Self/less

Film, çok beğenerek izlediğim oyuncu Ben Kingsley’in canlandırdığı, çok zengin, başarılı, ego sahibi, işkolik ve sivri bir tip olan Damien’i tanıtıyor önce bize. Hırslı ve ukala Damien, çünkü zeki ve bu dünyaya katacakları olan bir adam ama maalesef ölümcül bir hastalığa tutulmuş durumda. 30’lu yaşlarında olan kızı Claire ile (Michelle Dockery) hiç ilgilenememiş, sevgisini parayla satın almaya çalışmış bir baba aynı zamanda, başarılı bir iş kadını olabilmiş babasına tutunmadan kızı, ama onunla gurur duyduğunu bile söyleyememiş hiçbir zaman Damien, becerememiş.

Süper gizlilikle çalışan bir laboratuvarın kartı geçiyor eline, deri değiştirme denen bir operasyon gerçekleştiriliyor burada, yani aslında hastalanıp artık bize hizmet veremeyecek olan bedenimizi bırakıp, sağlıklı ve genç başka bir bedene geçiyoruz tam ölmek üzereyken; o bedende, kendi ruhumuz, yeteneklerimiz ve bilgilerimizle hayatımıza devam edebiliyoruz. Fakat henüz onaylanmış bir durum olmadığından,yani gizliliğinden ötürü, bunu kabul eden kişinin toplum içinde ölümünün gerçekleştiğine inandırmak durumundalar herkesi. Sıfır gibi gözüken bedenleri gösteriyor laboratuvarın başındaki adam olan Albright (Matthew Goode)  Damien’e, fakat filmin içinde de geçtiği gibi, sıfır bir araba aldığını sanıyorsun, araba biraz kullanılmış çıkıyor….

Ben Kingsley’in canlandırdığı Damien’in ruhu, canı diyelim, Ryan Reynolds’ın canlandırdığı bir bedende devam ediyor. Yeni bir isim veriliyor tabii kişiye ama ya o beden daha önce kullanılmış bir bedense ve başka bir ismi, daha da önemlisi başka bir geçmişi varsa?

Yönetmen Tarsem Singh’in diğer işlerine baktığımızda kendisinin hayal gücü oldukça yüksek, başarılı bir fantastik sinema yaratıcısı olduğunu söyleyebiliriz. Deneyimli yönetmen hafife alınmayacak şekilde titiz bir çalışmayla, görsel anlamda seyirciyi tatmin edecek,  etkileyici bir sinematografi sergiliyor bu fantastik/bilim kurgu hikayede. Fakat filmin meselesi görselin önüne geçiyor elbet.

Neye inanırsak inanalım, insan, başka bir insan yaratabilen bir varlık değil. Yaratılmış bir varlık ve kendisi dışında şeyler üretebiliyor en fazla. Bilimin gelişmesi ise her zaman bu konunun sınırlarını zorlamakta elbette, insanoğlu olarak cevaplayamadığımız bazı konularda oldukça meraklıyız ve hayalgücümüz, ya şöyle olursa, ya şu mümkünse gibi fikirler ürettikçe sinema da bu fikirlere hizmet etmeye devam edecek kuşkusuz. Zira ölüme meydan okuma, bir canlıdan başka bir canlıya evrilme, yeniden bir insan yaratma gibi, Tanrıcılık oyunları var hikayede ki bunlar vicdan ve ahlak gibi unsurları temelinde barındırıyor.

David Pastor ile Àlex Pastor kardeşlerin senaryosu,  bilim kurgulara has, mesafeli, uzak bir yapıda ilerletiyor filmi.

Damien yeni bedenine geçtiğinde, başta, hak vereceğimiz şekilde bu yakışıklı ve yeni bedeninin ona getirdiklerinin (spor, seks, sosyallik gibi diyelim) tadını çıkarmasına çok fazla yer verilmiş, ben en azından bir süre sonra, madem zeki ve başarılı bir adam olarak yaşamaya devam ediyorum, hem faydalı olayım, hem de işe güce çalışsın aklım gibi bir döneme girmesini, olayların sonra çığrından çıkmasını beklerdim. Bu konuda bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Fakat genel anlamda, enteresan konusu, temiz sinametografisi ve sevilen oyuncularıyla, haftanın kaçırılmayacak filmlerinden biri olduğunu söylemem gerek.

 

Ant-Man

Ant-Man, nam-ı diğer Karınca Adam, Marvel dünyasından bir kahraman. Yakın zamanda bildiğiniz gibi Avengers izlemiştik,neredeyse tüm Marvel kahramanlarının birarada olduğu bu seride Ant-Man yoktu. Niye yoktu, başta olacaktı, olmalı mıydı, olmaması iyi miydi tartışmaları epey almış yürümüştü. Bir bilim adamının karıncalar üzerinde yaptığı bir deney sonucu insanın karınca boyutuna “küçülerek” kendisini savunabilecek hale gelmesi ve kendine has güçlere sahip olabileceği bir kostüm giyebilmesi, diğer doğal karıncaları da kendi ordusu gibi kullanabilmesi, ses frekanslarını kullanarak onları yönetebilmesi gibi üstün yetenekler, diğer Avengers kahramanlarına göre, biraz “küçümsenmiş” olsa gerek… Bu kahramanı diğer yakışıklı ve kaslı kahramanlardan ayırmak ve ona ayrı bir film yapmak, bir pazarlama anlayışı olarak da algılanabilir. Fakat normalde Avengers’in fikir babası ve kurucusu Ant-Man olduğundan, bazı Marvel hayranları bunu “ama bu haksızlık” şeklinde de karşılayabilir.

Gelgelelim, sonuçta karşımızda sadece Ant-Man’i anlatan bir film var, ve bence tadını çıkarmalıyız. Zira filmde önce Hank Pym‘i canlandıran Micheal Douglas‘ı saç makyajla epey gençleştirilmiş halde, kendi kurduğu şirketle ters düşerken izliyoruz. Yıllar geçiyor ve anti kahramanımız Scott Lang (Paul Rudd) hapisten çıkıyor. Küçük kızını çok özlemiştir ama kızının velayeti tabii ki eski eşi üzerindedir ve hayatında başarılı olduğu tek nokta soygunculuk olduğundan, kızına yaklaşabilmesi için bir an önce düzgün bir yaşama adım atmalıdır bu genç adam. Sicili yüzünden iş bulamayınca yine bir soygun yapmak zorunda kalır ama soyduğu evde kendisini para değil bir kostüm beklemektedir, evet bildiniz, Ant-Man kostümü.

Michael Douglas’ın büyük başarıyla canlandırdığı profesör Pym, geçmiş travmalardan dolayı bir türlü barışamadığı kızı Hope (güzeller güzeli Evangeline Lily) ile sorunlar yaşarken bir yandan da  Ant-Man’ın sırlarını vermediği için ona yüz çevirmiş eski iş arkadaşlarının hırslanarak kendi Ant-Man’lerini kötü emeller için yaratmalarını durdurmak için bizim anti-kahramanı eğitmesi gerekmektedir. Yine bir fikir hem iyisini hem kötüsünü yaratmıştır, adeta bir Dr Jeykll Mr Hyde durumu gibi… Olaylar gelişir diyerek fazla sürpriz bozmayalım fakat filmin en eğlenceli yanının Avengers’e olan göndermeler olduğunu da söylemeden etmeyelim, örneğin bir sahnede, e Avengers ne yapıyor gibi bir muhabbette, onlar gökyüzünden aşağı şehirler yağdırmakla meşgullerdir gibi bir espri var ki gerçekten yerinde…

Bana soracak olursanız Ant-Man sıradan bir Marvel filmi değil ve bu küçümsenen karakterin, küçülerek büyüdüğünü göstermesi açısından oldukça etkileyici. Filmin yönetmeni Peyton Reed‘i, komedi ve gençlik filmleriyle biliyoruz, böyle bir projenin altından bu denli hasarsız çıkması bence onun kariyeri açısından da önemli.. Sevimli karınca ordularının CGI görüntüleri, dövüş ve kaçış kovalayış sahnelerindeki 3D ekstraları ile film görsel açıdan da bekleneni veriyor. Karınca ufak olur ama mide bulandırır demeyin, bir anti kahramanın daha özel güçlerle iyiye hizmet etmesini zeki espriler eşliğinde izleyiverin işte…

 

 

 

Pride/Onur

 

Bir Kadıköy’lü olarak, Başka Sinema’nın düzenlediği, Rexx sinemasında film izlemekle başlayıp Arka Oda’da filmin soundtrack’leriyle devam eden partilere geçtiğimiz etkinliklerine bayılıyorum açıkçası. Pride/Onur’u da bu şekilde izledim. Bir İngiliz yapımı Pride, yaşanmış olaylara dayanan bir film. 1984 yılında İngiltere Başbakanı olan Margaret Thatcher o dönem, kömür madenlerinin kapatılması  konusunda gayet sert bir tutum sergiliyor ve  Madenciler Sendikası da grev düzenliyor. Kendi hakları için yürüyüşler yapmakta ve biraraya gelmekte olan gay ve lezbiyenlerden oluşan bir grubun içine yavaş yavaş sızmaya çalışan bir genci takip ederek başlıyoruz önce filme, daha sonra o grubun içinde bir üye gibi oluyoruz adeta. Bu grubu sürekli lider tavırlarıyla yönetmekte olan cevval genç Mark (etkileyici oyunculuğuyla Ben Schnetzer), arkadaşlarını da yüreklendirince bu grup, madenciler için Londra’da para toplamaya başlıyorlar. Daha sonra da Galler’de küçük bir madencilik köyündeki komiteyle iletişime geçip, onlara desteğe devam için yanlarına gitmek üzere yola çıkıyorlar. Peki o köydeki herkes bu komitedekiler kadar anlayışlı yaklaşacak mıdır gay ve lezbiyenlerden oluşan bu bir grup gence?

Gezi olaylarından beri malumunuz, ülkemizde de özgürlük, eşitlik için mücadelede bir artış oldu şükürler olsun ki. Çok daha fazla sesi çıkan, birlik olan, kendinden olmayan için de mücadele eden bir anlayış oturmaya başladı toplumumuzda, ki bu çok sevindirici. Din, ırk, cinsiyet seçimi gibi konulardaki farklılıklarımızdan dolayı kimsenin aşağılanmaması, haksızlığa uğramaması gerektiğini öğrendik, öğreniyoruz. Önyargılarımızı yıkmaya başladık. Bu yaşanmış hikayede, o dönem, politik ve sosyolojik açıdan bir başarı elde edilemediyse de halk birbirini anlamış, önyargılar böyle yıkılmış; bir belgesel olmasa da bu gerçeği bize izletmiş olduğundan bile saygıyı hakeden bir film Pride. Filmin önemli ve ağır konuları ele almasına rağmen hafif tonu, esprili dili, işi çok daha samimi ve bir sinema filmi olarak başarılı bir hale getiriyor. Oyunculukların doğallığı da takdire şayan.

Stephen Beresford’un yazıp Matthew Warchus’un yönettiği, sinemasal açıdan çok yenilikçi olmasa da, pırıl pırıl bir sinematografiye sahip olan Pride’da, 80’leri çağrıştırması açısından tercih edilen renkler, dekor ve kostümler de oldukça başarılı…

Film hala bazı salonlarda gösteriliyor, kaçırmayın derim, salonlar için: http://www.baskasinema.com/filmler/pride

 

Ali Baba ve 7 Cüceler!

Cem Yılmaz’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği, başrollerinde Cem Yılmaz, Çetin Altay, Irina Ivkina ve Zafer Algöz’ün olduğu Ali Baba ve 7 Cüceler filminin çekimleri Bulgaristan’da tüm hızıyla devam ediyor, işte yeni görseller:

O Kasların Hepsi Senin Mi?

 

Tüm dünyayla aynı anda ülkemizde de vizyona girecek olan Striptiz Kulübü 2/Magic Mike XXL için geri sayım başladı! Ünlü yönetmen Steven Soderbergh‘in Striptiz Kulübü/Magic Mike adlı 2012 tarihli ilk filminin devamı niteliğinde olan yapım, hızlı günlerden sonra artık kendi kabuğuna çekilmeyi planlayan Mike’ın emekliye ayrılmasının ardından yaşadığı üç yıllık süreç ve sonrasını konu alıyormuş. Bu yapımda da ilk yapımda olduğu gibi bol bol Channing Tatum, Matt Bomber, Adam Rodriguez, Kevin Nash ve kaslarını göreceğiz belli ki. Filmle ilgili yabancı basın yorumları özetle şöyle: “Kadın izleyici biletinin hakkını alacak. Bu filme direnmek anlamsız, kendinizi bırakın. Eğlencelik, iyi vakit geçirmelik….”

Kadının özellikle görsel sanatlarda bir cinsel obje olarak görülmesi ve kullanılmasına içimiz sinmeyerek alışık da olsak, aslında bir süredir sinemada erkek vücudunu da bir cinsel haz nesnesi olarak görmeye başladık. Modern toplumun ve cinsiyet rollerinin de değişimiyle kılık kıyafeti, tarzı gün geçtikçe başkalaşan erkek figürü, sinemada da kendisini gösteriyor. Artık erkek karakter dendiğinde göbekli, bakımsız, kel, bıyıklı, demode erkekler düşünmüyoruz. Renkli kıyafetler giyebilen, saçından cildine kadar özen gösteren, kaslı,  rahatlıkla şort mayosuyla gezebilen ve “baklavalarını” sergileyen erkek karakterler var artık beyazperdede ve ekranlarda, yaz mevsimi, dans ya da dövüş/aksiyon bahanesiyle erkekler çıplaklaşıyor, biz kadınların da gözü gönlü açılıyor sonunda, yaşasın!

Magic Mike çılgınlığı, aklımıza bu kafada başka filmleri de getirmedi değil. Yazının devamı için http://cinedergi.com/sayi/83/ – sayfa 12-15