Alper’den bahsettiğini çok iyi anladım çünkü filmi algılayış biçimi tam benim istediğim gibiydi ve aynı bakış açılarına sahip olduğumuzu farkettim.

O zaman bu noktada Alper Maral’a dönelim, siz bahseder misiniz çalışma sürecinizden?

Alper: Kader beni buraya getirdi diyebilirim, sağolsunlar beni refere eden insanların gördüğü şeyi filmi seyrettiğimde ben de gördüm: istenen gerçekten imkansız bir şey. Fakat benim şöyle tuhaf bir zevkim var, okulda kapımda da yazılıdır, “zoru başarmak işimiz, imkansız zaman alır” derim ben. Yıllardır film müziği yapan biri olmama rağmen, bu film hem kendi duruşu, tanımı, hem Efe’nin buna vermiş olduğu özen dolayısıyla, ki bunların da paylaşılması gerekiyordu, benim için de az zaman almadı. Film müziğimizin Park City festivalinde filan takdir edilmesi boşuna değil dedirten bir durum var. Normal şartlarda film müziği denilen, alışageldiğimiz klişelerin tamamına sırtını dönen bir müzikal söylemi var. Ben yıllardır film müziği yapmayı bir düstura borçluyum, bestecinin kendi egosunu tamamen sıfırlayıp filmin içinden çıkan müziğe kulak verip onun diğer insanlar tarafından da duyulabilmesini sağlamak. Film de sıradan bir film olmadığı için algı kanallarını tamamen açıp, kafayı bayağı bir yorup, özene bezene yapıldı bu iş. Bizde soundtrack diye albümler var ya müzikmarketlerde satılan, orda bir filmin en sevilen şarkısının pop versiyonu yer alır, soundtrack bu değildir, filmde gözle görmediğimiz ne varsa sinemanın kokusu hariç, soundtrack’i oluşturur. Adamın gülmesi, oturması kalkması, onun görselle bütünleşmesi, bunlara çok özen gösterdik. Cenker diye bir arkadaşımız vardı, sağolsun o da ses tasarımında o kadar büyük özen gösterdi ki, komik derecede yani, çıtlar pıtlar var, her birinin frekanslarını yaptı Cenker, stüdyoda çok zaman geçirildi. Soundtrack, yani “ses izi” diyebileceğimiz şey, melodiyle bütünlenen bütün işitsel aslında filmin müziğini oluşturuyor. Konuşma olmayan, 19 dakikalık bir film için müziğin nasıl yüklü bir drama üstlendiğini deşifre etmek kolay. Görsel için çalışılan müzikler anlamında özellikle televizyonda gördüğümüz özensiz işlerden sonra, bunun çok dışında bir deneyim elvermesinden dolayı benim için de çok çekiciydi. Film müziğinde kullanılan bütün işitsel malzemeyi kendim tasarladım. Bu şu anlama geliyor, film müziğini yaparken genelde kes yapıştır mantığını kullanıyorlar gönül rahatlığıyla. Bu Elizabeth Taylor’u dekupe alıp Efe’nin filmine koymak gibi bir şey bence. Dolayısıyla nasıl ki başka bir kostümle başka bir ışıkla başka bir oyuncuyla çalışıyorsak müzikte de aynı işi yaptığımı söylemeliyim.

Efe: Şimdi filmdeki M’leri de şöyle anlatayım: Sübjektif altyazılardan bahsetmiştim ya, mesela bir karakter varken “onu benden çaldı” yazıyor, veya filmin başında “başladı” yazıyor, film karesi olarak da çeşitli yerlerde M’ler var, tamamen gelişigüzel beliren. Başladı’nın sonuna da geliyor, başladım oluyor, çaldı’nın sonuna geliyor, çaldım oluyor, seyirci aslında üst sesi kendi yapmış oluyor. Bir kare bile olsa onu algısıyla okuyor seyirci. Voyeur bir teması var ya filmin, sinemanın aslında bütün klişelerini kullandık, bütün o yenilikçi bakış açısını, özellikle film-noir temalarını, sigara, ayna, perde arkasından bakmak gibi.. Ama tüm bunları hiç kullanılmayan anlamlarıyla kullanmayı denedik. M’lerin en önemli amacı seyircinin de dahil olmasıydı.

Film bittikten sonra festivallere gönderme sürecinizden bahseder misiniz? Yurtiçi yurtdışı festivallerin seçimleri vs?

Efe: Festivale gönderme süreci, filmi göndermek, müziğini yapmak vs kadar zor bir süreç. Çünkü en başta Türkiye’den gönderiyorsunuz. Çok da maliyetli bir iş aslında, biz bağımsız sinemacılar diye adlandıracaksak kendimizi, öyle bütçelerimiz de yok. En başta bir seçim yapmak zorundaydık, bir sürü festival var sonuçta. Orta sınıf ve üst sınıf festivallere yollayıp çok da sonucu bilmeden başladık. Başta hiçbirşeyin farkında değilmişiz zaten, proje bitmiş ve uyku sersemi göndermişiz gibi.

Önce yurt çapındaki festivalleri tercih ettiniz, sonra mı yurtdışı oldu, nasıl oldu?

Efe: Orada şöyle bir ruh hali vardı, film bitti nereye gönderebiliyorsak gönderelim. Bu çok sorulan bir soru çünkü genelde insanlar yurtiçinde başarı aldıktan sonra o referansla gönderirler yurtdışı festivallerine, bizimki ise ilk Kanada’da kabul edildi. Sonra da İngiltere’de. Biz aslında başvuru tarihlerine göre gönderdik. Sırada ne varsa şeklinde. Sonra kabuller gelmeye başladı. Sonra da ödüller. Ama tabii bunun önce bir yazışma süreci var ki Hande anlatsın.

Hande: Tüm ekip Altyazı’ya sonuna kadar güveniyordu ama onu nasıl dillendirip somut bir veri halinde sunmalıyız’ı konuşuyorduk. Ben Efe’yi bu anlamda da çok takdir ediyorum çünkü o çok güzel dillendirebiliyordu, onun kadar güzel kimse ifade edemezdi bence. Birlikte basın bültenini, tanıtım dökümanlarını, görselleri vs oturtmaya başladık. Sonra dikkat ettik ki katılımcıların çoğu Amerika’dan oluyordu. Türkiye’den finalist olarak kalan da bir tek bizdik.

M yurtdışında nasıl çevrildi?

Efe: M’lerin hepsi I’a dönüştü. Bütün M’ler biraz kaydırıldı, I başa geliyor, I dikey M yatay, grafik olarak da değişti, I bir kelime M bir ek, ingilizcede anlamak daha kolay oldu. Film diyaloglu mu diye soruyorlar mesela formlarda, hayır diyalogsuz. Diyalogluysa altyazısı nece kısmını da dolduruyoruz. Diyalogsuz ama altyazılı diye ciddiyetsizce doldurulan formlar gibi…

Filme nasıl tepkiler yorumlar geldi?

Efe: Anlamayıp etkileyici bulanlar var, çok hayranlık besleyenler var, genelde bütün o estetik yapı, müzik, renkler, 19 dakikalık ağır bir filmi seyrettilir kılmış anladık ki. Jüriler için bin tane filmi arka arkaya nasıl izlediklerini merak ediyorum, kısa ve monoton bir filmi izlemek zor çünkü. O konuda başarmışız izletmeyi.

Altyazı’yı meydana getiren insanlar artık bir ekip anladığım kadarıyla ve birlikte hareket etmeye devam ediyorlar. Masada bir sürü fotoğraf görüyorum, İstanbul fotoğrafları. Yeni bir projeniz var sanırım, bahseder misiniz?

Efe: Yeni projemiz İstanbul ve kostüm üzerine. Adı belli değil daha, şu an daha şekillendirme aşamasındayız projeyi. İstanbul’un bir kültür merkezi haline gelmesi sebebiyle İstanbul’u tanıtım amaçlı işler var, bizimki o türden bir şey değil. Hatta tamamen zıttında duran bir şey.Bizim için burada gene detaylar çok önemli. Nasıl Altyazı’da M’lerin, çıt’ların detayları önemliyse onun gibi, İstanbul’un detaylarına konsantre olmayı düşünüyoruz. Deniz’in tasarım işlerini görünce de, ki o da kıyafet detaylarına konsantre olmuş bir isim, tamam aradığımız kişi Deniz dedik. Birlikte fotoğraflar çekmeye başladık. Tamamen makro çekimlerle gidecek bir konsept var bu fikirde, bir şehre ruhunu veren şey dokusudur, detaylarıdır, mesela köprü değil de köprünün en makro çekimindeki bir detay daha önemli olabilir. O detaylara paralel giden bir de kostümümüz olucak. Filmin yarısında kostüm, diğer yarısında İstanbul detayları olacak.

Peki bu belgesel tadında bir şey mi yoksa bir öyküsü olacak mı, diyaloglar olacak mı veya?

Efe: Diyalog olmayacak, ben buna güzelleme diyorum, güzelleme tadında bir şey olacak.

Alper: Bu şahane bir ekip projesi olacak ister istemez. Benim tuhaf bir fikrimden hareket ettik. Ben kostüm dramalara bayılırım, kocaman etekler bilmemneler… Efe de yönetmenimiz ya, Efe dedim kostüm drama yapıyoruz. Herşey 35 mm filan olacak vs. Kostüm dramamızın başrolünde tek bir kostüm olacak. Bu anlamda Deniz’i bulmak süper oldu. Şaşalı, 1940’ların o Hollywood filmlerini aratmaması önkoşulu var. İstanbul’un bozuk paraya çevrilmesi bizi çok rahatsız ediyor, o şekilde bir yaklaşımımız yok, tamamen detaylara yönelik bir yaklaşım. Hayrete düşürecek bir proje olsun diye düşünerek yola çıktık.

Fotoğrafları incelersek, gerçekten öyle detaylar var ki, bu mesela her şey olabilir, bu bir yol olabilir, bir kapı olabilir…

Efe: Bu bir helva mesela ama asla anlaşılmıyor değil mi?

Alper: Güzellemeye artı olarak söyleyebiliriz ki bir soyutlama olacak bu film. Son derece somut öğeler kullanarak soyut bir anlatım olacak.

Efe: Biz şu an ilk aşamadayız. Denizle gezip fotoğraf çekiyoruz ben görüntü yönetmeniyle de sürekli konuşuyorum, Ferhat Öçmen’le… 35’e geçirmek de başka bir zorluk çünkü, sonra müzikleri de yavaş yavaş oturucak.

Alper: Daha müzik çalışmalarım başlamadı ama kafamda belli bazı şeyler, zaten bu işler böyledir, kafada üç ay gezip durur, dört dakikada çıkarırsınız.

Efe: Mesela kostüm de daha belli değil, önemli olan ekip olarak aynı fikir etrafında, birlikte gelişecek, yer kostüm müzik biraz daha biraz daha oturucak sonra çekilip kurgulanacak.

Deniz: Böyle ticari olmayan bir işin bana gelmesi konusunda ben de kendimi çok şanslı hissediyorum. Başta bir tedirginlik vardı bende, onlar zamanında çok güzel işler yapmışlar ve bir uyum lazım birlikte çalışabilmek için. Ben New York’ta Moda Tasarımı okudum, sonra altı sene New York’da çalıştım, 2004’te döndüm, bizim aile işiydi, tasarımlar yapıyorum ama tabii genelde ticari işler oluyor. Yaptığım işlerde özgür kalabildim ama gene de ben biraz daha oynamayı seviyorum. Bu arada illüstrasyon çizimler yapmaktan da çok hoşlanıyorum. Bu çalışmalarımı görünce Efe ve Alper birlikte çalışabileceğimizi düşündüler sağolsunlar, kafa olarak da uyuyoruz, projeyi anlattıklarında benim hissettiklerim, benim aklıma gelen şeyler örtüştü.

Ne tarz şeyler uçuşuyor kafanızda?

Deniz: El örgüsü benim çok sevdiğim bir şey, incecik şişlerden kalın şişlere geçip diyelim ki o bir kazaksa, bilmemkaç numara şişle başlayıp onu kabartıp içinden saç örgüsü geçirip onu sepet örgüye çevirip, ponpon yapıp, iplikler sallayıp vs vs bu anlamda çok özgürlük tanıyan birşeyden bahsediyoruz, efeye mevsimi sormuştum kış düşünüyorum deyince çok sevindim. Altına ben biraz daha doku verecek pliseli etekler, hareketli etekler düşündüm.

Mesela duvarın makro dokusu ile eteğin dokusunun benzerliği gibi bir şey mi olacak?

Deniz: Aynı olması şart değil, belki bir iki noktasında evet, mesela şu fotoğraf trikoyu iplikleri çağrıştırdı bende o yeterliydi benim için.

Efe: Aynı olması için bir dört sene harcayabiliriz tabii şimdi düşününce.
(Gülüşmeler)

Uzun metraja geçiş ne zaman olacak sence? Olacak mı?

Efe: Elbette olmalı ama acelem yok, bu ekiple yapmak istediğimiz birkaç proje daha var, önce onları hayata geçirmek istiyorum açıkçası.

Sanki hepiniz soyut anlamlarla ilgili çalışmaktan hoşlanıyorsunuz, orada birleşiyorsunuz?

Alper: Hep böyle olması şart değil ama zevk veriyor bu bize. Bir de hepimiz somut değerlerle yoğun çalışan insanlarız, iş, güç, gerçekler… Proje dediğimizde onun değerinin ağır çekmesi lazım. Liseden beri bir Faust takıntım var. Goethe 63 yılda tamamlıyor, benim de 40 yılda filan tamamlanır. Ayla Alganlar filan 14 yıl prova edip Faust’u, çıkarmadıklarını bilirim. Bu fikri çalıp yapmak isteyen varsa buyursun.

Efe: Sanat eseri bitmez, bırakılır diyoruz biz.

Alper: Bu arada, bir mesajınız var mı diye bir soru gelmeden ben söyleyeyim, ekip kurun. Güven ve özveri lazım.

Efe: Bunun doğrusu da yok, bazı insanlar da sadece ben çekmek istiyorum diyebilirler.

Hande: Takım olurken birbirinden beslenmeler çok önemli. Alperle Efe birbirlerinden o kadar besleniyorlar ki, şimdi Deniz de katıldı.

Efe: Arda, Çağlar ve Kazım’dan oluşan bir yazar ekibimiz de var. Onları da analım.

Kimlerden etkilendiniz, hangi akımlar, türler ilginizi çeker?

Efe: Stanley Kubrick severim, Alper pek sevmez mesela.

Alper: Ben Uzakdoğu sinemasını seviyorum genelde.

Kısa filmcilere neler öneriyorsunuz? Ekip olun dışında?

Alper: Ekip olalım, egolarımızdan kurtulalım, yola çıkarken bir hikayemiz olsun, kameralar ucuzladı diye kısa film çekmeyelim, sokağa çıkalım, başka sanat dallarından etkilenelim ayrıca kısa film, birşeyin kısası, kısaltılmışı filan değil, bana kalırsa uzun filmden de zorlukları var bazı yerlerde, şiirle romanı nasıl bir tutmuyorsak, şairle roman yazarını nasıl ayrı kategorilerde değerlendiriyorsak aynı mantıkta yaklaşmak lazım.

Efe: Tek bir film yapmış biri olarak çok da nasihat verecek bir durumda hissetmiyorum kendimi, ama yaşadıklarım adına şunu söyleyebilirim ki dört senede bitirmeyin filminizi. Çünkü soğuyabiliyorsunuz filmin bazı noktalarından, hatalar artık bağırmaya başlıyor.

Hiç “devam edemeyeceğim, olmayacak” dediğiniz oldu mu bu süreçte?

Efe: Açıkçası olmadı.

Bence bu da sizin verdiğiniz güzel bir mesaj. Yılmamak, inanmak, olucak demek, yarıda bırakmamak. Hayal bu dememek, uğraşamam dememek..

Efe: Bence de çok önemli.

Alper: Herkesin, bir tek filmciler için demiyorum, bir davası olması lazım. Davanız yoksa, savunacak birşeyiniz yoksa, olmaz zaten. Bu film, bir davayı savunmak için sadece bir format.

Efe: Altyazının davası da geçecek bir dava değildi, o açıdan hiçbirşey eskimemiş oldu.

Karakedi isimli şirketinizden bahseder misiniz son olarak?

Efe: Karakedi bizim iş yapmak için kurduğumuz bir şirketti ama filmlerimizi de bu şirketin üzerinden yapıyoruz. İdealist ve sinema üzerine yoğunlaşmak için aracı kurum olmasını istediğim bir yer oldu. Kreatif bir ekibimiz de var, sete gidebilecek bir ekibimiz de var. Piyasaya da bayağı iş yapıyoruz. Ama benim için Alper, Deniz gibi insanların varlığı, bir kamera sahibi olmaktan çok daha önemli.

Röportaj: Melis Zararsız

Biz ile Ötekinin Arasında: Fatih Akın

27.10.2007

Fatih Akın, iki farklı yerden geliyor. Belki de bilmediğimiz kadar çok yerden geliyor… Almanya’da yaşıyor, ama ruhu ve kalbi Türkiye’de. Farklı kültürlerin, dillerin, insanların sentezi ile dünya sinemasında fark yaratıyor. Yeni filmi Yaşamın Kıyısında’sını izleme heyecanı hepimizi sarmış iken, kısa kısa Fatih Akın sözlüğü hazırladık.

Almanya: Fatih Akın’ın doğduğu ülke. Hamburg’da doğmuş olan Akın, eğitimini de burada gördü. Yaşamakta olduğu iki kültürün de kendinde yarattığı duygularla Fatih Akın, filmlerinde çoğunlukla Almanya’daki Türk alt kültürünü anlattı, anlatıyor. Filmleri kendi varoluşunun devamı gibi…

Duvara Karşı: Karşımızda hem senarist hem yönetmen Fatih Akın. Bir çok seyirciyi Fatih Akın ile tanıştıran popüler filmlerinden Duvara Karşı. Almanya’da başlayıp İstanbul’a uzanan bir aşk hikayesi demek bu film için yetersiz kalır. Dünya Sineması’nda o’nu zirveye çıkaran film… Anlatı sancıları çeken Avrupa Sineması’na taze bir soluk getirdi. Bu film sayesinde gözler hep Fatih Akın filmleri üzerinde artık…

İstanbul: Fatih Akın’ın aşık olduğu şehir. Filmlerinde göstermeyi, bahsetmeyi sevdiği şehir. Bununla da yetinemeyip İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek (Crossing the Bridge: Sound of İstanbul) isimli belgesel tadında bir film çekerek İstanbul’daki müzik kültürünü anlattı.

Kısa Film: Fatih Akın’ın, belki de çoğu yönetmen gibi ilk durağı. 1996’da çektiği kısa filmi Du Bist Es(Sensin) ile ödül aldı. “Şimdilik kısa film ama ilerde inşallah uzun metraj” dedi ve dediğini yaptı.

Kısa ve Acısız: İsim kısa ama Fatih Akın’ın ilk uzun metrajlı filmi. Kendini senarist ve yönetmen olarak sahneye çıkardığı ilk filmi.

Cannes: Fatih Akın’ın 2005’te jüri üyeliği yapma hakkına eriştiği, 2007 yılında Yaşamın Kıyısında filmiyle Ekumenik Jüri ve En İyi Senaryo ödülüne layık görüldüğü film festivali.

Kebab Connection: Fatih Akın’ın senaryosunu yazdığı, Anno Saul’un ise yönettiği film. Filmlerinden bahsederken Kebab Connection’un da onun filmiymiş gibi sayılmasından pek hoşnut değil. Bu senaryoyu yıllar önce yazmış ama yıllarla birçok şey değişmiş, dolayısıyla kendisine kalsa bu filmi çekmezdi anladığımız kadarıyla.

Müzik: Fatih Akın’ın aşklarından bir başkası. Müziğin neredeyse her türünü dinleyen ve seven Fatih Akın, müzik bilgisini ve sevgisini filmlerine yansıtmakla kalmadı,müziği filmlerinden birine birebir konu etti (İstanbul Hatırası). Bununla da yetinmeyip Almanya’da olsun, Türkiye’de olsun bazı kulüplerde DJ’lik yaptı ve bundan çok keyif aldı.

Moritz Bleibtreu: Koş Lola Koş filmiyle tanıdığımız Alman oyuncu, Fatih Akın’ın en yakın arkadaşlarından biri. Fatih Akın’ın iki filminde rol aldı.

Oscar: Fatih Akın’ın bugünlerde gösterime giren Yaşamın Kıyısında adlı filmi, 2007 yılı Oscar ödül töreninde en iyi yabancı film dalında Almanya’yı temsil edecek.

Sezen Aksu: Fatih Akın’ın hayran olduğu müzisyen. Çoğu filminde şarkılarını kullandı. “Yanmışım Sönmüşüm Ben” adlı şarkısının klibini çekti.

Solino: Senaryosunu Ruth Toma’nın yazdığı, yönetmenliğini Fatih Akın’ın üstlendiği 2002 yapımı bir film. Merkezde İtalyan bir aile var bu kez, konu ise gene göç, örf, adetler. Bu kez Türklerin değil de İtalyanların Almanya’da yaşadığı sorunlar. Bu anlamda göç sineması değil dünya sineması olarak değerlendirmemiz gerekir artık Fatih Akın filmlerini.

Temmuz’da: Fatih Akın’ın romantik komedi diyebileceğimiz, ama hafife alamayacağımız hoşlukta, aşkı anlatan filmi.

Umut: Sinemacı olmak isteyen, kısa filmler çeken, genç yaşında sağlam fikirlere sahip ama başarılı olma yolunda ilerleyebileceği meçhul gençlerin umut kaynağı Fatih Akın.
İyi ki Varsın!: Beyazperde’nin, Fatih Akın’ın Türk Sineması’na kazandırdıkları açısından kullandığı ifade…

Yaşamın Kıyısında: Cannes Film Festivali ödüllü Yaşamın Kıyısında, Almanya’yı temsilen Oscar’a gidiyor! Fatih Akın bizi şaşırtmaya devam ediyor!

Melis Zararsız

Selim Demirdelen Röportajı

28.09.2010

Kavşak, Adana Altın Koza Film Festivali’nde yarışan filmlerden biriydi ve festivalden ödüllerle döndü. Sonuçların açıklanacağı gecenin sabahında, Adana’da, filmin yönetmeni Selim Demirdelen ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik…

Sizinle en son ikinci el film festivalinde, jüri olduğunuz için aslında festivalden bahsederek başlamıştık sonra da Kavşak adlı film projenizden bahsetmiştiniz…

Evet.

Bize biraz ipucu vermiştiniz. Aslında bir ismini öğrenmiştik bir de oyuncuları, zaten ekip yanınızdaydı o festivalde. Martta olmuştu bu festival, şimdi duyuyoruz ki film bitmiş de festivalden festivale koşuyor yurtiçi ve yurtdışında.

Montreal’le başladı yolculuğu, Adana’da yarışıyoruz şimdi, Antalya’da yarışıyoruz. Beyrut’ta yarışıyoruz. Rio film festivali var, Stars Denver festivali var, bir de İskenderiye film festivali var şu anda.

Heyecanlı bir süreç herhalde?

Hem heyecanlı hem de film yapmış olmanın keyifli taraflarından bir tanesi bu katılımlar.

Festivallere katılma süreci nasıl gerçekleşti, siz başvuruyorsunuz önce herhalde?

Tabii film ortaya çıkmadan kimsenin haberi olmuyor, önce biz başvuruyoruz, fakat sonra her festival başka kapılar açıyor, yeni yerlerden davet almaya başlıyoruz, böylelikle film kendi yolunu kendi çizmeye başlıyor…

Kişisel olarak şöyle bir sevgim var, bir filmin yönetmeni o filmin aynı zamanda senaristiyse daha çok keyif alıyorum çünkü o zaman gerçekten de o kişinin “anlatmak istediği hikayeyi anlatmış olduğuna” inanıyorum. Bu bağlamda Kavşak’ın senaryosunun da size ait olduğunu göz önüne alarak filmin senaryo kısmı nasıl oluştu anlatır mısınız?

Yaklaşık üç sene önce filmin öyküsü aklıma gelmeye başladı, sonra yavaş yavaş gelişti kafamda, bir iki sene boyunca evirip çevirdim, bu senenin başında ise öykü tamamlanmış olsa gerek kafamda ki, oturdum ve yazdım. Bu söylediğinizin avantajları da var, dezavantajları da var. Siz yazınca ne yapacağınızı çok iyi biliyorsunuz, kafanız çok net tabii, herşey canlanıyor, daha rahatsınız. Başka birinin senaryosunu çekmek ise başka bir heyecan çünkü orada sorumluluk daha fazla, senaristin hayal ettiklerini film haline getirebiliyor olmak büyük mutluluk, bunu Anlat İstanbul’da yaşadım, çok da titizlenmiştim, Ümit Ünal’ın senaryosu için ama sonunda onun da istediği gibi bir hikaye çekmiş olduğum için çok mutluyum. İkisinin de keyfi bambaşka…

Orada mesela müdahaleler oluyor mu, veya birlikte mi hareket ediliyor onu sorayım…

Yönetmen senarist ilişkisi anlamında mı?

Evet.

Anlat İstanbul için çok keyifli bir ön hazırlık süreci yaşamıştık. Yaklaşık bir ay masa başındaydık beş yönetmen. Ümit Ünal herşeye açık bir yönetmen bu anlamda, senaryosunu hepimize teslim etti, tüm yorumlarımızı dikkate aldı, beğenmediği şeylere izin vermedi, beğendiği şeyleri kabul etti. O anlamda yaratıcı sürecin bir parçası olduğumuz için Anlat İstanbul bizim için de daha keyifli hale geldi, çok zevkli bir çalışmaydı o.

Evet, hala da insanların konuştuğu bir film. Kavşak’ı festivalde izleme şansı buldum, hala da kafamda dönüyor şu anda. Şey ilgimi çekti, normalde şu düzene daha çok alışığızdır, herşey güllük gülistanlık giderken birden dramatik, travmatik, trajik olaylar olur ve şaşkınlıkla biter film. Burada ise bir ters akış varmış gibi geldi bana, film depresif başladı, tüm karakterler kendi çaplarında mutsuzdu, öfke vardı, yalan dolan vardı, sonra bir anda çok yumuşak bir geçişle herşey daha bir tatlıya bağlandı, bu ters akışı yaparken ne düşündünüz?

Evet, masalsı bir finali var filmin, umutla biten bir film. Öyle olmasını tercih ettim, kafamızdan şey geçti tabii, daha olumsuz bitmesi filmin, daha gerçekçi kılar mıydı filmi, bilmiyorum ama içgüdülerm böyle bitmesi gerektiğini söyledi. Çekim aşamasındayken şeyle karşılaştım, evdeki müzik arşivimi tararken zihnim açılsın diye, Bülent Ortaçgil’in Sana Geldim şarkısını da dinleyince, zaten final kendi kendine oluşmuş oldu.

Evet, filmde de yeri var şarkının ve çok uymuş, çok yakışmış. Filmin rengiyle ilgili de değişik bir seçiminiz var, hatta bugün galada bir bayan sordu neden böyleydi diye. Çok mavi ve soğuktu sanki ve bence filmin başındaki o gerçekçiliğin daha da altını çiziyordu.

Anlattığımız hikaye, karakterlerin hayattaki sıkışmışlıkları, filmin genel ruhu itibariyle bu görsellik görüntü yönetmeni Aydın Sarıoğlu ile birlikte tercih ettiğimiz bir görsellikti. Bu konuda izleyiciden eleştiri de geldi ama tabii insanlar televizyondan dolayı farklı bir görselliğe alışıklar ve siz böyle standardı bozunca kiminin daha çok hoşuna gidiyor, kimi de yadırgıyor ama sinemanın atmosfer yaratmak olduğuna inanan bir yönetmen olarak görüntünün de konunun çok önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum. Filmin ruhunu yansıtmasını tercih ettik, seyircinin göz zevkine hitap etmeyi hedeflemektense çünkü aslolan hikaye.

Film çıkışında konuşulan bir şey dikkatimi çekti, benim de aklıma gelmedi değil, Çarpışma/Crash filmiyle benzetenler oldu filmi. O filmden bir esinlenme var mıydı sahiden?

Senaryo ortaya çıktıktan sonra filmin dağıtımıyla ilgili görüşmeler yaparken de benzer bir yorum geldi, bence benziyor olabilir, belki bilinçaltımda bir etkilenme olmuştur fakat elbette birebir, “şimdi de Crash’in Türkiye versiyonunu yapalım” diye bir şey olmadı. (Gülüşmeler…) Ben çok normal görüyorum, devamlı filmler izliyoruz ve etkileniyoruz, aklımızda yer ediyor, belli ki o hikayenin anlatım biçimini benimsemişim.

Oyuncu seçimlerinde nasıl hareket ediyorsunuz? Bu filmi yazarken kafanızda belirli oyuncular vardı da onları düşünerek mi yazdınız yoksa sonradan mı oluştu?

Yazarken Güven Kıraç canlanmıştı, karakterin adı da Güven zaten. Yan karakterler de ortaya çıktıkça kafanızda fiziken birileri canlanmaya başlıyor. Bu konuda şanslıyım. Teklif götürdüğüm herke kabul etti ve ortaya çok güzel oyunculuklar çıktı. Çok iyi anlaştığımızı düşünüyorum sette de, hem ben ve oyuncular hem oyuncular kendi aralarında iyi bir uyum yakaladık. Yoksa aslında zor bir iş yapıyoruz, devamlı bir arada, bir de üç hafta gibi kısa bir sürede çektik filmi…

Öyle mi?

Evet ve çok keyifli bir süreçti.

Mesela ben Sezin Akbaşoğulları’nı çok başarılı buldum ve aslında – kötü anlamda değil ama – soğuk bir tipi vardır bence, fakat burada aslında meraklı, hareketli, herşeyi didik didik eden bir karakter vardı ve onu seçmiş olmanıza şaşsam da çok başarılı buldum kendisini. Bu rol için ilk olarak onu mu düşünmüştünüz?

Evet, tip olarak o belirmişti kafamda, üstelik daha önceden bir tanışıklığımız da yoktu. İlk tanışmamızda da karşılıklı çok pozitif bir etkileşim oldu. Oyunculuk yeteneği dışında oyuncuların kişilik özelliklerini de çok önemsiyorum ben. Sonuçta film çekilirken uzun bir ilişki kuruyorsunuz, o ilişkinin sağlıklı olması durumunda filme de yansıyor. Çok memnunum onunla çalışmış olmaktan ötürü, bence çok başarılı bir performans sergiliyor filmde.

Adana Film Festivali kapsamında buradayız ve festivalde yarışıyor Kavşak, 9 Türk filmi daha var yarışan, o filmleri de izlediniz mi? Ne düşünüyorsunuz?

Hepsini izledim, hepsi çok güzel, bu seneki seçki biraz ilginç tabii, Eyyvah Eyvah ve Nefes’in olması… Bunlar festival filmi olarak görülmüyor normalde, o yüzden biraz şaşırttı herkesi ama bu ayrımın yavaş yavaş ortadan kalkması da iyi bir yandan, gişe yapmış filmin sanatsal değeri yoktur düşüncesi ya da sanatsal film gişe yapmaz damgasının ortadan kalkmasını umuyorum. Hem gişe yapan hem sanatsal filmler yapabildiğimizi düşünüyorum aslında, o yüzden jürinin kararlarını, kazananları duyduğumuzda biraz daha netleşecek aslında herşey. Ön jürinin de ana jürinin de kararlarına saygımız sonsuz tabii.

Kavşak’ın bayağı şansı var gibi, genelde merak edilen bir film olarak konuşuluyor epey. Diğer filmler daha önce izlendi çünkü…

Kavşak’ın Adana’daki özelliği bu evet, dediğiniz gibi, seyirciyle ilk kez buluşuyor. Dolayısıyla ilk kez görücüye çıkacağı için merak uyandırıyor. Dün galamız oldu, güzel tepkiler aldığımızı düşünüyorum, bizim için önemli olan da bu açıkçası, beğenilmesi filmin.

Seyirciler festivale epey ilgi gösteriyor bu arada, ne düşünüyorsunuz?

Evet evet, çok katılım var, şehirden uzak yerlerde gösterimler var, ona rağmen insanlar epey ilgi göstermekteler.

Şimdi Antalya’da devam edecek değil mi filmin yolculuğu?

Evet, 28’inde galası var, 1 Ekim’de vizyona giriyor film, sonra da Antalya’dayız.

Vizyon heyecanı da vardır sanırım.

Var sayılır ama beklentilerimizi düşük tutmaya çalışıyoruz hayal kırıklığı olmasın diye çünkü biliyorsunuz Türkiye’de gişe rakamlarını önceden kestirebilmek biraz zor oluyor, ama benim için tek bir kıstas var, samimiyet, samimi filmler bir şekilde yerini buluyor diye düşünüyorum.

Yeni proje var mı?

Evet, üstünde çalışmaya başladığımız iki projemiz var. Hangisinin öne çıkacağını zaman belirleyecek. Kavşak’ın gişedeki yerine de bağlı biraz ama 2011’de bir filmimiz olacak.

Şimdi bunun ipuçlarını alalım, seneye o filmin röportajını yaparız.

İnşallah..

(Gülüşmeler)

Daha önce bir aşk üçgenini çekicem demiştiniz sonra Kavşak öne geçti demiştiniz.

Evet, iki projeden biri o zaten, hatta öncelik onda ama bir tane daha var, bakalım.

Başka bir ipucu yok mu?

Yok!

(Gülüşmeler)

Peki, sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Burda olmaktan dolayı mutluyuz, inşallah alnımızın akıyla festivalden çıkıcaz.

Bu akşam ödül töreni var.

Evet, heyecanlıyız.

Peki teşekkürler, yarışmada başarılar.

Ben teşekkür ederim.

Not: Adana Altın Koza Film Festivali Kapanış Gecesi’nin sabahında yapılan bu röportajdan sonra Ulusal Uzun Metraj Film yarışması’nda En İyi Yönetmen Ödülü’nü Kavşak filminin yönetmeni Selim Demirdelen ile Nefes filminin yönetmeni Levent Semerci paylaştılar. Film aynı zamanda En İyi Müzik Ödülü’nü alırken, filmin kadın oyuncusu Sezin Akbaşoğulları filmdeki performansıyla en iyi kadın oyuncu ödülünü Nergis Öztürk (Kıskanmak) ile paylaştı. Kendilerini yeniden tebrik ediyoruz.

Röportaj: Melis Zararsız

Münferit’i Konuştuk!


12.05.2008

Vizyona yeni giren yerli film Münferit’in yönetmeni Dersu Yavuz Altun ile söyleştik. Sohbet bir anda başlayıverdi, doğal akışıyla sizinle paylaşıyoruz:

Filminizde gerçekten rahatsız edici, izlenmesi hayli zor sahneler var…

Festivalden önceki gösterimlerde, Antalya’da mesela başka bir kurgu vardı, daha çok tecavüz sahnesi vardı, onları çıkardık ama şu ankini bile fazla buluyorlar. Tecavüzlerin her birini aynı açıdan tekrar tekrar göstermenin bir amacı vardı tabii. Uzaktan sallanan bir arabayı da gösterebilirdik ama özdeşleşme yaşatmak istedik.

Göstermek istediğinizin bu olduğu çok belliydi, rahatsız etme amacıyla çektiğiniz, ama bunu başardınız da…

Kadın izleyiciyi de biraz salondan kaçırıyoruz galiba. Zaten ülke karanlık, bir de bu tecavüzleri göstermenin ne anlamı var diyeceklerdir. Ama biz seyirci hesabı kitabı yapsaydık bu filmi çekmezdik zaten.

Baştan alalım, Dersu Yavuz Altun kimdir, sinemaya nasıl başlamıştır, tiyatro geçmişi de var sanırım?

Ankaralıyım. Tıp fakültesinde okurken tiyatroya başladım. Hevesti hep içimde. Dört yıl tıp okudum, ailemi ikna ettim ve tiyatro yaptım. Ankara’da tiyatro yaparken hemen hemen tüm özel tiyatrolarda çalıştım, uzun yıllar Ankara Sanat Tiyatrosu’nda çalıştım. Aynı zamanda TRT’de dramalarda yazar, yardımcı yönetmen ve oyuncu olarak çalıştım. Genç Sinemacılar diye bir program vardı. Mustafa Altıoklar da o destekle bazı filmlerini çekmiştir, o da biliyorsunuz doktor, doktorlara TRT’de böyle bir destek veriliyor galiba (Gülüşmeler…) Set deneyimi, sinema tiyatro iç içe devam ederken uzun metraj sinema yapma hayallerim başladı ama Ankara’da mümkün değil. Sinema yapmak için İstanbul’a geldim. Ekonomik krizin de yaşanmasıyla, maddi altyapıyı oluşturabilmek ve projenin de olgunlaşması için biraz bekledim. Kültür Bakanlığı’ndan destek alınca artık başlayalım dedik.

Münferit’in konusu nasıl ortaya çıktı?

Senaryo yazdığım için gazete kupürlerini kesme alışkanlığım var, gerçek hikayelerin anlatılması gerektiğine inanan biriyim senarist olarak da… Üç farklı kupürdü. Telekulak olayı Karabük’te gerçekten yaşanmış. Onlar bir kişi de değilmiş ve yirmiye yakın kadını tehdit etmişler. Daha doğrusu yirmiye yakın kadın şikayetçi olabilmiş düşünün, çıkmayanlar kimler kimbilir.. Geçenlerde gazetede vardı kurmacayı zorlamış, üç kadının üçü de suçlu olur mu deniyor halbuki gerçekte en az yirmi kişi…

Bizim aslında korku ve gerilim sineması için kitaplara, dini olaylara gerek yok, o kadar çok malzeme var ki gerçek yaşanan olaylarda, gazetelerde… Bunları konuşmuyoruz bunlarla yüzleşmiyoruz.

Münferit’in amacı yüzleştirmekti değil mi?

Ben sinemayı toplumsal yüzleşme alanı olarak görüyorum. Bunun için çok iyi bir olanak, konuşulmayan şeyleri sinema yoluyla konuşabilmek…

Şu an iki akım var sinemada bariz olarak, biri gerçekten popüler olmak için yapılan ticari sinema var. Bunun dışında da Cannes’daki, Berlin’deki festival jürilerini mutlu etmek için bazı filmler çekiliyor. Oysa Yılmaz Güney’lerin yetiştiği bir coğrafya burası, toplumsal sorunları sinemaya taşıyarak bir duyarlılık oluşturma gibi bir işlevi de var sanatın. Elbette popüler alanda da kullanılacak sinema ama bu anlamda bir ihmal söz konusu, hiçbir şey yapılmaması ya da çok cılız seslerin çıkması düşündürücü. Sinema, aydınlar için, söyleyecek sözü olanlar için büyük bir olanaktır, güçtür. İyi yapılmış bir film insanın kimyasını değiştirebilecek nitelikte olandır. Yönetmenlik bu anlamda tanrı olmak gibi. Mesela Şarküteri adlı film, bizden Anayurt Oteli, Truffaut filmleri, salondan çıktığımda başka biri olduğumu hissettiğim filmlerdir. Amaç seyirciyi o karanlık odaya çekip derdinizi anlatmak.

Sinema seyircisi alelacele kotarılan birçok işe gitmemeyi seçti. Bu anlamda ben seviniyorum bence sinema izleyicisi seçici olmayı biliyor. Vizyonunu bayrama sömestre göre ayarlayan filmlere akın akın giden seyirciden bahsetmiyorum tabii. Kemik sinema seyircisine ulaşmak mesele ve bence öyle bir kitle var ulaşılabilen.

Oyuncuları seçerken neye dikkat ettiniz?

Bu konuda çok şanslıyım. Kastta bulunan herkesle ben daha önce çalıştım, tanıdım, sahnelerde gördüm. Örneğin Ali Erkazan’ı 20 değişik rol oynarken görmüşümdür herhalde. Onun sınırlarını çok iyi bilirim. Neler yapabileceğini biliyordum o yüzden kast kolay oldu. Yazarken bile kafamda tasarlamıştım.
Genel anlamda Türk sineması ve yönetmenleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Son 10 yıldır belki de Kültür Bakanlığı’nın desteği sonucu, ilk filmini çeken çok insan oldu. Ciddi bir canlanma oldu. İyi Seneler Londra gibi sıradışı bir film çıktı, Dondurmam Gaymak gibi değişik bir çalışma, Polis, Takva, bunun gibi örnekler çok iyi… Ciddi bir gelişme var. Nicel olarak arttı, nitel olarak da iyice artacak diye düşünüyorum ama ülkede genel anlamda bir çöküş var. Güzel olan, incelikli olan, felsefe içeren her şey konusunda bir başaşağı gidiş var, sinema da bundan payını aldı. Küresel bir köy olduk artık.

Seyirci niye azaldı niye çoğaldı’yı düşünürken bile daha geniş bakmak lazım. Bir ailenin sinemaya gitmesinin maliyeti vs, bir sinemacı bunları düşünmek zorunda. Tüm düşünsel alanlarda hiçbir şey hafiflemeden genişlemiyor. Medyanın çok büyük payı var tabii bu düşüşte. Rating uğruna sınırsızca etik değer taşımadan yaptığı pompalamalar yüzünden alıştırılıyor halk. Sonra da halk bunu istiyor diyorlar. Kör rakibiyle aynı şartlarda dövüşebilmek için onu mahzene çeker diye bir laf vardır, aynen öyle… Adalet duygusu denen şeylerin yok olduğunu görüyoruz, her türlü dolabın döndüğü, hiç kimsenin rahat olmadığı bir ortamda yaşıyoruz. Hep tedirginlik. Adalet yoksa huzur da yok.

Münferit tam da bunu anlatıyor zaten. Hiç kimsenin rahat olmadığı, suçluluk duygularıyla yaşadığı bir ortam yaratmışsınız aslında.

Bir ailenin ciddi bir ihmalinden kaynaklı olarak cinsel şiddete dayanan çöküşünü görüyoruz, hikaye o aslında ama bir yandan bir insanı anlatırken onun yaşadığı dönemi de anlatmış oluruz. Dağılan ailenin arkasındaki dinamikler, sistem sorgulaması… Münferit sözcüğü o yüzden seçildi. Biraz bilgili duyarlı insanlar bu sözcüğü yetkili birinden duyarsak arkasından birşey çıkacağını bilirler. Çoğu şeyin sistematik olduğunun deşifresini yapmak istedik. Sinemanın diliyle bunu eleştirmek istedik, bağırıp çağırmadan, slogan atmadan..

Cesur sahneler koymaktan, rahatsız edici, herkesin rahatlıkla izleyemeyeceği sahnelerden, herkesin yüzleşemeyeceği konulardan bahsetmekten çekinmediniz mi?

Bazı şeyleri tartışmaya birilerinin açması gerekiyor. Ticari olarak batarım diye düşünmek bir korkudur, politik olarak soruyorsanız, bir iktidarı rahatsız edebilirsiniz ve bu coğrafyada adım atmak sizin için zorlaşabilir. Bu topraklarda doğruyu söylediği için hayatı söndürülen çok insan var, mesela Hrant Dink. Benim yaptığım iş çok da kahramanlık gerektirmiyor. Ortalama akla ve vicdana sahip herkesin tartışabileceği bir şey olarak görüyorum. Bu kadarını ancak kahramanlar tartışabilir dersek bu ülkede yaşanmaz. Ticari anlamda riskli bir proje ama bu sinemanın da seyircisinin var olduğunu düşünüyorum. Bu iş Yılmaz Güney’le bitti gibi gösteriliyor ama değil. Hüseyin Karabey gibi isimler bence devam ettiriyorlar. Bu da bir gereksinim.

Politik ve ruhsal dediniz, iki yerden de saldıran bir film, hangisinin daha etkili olmasını istediniz filminizde?

Aslında çok da birbirinden bağımsız şeyler değil bence. İyi birşey yapacaksanız, her konuya ruhsal olarak da yaklaşmak zorundasınız. Yüreği ve beyni aynı anda harekete geçirecek işler kalıcı oluyor bence. En politik sanatsal yapıt bence insanı en doğru ve yalın anlatabilen sanatsal yapıttır. Artı bir çabaya gerek yok politik olmak için…

Yeni proje mutlaka vardır?

Ayaz isimli bir projem var. Soğuk bir kış mevsimi gerektiren bir iş. Aralık ayında başlamayı düşünüyoruz. Mekan arayışları sürüyor.

Ne anlatıyor?

Sanat varolduğundan beri tartışılagelen bir kavram vardır, Dostoyevski’nin meşhur suç ve ceza ve bağışlama kavramlarını tartışan bir film olacak. Acele etmiyorum. Biz Münferit’i 19 günde çektik ve o benim için birkaç sinema okulu bitirmek gibi oldu, hem yönetmeni hem senaristi hem yapımcısı ben olduğum için… Sinema, acelesi olan insanın yapacağı bir iş değil. Yüz yıl sonra bile izlenebilecek bir yapıt oluşturmak sorumluluğu çok önemli. İlk filmi yaparken de bunu biliyorduk ama koşullar bizi zorladı ve yaşayınca daha net gördük.

Münferit’i izledikçe hoşunuza gitmeyen şeyler oluyor mu?

Çok açık söyleyeyim, şimdi olsa bu filmi böyle çekmezdim. İki şey önemliydi, utanmayacağımız, arkasında duracağımız bir film çekelim demiştik, onları sağladık. Ekip olarak iyi ki bu filmi yaptık dediğimiz, arkasında durduğumuz bir film oldu. Ama dediğimiz koşuşturmaca olmasaydı bambaşka bir film çıkabilirdi.

Senarist Dersu Yavuz Altun’u daha başarılı buluyorum yönetmen Dersu Yavuz Altun’a göre. Senaryodaki başarı da, görmüş geçirmişlikten, bir de dramaturji bilgisinden kaynaklanıyor sanırım. Sevda Şener hocamızdan öğrendiğimiz dramaturji çok önemli sinemamızda. Metnin mühendisliği konusunda çok sarkan yanlar var bugün sinemada. Sinema hikaye anlatmaz, gösterir diyen sinema anlayışı da var ama ben buna pek inanmıyorum.

Eklemek istediğiniz birşey var mı?

Münferit sıradışı bir film. Absürd sinema değil ama, kişisel sinema da değil. Takip edilebilecek, heyecan, aksiyon, gerilim öğeleriyle insanı kendine çeken ama bütün bunları yaparken de topluma dair söyleyecek sözü olan bir film. Böyle bir filmin toplumsal karşılığı var bu coğrafyada. Böyle sıradışı bir iş görmek isteyenlere lütfen gidiniz ve görünüz diyebiliriz. Filmle ilgili Berlin Türk Film Haftası’nda Berlin Başkonsolosu filmi izledi ve “Türk sinemasının bu tarz hikayeleri ustalıkla anlatma olgunluğuna ulaşması beni çok sevindirdi” dedi, bu eleştiri beni çok mutlu etmişti.

Röportaj: Melis Zararsız

Atlıkarınca

2010 Altın Portakal Film Festivali’nde, 25-35 yaş arasında genç yönetmenler ilk uzun metrajlı filmleriyle dikkat çekmişlerdi. İlk filmi Başka Dilde Aşk ile Kent Konseyi Özel Ödülü’nü kazanan yönetmen İlksen Başarır, bu kez de Altın Portakal’dan ikinci filmiyle ödül almıştı. Başarır, başrolü de oynayan Mert Fırat ile birlikte yazdığı “Atlıkarınca”nın senaryosu ile yarışmada “En İyi Senaryo Ödülü”nü kazanırken, genç oyuncusu Zeynep Oral da özel ödülü elde etmişti. Ödüller açıklanmadan bir gün önce filmi maalesef izleyememiş biri olarak Mert Fırat ve İlksen Başarır ile röportaj yapmıştık.

1 Nisan itibariyle bugün film vizyonda. Çoktan hazır olmasına rağmen, festivallerde gösterilse de vizyon imkanını aylar sonra bugünlerde bulabilen Atlıkarınca, bu uzun süreç boyunca konusundan dolayı epeyce konuşuldu. Evet, filmin konusu, kanayan ama konuşulmayan bir yaraya parmak basıyor olması nedeniyle, bilinçli bir şekilde uzun süredir konuşuluyor: konu “ensest”, yani aile içi cinsel istismar.

Başka Dilde Aşk’ta da işitme engelli bir karakter üzerinden günümüz insanlarının birbirinden gün geçtikçe uzaklaştığı, iletişimin gün geçtikçe azaldığı bir yaşam tablosu çizmiş ve gerçek bir modern dünya eleştirisi yapmıştı. Bunu yaparken de işitme engelli bir karakter çizerek farklı bir duyarlılığı da ortaya koymuştu Başarır ve Fırat. Üstelik film salonlarda da, DVD’lerde de Türkçe altyazılı şekilde yer aldı ve bu yaklaşımla işitme engelli izleyicilerin de gönlünü kazandı .Artık bir ekip gibi çalışan Başarır ve Fırat, bu ikinci filmde gene birlikte bir senaryo kaleme alıyorlar ve gene bir duyarlılık sergiliyorlar: bu kez merceklerine ensest konusunu alıyorlar.

İlk film, sıradışı, duyarlı ve ciddi konusuna rağmen, romantizm kısmının da içini doğru şekilde doldururuyor ve bir romantik komedi tadı veriyordu. Temposu yüksek, popüler bir filmdi. Bu kez ne romantizmden ne komediden ne de tempodan bahsedemeyeceğimiz bir filmle karşı karşıyayız. Filmde 4 kişilik bir ailenin yaşadıklarını izliyoruz an be an. Konu hiçbir şekilde yan hikayeler sunmuyor bize, tamamen bu ailenin yaşadıklarıyla ilgiliyiz, müzik neredeyse yok, yavaş anlar var, gergin bir atmosfer var. Karı-koca-iki çocuk. Kadın işinde başarılı, aktif çalışan biri, ayrıca pozitif bir kişi, söylenmeyi seven değil, hayatı olduğu gibi kabullenen biri. Kocasının huysuzluklarına, takıntılarına, zorluklarına aldırmayan, belki de gülen geçen biri. Çocuklarına karşı oldukça sevgili ve ilgili. Fakat iş yoğunluğundan dolayı bazen evden uzak kalabiliyor. Baba karakteri ise anladığımız kadarıyla çok başarılı olmadığı, keyif de almadığı bir işte, sırf iş olsun diye çalışıyor ama amacı başarılı bir şair olmak, kitaplar bastırmak. Bunun için küçük çabaları var. Filmin ikinci yarısı ise daha hareketli, daha merak uyandırıcı, hatta artık bomba neyse patlasın diye nefesleri tuttuğumuz anlar oluyor. Gerçi filmin bir handikapı, bomba neyse patlasın desek de bombanın ne olduğunu biliyor olmamız: bomba ensest. Üstelik filmin ilk dakikalarında gözümüze çarpan bir konu – spoiler vermek istemiyorum- olayın ensest olduğunu bildiğimiz için, filmin sonuna kadar sürpriz olabilecekken, anında çözülüveriyor. Bu anlamda filmin ilk dakikalarında, “keşke filmle ilgili hiçbirşey bilmiyor olsaydım, o zaman nasıl bir gözle izlerdim acaba” diye düşündüm.

Filmin en büyük artısı, ensest gibi tabu olan bir konuyu, gayet rahatsız edici bir atmosfer yaratarak ama asla rencide edici bir sahne çekmeyerek, sadece atmosferin gerginliğinden bazı şeyleri tahmin etmemize yaslanarak giden bir yapısı olması. Oyuncuların başarısı da filmin sahici hikayesini daha da sahici kılmak adına büyük bir artı olmuş. Filmin zayıf noktası ise yönetmenin, konuya, yani enseste haddinden fazla odaklanmış olması. Filmde adeta herşey, yolun enseste gitmesi için özellikle ayarlanmış. Neden böyle bir karakter olduğunun içi biraz boş kalmış olan baba, büyük şehir özleminde biridir ve bir anda İstanbul’a yerleşmeleri için gerekli ortam hazır olur. Anne, işinde iyice ilerler ve geç saatlere kadar çalışmaya başlar, evde az vakit geçirir. Bu takıntılı kişinin birtakım gizemli hareketler yapması için uygun tüm ortam sağlanmıştır. Daha önce de belirttiğim gibi filmde herhangi bir yan hikaye de yoktur. Dolayısıyla film çok ağır temposuna rağmen aslında hızlıca konuyu enseste getirir, olayı çözmemizi sağlar, flashback’lerle iyice anlatır konuyu ve bitirir. Bu anlamda temposu daha hızlı, yan öykülerle de beslenmiş ama ensest konusunda bizi daha çok şaşırtacak ve sarsacak bir film izlemeyi tercih ederdim. Filmde beni sarsan tek sahne ensesti yaşayan kişinin bu konudaki dışavurum sahnesi oldu. Filmin hikayesindeki bazı gizemler de, şiirler ve kitap alıntılarıyla güzel örülmüş aslında ve gerçekten vurucu bir dil oluşmuş.

Yönetmen ve oyuncuların da röportajlarda altını çizdikleri bir şey var, bu da filmin güçlü yanlarından. Filmdeki aile orta sınıf ve eğitimli bir aile. Cehalet ve maddi sıkıntı gibi bir bahanesi yok yaşanan dramın. Ayrıca oyuncuların ne iş yaptıklarını, hangi siyasi görüşe sahip olduklarını ve bu gibi detayları bilmiyoruz. Müslüman bir aile olduklarını ama babanın da annenin de dinlerine ait sadece gerekenleri yaptıklarını, ekstra olarak üstüne düştükleri bir dini görüşleri olmadığını üstüne basa basa belli etmiş yönetmen. Buradaki amacının da bizi önyargılarımızdan arındırmak olduğunu söylüyor röportajlarında. Konuşulması bile bir tabu olan ensestin cehalete veya alt sınıfa ait bir konu olmadığını, içimizde de bunu yaşayan insanlar olabileceğini bize hissettirmek istemiş, “bizde olmaz” diyerek kaçmamızı engellemek istemiş ve bence başarmış da…

Başka Dilde Aşk’ta olduğu gibi burada da doğal renkler, gerçek mekanlar kullanılarak sade ve doğal bir dramatik etki yaratılmış. Amatör bir öğrenci filmi tadını veren bazı planlar bile var filmde ve bana kalırsa bunlar hep bilinçli hareketler. İlksen Başarır’ın yönetmenlikten çok bir hikaye anlatıcısı olarak öne çıkmak istediğini düşünüyorum, temiz planlar çekerek derdimi ortaya koyarım, insanları konuştururum, ekstra teknik işlerle, kurgusal göz boyamalarla işim olmaz der gibi görünüyor bu filmleriyle. Son zamanlarda bir derdi olan, sinemayı da bir derdi anlatmak için kullanan hem de böylesi genç yönetmen bulmak zor, bu yüzden İlksen Başarır’ın bu iki filmi gibi samimiyetle çekeceğinden emin olduğumuz yeni projelerini dört gözle bekliyoruz.

Not: Bu film de vizyonda Türkçe altyazılı olarak gösteriliyor.

Kaybedenler Kulübü

Doksanların sonunda üniversite öğrencisi olan ben, haftada üç gece Kent Fm’de çok farklı bir radyo programı dinliyordum. Hayatı hiç ciddiye almıyormuş gibi yapan, kadın erkek ilişkilerini, seksi, yalnızlığı ti’ye alıyor gibi cesur bir sohbeti sürdürürken birden bire ciddi ciddi felsefe yapan, yeri geldiğinde duygusal taraflarını da ortaya koyan, çok kültürlü, çok zeki, çok komik ve çok ciddi iki adamın, Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un Kaybedenler Kulübü adlı radyo programıydı bu.

Bu program alt kültüre hitap eden bir programdı. Kent insanının yalnızlığını temsil ediyordu adeta. Popüler bir program olmadı hiçbir zaman, bilen biliyordu, herkesin bilmemesi ve herkesin bu programdan keyif almaması, hayranları için bir ödül gibiydi hatta. Cesurdu bu adamlar, söylenemeyecekleri söyledikleri için kimi çevrelerce hoş karşılanmıyor, kimilerince ise adeta idolleşiyorlardı. Kapalı kapılarda.

İşitsel bir mecrada devam eden bu programın kahramanı Kaan ve Mete’yi dinleyen çoğu insan, bu iki adamı yolda görseler tanımazlardı. Bu adamlar, örnekse Cenk ve Erdem gibi, Okan Bayülgen gibi, Beyaz gibi, radyoculuk deneyimlerinden sonra televizyon ekranında veya sinemada boy göstermedi. Meşhur olmadı. Ve bir gün bu program küt diye bitiverdi. Gene bilen biliyordu: Kaan’ın sahip olduğu 6:45 yayıncılık, alt kültür kitaplar satmaya devam ediyordu sadece. Aradan nereden baksanız 12 yıl geçti. Tolga Örnek’in yeni sinema filminin bilgileri sızdı basına ve bu film vizyonda. Bu filmin adı Kaybedenler Kulübü. Evet, bu film, tam da bu hikayeyi anlatıyor: gerçeği. Hem de görsel ve popüler bir iletişim aracı olan “sinema”da anlatılıyor bu hikaye.

Kaan ve Mete’yi iki genç ama usta oyuncu canlandırıyor: Nejat İşler ve Yiğit Özşener. O yıllara geri dönülmüş ve bu iki adamın İstanbul, Kadıköy’de bir radyo programı yaptıkları dönem yaşadıkları rock’n roll hayat tarzı, mercek altına alınmış. Filmde de bizimle paylaşılan, Yiğit Özşener’in canlandırdığı Mete karakterinin annesi ile olan ilişkilerinden de anlaşılacağı üzere, bu iki arkadaşın aslında maddi sorunları yok. Hayata yenik başlamış karakterler değiller. Yani kelimenin aklınıza gelecek ilk anlamıyla “kaybeden” değiller. Peki neden Kaybedenler Kulübü diye bir isim seçmişler programlarına? Çünkü onlar kaybetmeyi “tercih” etmişler. Onların başarıyla, para pulla, şöhretle, lüks yaşamla işleri olmamış. Üç kuruş kazanalım diye programlarının formatını değiştirmemişler mesela, parasız yapmışlar bu işi ve bu özgürlüğü de programda ağızlarına geleni söyleyerek, kendilerine sansür uygulamayarak kullanmışlar! Evet, aslında sansürün bu denli gündemimizde olduğu şu anlarda, bu film yerine tam da cuk oturuyor. Doksanlarda popüler olmasa da canlı yayınla herkesin evine girebilen bu program, herhalde 2003 ve sonrasında yayında olsa, anında sansürle karşılaşır, hatta belki de sona erdirilirdi. Ne güzel zamanlarmış ki o zamanlar, programın ne zaman biteceğine kendileri karar vermişler! Alın size bir özgürlük daha!

Hala filmden bahsetmediğimin farkındayım, başlıyorum. Yönetmen Tolga Örnek bu radyo programı yayındayken Amerika’da eğitim görmekteymiş, bu yüzden bu programın eski dinleyicilerinden biri değil. Alt kültüre ait bir kişiliği de yok aslında, böyle bir yaşam tarzı yok daha doğrusu. Ama senaryo eline geçiyor ve bu hikayeyi öğrendiği andan itibaren büyük heyecan duyuyor, bu filmi çekmek istiyor. Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk, popülerleşmek gibi bir kaygıya girmeden Tolga Örnek’e güveniyorlar ve izin veriyorlar bu projenin gerçekleşmesine. Güzel bir ekip kuruluyor, gerçekten de uyumlu, keyifli çalışan, film çekimleri bittiğinde üzülen ve hala birlikte takılan bir arkadaş grubu meydana geliyor.

Gerçek hikayeyi bilen biri olarak filmi izlemeden önce kaygılarım vardı, hem popülerleşmesini istemiyor hem de “acaba o dünya gerektiği gibi yansıtılmış mı, neresinden ele alınmış” diye kaygılanıyordum. Filmi iki kez izledim ve sonuçtan memnun kaldım. Film bir komedi filmi olarak da okunabilir, içindeki dramatik öğeler de öne çıkabilir, alt kültür bir yaşam hikayesinin kendi gibi alt kültür filmi olarak da bakılabilir. Yani filmin içinde film var, oyuncuyu özgürleştiren bir yanı var filmin, siz hangi katmanında kendinizi buluyorsanız, film o. Çok güldüm, espriler süperdi diye de çıkabilirsiniz salondan, o kültürü iyi yansıtmış diye de çıkabilirsiniz, güzel bir aşk hikayesi vardı ve oldukça felsefe yaptılar diye de düşünebilirsiniz. Bunların hiçbiri yanlış bir okuma olmaz sanırım film açısından.

Bence filmin en büyük başarısı ise bahsettiğimiz gerçek hikayeyi hiç bilmeyen ve bunu bir kurguymuş gibi izleyen seyirciyi de, hikayeyi sonradan öğrenerek izleyenleri de, kendini hikayenin içinde hissedeni de çekebilme yeteneği. Bunu da sağlam bir cast, sağlam bir senaryo ve sağlam teknik öğelerle başarmış yönetmen. Filmi renkli kılan kurgusal öğeler, mizahın biraz daha altını çizmişse de, göze batmamış, yerinde olmuş diyebiliriz.

Filmin dramatik yapısında ve senaryonun odaklandığı noktalarda, özellikle karakterler açısından bakarsak, Kaan(Nejat İşler)’ın yaşadıklarına, aşklarına, psikolojisine, yalnızlığına daha çok hakim oluyoruz, Mete ise biraz geri planda kalıyor, belki Mete’yi de biraz daha çözebilmek istiyor gönül.

Tiyatro öğrencileri olduklarını öğrenmeme rağmen fikrimin değişmediği bir konu var ki, örneğin Kaan ve Mete’nin hayatına giren kadınlar ve diğer bazı yan karakterlerin oyunculukları, diğer oyunculukların doğallığının yanında gerçekten sırıtmış. Eleştirebileceğim bir diğer konu ise, aslında Tolga Örnek’in bu ve bundan sonraki tüm filmlerine, genelde olumlu şekilde yansıyacağına inandığım belgeselci gözünün, bu filmdeki bazı karelerde dramatik bir film için fazla enformatik bir kamera kullanımına yol açmış olması. Örneğin Kaan karakterinin profesyonel bir fotoğrafçı olduğunu anlamamız için fotoğraf ödüllerinin üzerinde gezen kamera beni oldukça rahatsız etti. Fakat bunlar elbette filmin genel dokusunu bozan ciddi sorunlar değil.

Doksanların ruhunu yeniden hatırlamak, sansürsüz ve içi dolu bir radyo programında neler konuşulabiliri görmek, böyle adamlar da yaşamış mı ya Kadıköy sokaklarında diye şaşırmak ve belki de biraz imrenmek için, gençlik, rock’n roll ve özgürlük için, barış için, sevgi için, çok yalnızım be sevgili okur. İyi seyirler.