Film, “bu hikayenin bir kısmı gerçek olabilir” gibi çevirebileceğimiz, hafif esprili bir açıklama cümlesiyle başlıyor. 60’larda, Beatles’ın tozu dumana kattığı dönemde kendi müziğini yapan bir gençle tanışıyoruz, içine kapanık, henüz kendi gücünün farkında olmayan bir müzisyen bu, karşısında ise onunla röportaj yapan, deyim yerindeyse feleğin çemberinden geçmiş bir dergici var. Röportajda John Lennon’a olan hayranlığından bahsediyor genç müzisyen, alaycı dergici ise aslında gerçekten ilerde kendisinin de çok ünlü olabileceği ihtimalini ve şöhreti diline doluyor ama o zamanlar neyin ne olduğunun farkında değil belli ki genç müzisyenimiz Danny Collins.
Bir sonraki karede Collins’i 60’lı yaşlarında bir rock yıldızı olarak görüyoruz, gençliğinde de şimdi de ortalığı yakıp kavurmakta, şöhretin ona getirdiği her türlü lüksü, çılgınlığı, marjinalliği de katmış hayatına. Popülerliğini yitirmemek uğrunda bir süre sonra içinden geldiği müziği de yapmamaya başlamış, bakmış ki bir popüler parça yıllarca gidiyor, vazgeçmiş kendinden. Hayatında kızı yaşında kadınlar, kokain; birşeylerin eksik ve boş olduğunun farkında gözlerle en yakın arkadaşı ve menajeri Frank’e (Christopher Plummer dert yanar. Doğumgününde Frank ona öyle bir hediye verir ki, işte artık tepesi atacaktır Danny’nin. Bu kadar şöhrete ve başarıya rağmen içimde bir boşluk var diyen gözleri artık o boşluğun ne olduğunu bilmektedir bu hediye sayesinde. Hediye ne midir? Yıllar önce dergiye çıkan röportajı okuyan John Lennon’ın kendisine yazdığı ama asla ona ulaşamamış bir mektup. “Ne olursa olsun kendi müziğinden vazgeçme, bunu konuşalım istersen, bu konuda ne düşünüyorsun Collins?” samimiyetinde yazılmış bir mektup, altında telefon numarası olan bir mektup! John Lennon’dan bir mektup!
Tası tarağı topladığı gibi yıllardır görüşmediği oğlunun yaşadığı eve en yakın Hilton’a yerleşir. Piyanosunu da taşıtır odasına. Kendi müziğini yapacak, kendi sesini duyacaktır artık, turneleri de iptal eder. Hayatını şımarık bir rock yıldızı olarak harcamış ve kendi iç sesini hep bastırmış biri olarak, acaba o gün o mektubu okusaydım hayatım nasıl olacaktı diyerek bir muhasebeye girişen Danny Collins, usta oyuncu Al Pacino tarafından olağanüstü şekilde canlandırılmış.
Hikayedeki melankoliye rağmen senaryodaki dilin mizahi gücü filmin temposunu da sürekli ayakta tutmakta yardımcı olmuş. Bazı filmleri “çok fazla şey anlatmaya çalışmış” diye eleştiririz, burada da aslında Danny Collins’in bahsettiğimiz hayat muhasebesinin içinde oğlu, gelini ve torunuyla ilgili bölümler epey uzatılmış, adeta bir küçük film de oradan çıkarmışçasına, fakat bu yine de filme olumsuz yansımamış. Filmin dokusuna eşlik eden dokuz Beatles şarkısı da tadından yenmez kılmış açıkçası bu yapımı.
Steve Tilston adlı bir müzisyene John Lennon gerçekten de böyle bir mektup yazmış ve bu mektup gerçekten de zamanında eline ulaşmamış Tilston’ın. Bundan sonrası ise yönetmen/senarist Dan Fogelman‘ın “what if” fikriyle gelişmiş. 2013 Cannes’da izlediğim Michael Douglas ve Matt Damon’un başrollerde olduğu Behind The Candelabra adlı film geldi aklıma, Liberace isimli, Amerika’nın Zeki Müren’i diyebileceğimiz gerçek bir karakterin yaşlılığını büyük bir başarıyla canlandırmıştı usta aktör Michael Douglas. Orada da şöhret budalalığı, mutsuzluk, uyuşturucu bağımlılığı vardı, içindeki boşluğu hırslarıyla doldurmaya çalışan bir müzisyendi konu. Yine son zamanlarda izlediğimiz Olmak İstediğim Yer de Sean Penn’in müthiş performansıyla bir müzisyenin yaşlılığında yaşadıklarını gözler önüne seriyordu. Haberdar olmadığımız küçük detaylardan yola çıkan gerçek hayat hikayeleri, müzik ve sinema, usta oyuncularla da birleşince gerçekten de ortaya olağanüstü işler çıkıyor. Haftanın kaçırılmaması gereken filmlerinden Danny Collins.