Bohemian Rhapsody

Geçtiğimiz hafta Müslüm’ü izledik, sanatçı Müslüm Gürses’in hayat hikayesini konu alan biyografik bir yapımdı, fikirlerimi yazmıştım. Bu hafta Bohemian Rhapsody ile efsanevi Freddie Mercury’nin ve Queen grubunun gerçek hikayesini anlatan başka bir biyografik film izliyoruz. Vizyonda Yılmaz Güney’i konu alan bir belgesel de var ve önümüzde de vizyona girecek bir Whitney Houston biyografik filmi. Çoğunluğu müzikle de ilintili olan, bizi derinden etkileyen kişiler/gruplarla ilgili biyografik yapımlara doyduğumuz aylardayız sözün özü.

Ortaokul-lise dönemimde keşfetmiştim Queen’i. Kaset doldurduğumuz zamanlar, 90’lar. We Will Rock You’lar, We Are The Champions’lar. Ama beni çok etkileyen iki şarkı vardı: Show Must Go On ve Bohemian Rhapsody. Filme de adını veren ikincisi daha önce benzerine rastlamadığım bir tür olduğundan iyice ilgimi çekmişti. Çocukluğunda piyano dersi almış ve müziğe aşık biri olduğumdan, sekiz kulakla dinliyordum bu değişik adamın değişik grubunun benzersiz şarkılarını.

Daha ileriki yaşlarımda dinlemeye, takip etmeye devam ettim elbette grubu, albümleri. Freddie Mercury’nin frapanlığı, feminenliği göze çarpıyordu ve onu çok daha özel ve farklı kılıyordu gözümde açıkçası. Cinsel tercihinin ne olduğunu merak etmek ya da bu konuda eminmişim gibi fikir yürütmek yerine onu olduğu gibi kabul ettiğimi hissettiğimi hatırlıyorum doğrusu.

Bir itirafta bulunmalıyım fakat, bu çok sevdiğim sanatçı ve grubu hakkında açıp çok da fazla okumamışım. Dinlediğim bana yetmiş olsa gerek. Örneğin Freddie Mercury’nin gerçek adının ne olduğunu ya da nereli olduğunu bilmiyordum ve bu filmde öğrendim, epey de şaşırdım doğruyu söylemek gerekirse.

1991 yılında sanatçının AIDS sebebiyle, bu denli genç yaşında öldüğünü öğrendiğim zaman da çok çok etkilenmiş ve üzülmüştüm.

Filme gelecek olursak, her şeyden önce şüphesiz fiziksel olarak canlandırması zor bir kişilikle karşı karşıyayız. Freddie Mercury’nin ağzında fazladan 4 adet diş olması ağzının kapanmasını zorlaştırırken kendi düşüncesine göre sesini güzelleştiren bir detayve bu düşünceyle dişlerinden ameliyat olmayı reddetmiş. Yine zayıf bedeni, oldukça frapan ve iddialı, cesur kılık kıyafeti üstünde taşıyışı, kendine has hareketleri ile onu canlandırmak gerçekten büyük risk. Oyuncu Rami Malek elinden geleni yapmışsa da bedenen biraz sönük kalmış gibi hissettirdi bana, diş detayı ise çok önemli ve altı çizilesi bir konu olmakla birlikte bana yine de estetik olarak biraz fazla geldi, adeta Mercury’le ilgili bir parodi için özellikle abartılmış bir makyaj detayı gibi hissettim.

Dönem olarak 1970’lerde Queen’in oluşumundan 1985’te grubun Live Aid’teki efsanevi performanslarına kadar olan yolculuğunu anlatmayı tercih eden filmin yönetmeni ünlü yapımcı ve özellikle Olağan Şüpheliler‘in yönetmeni olarak tanıdığımız Bryan Singer iken yapım aşamasında bazı sıkıntılar yaşanmıştı. Sete gelmeyen ve bazı tatsız iddialarla suçlanan Singer projeden atılmıştı, filmin yeni yönetmeni, Kartal Eddie filmi ile hatırlanan Dexter Fletcher olacaktı fakat sonradan Singer projeye geri döndü. Bu çalkantıdan film ne kadar ve ne şekilde etkilendi bilemeyiz elbet ama bu denli büyük bir başlığın atıldığı bu kadar büyük bir proje için tüylerimi daha diken diken edecek bir film beklemiştim desem haksızlık etmiş olmam sanırım.

Filmin senaryosu Darkest Hour ve The Theory of Everything filmlerinin de senaristi olan Anthony McCarten ve The Other Boleyn Girl, Rush gibi filmlerin senaristi Peter Morgan’a ait. Senaristlerin Queen’e ve Mercury’e ait anlatılması gereken dönem seçimlerini başarılı buldum, üstelik bu döneme Mercury’nin ailevi hayatı ve geçmişini de eklemeyi ve bu dengeyi kurmayı becerebilmişler. Zira bu tarz biyografik filmlerde malzeme o kadar bol olur ki senarist işin içinden çıkamaz, ya herşeyi anlatmaya çalışır, ya da bir bölümün çok fazla üstüne gider ve iş çığrından çıkar. Müslüm filmi örneğin Gürses’in çocukluğuna çok fazla yer verilirken, hayranlarının durumu daha az anlatıldığı için çoğu izleyici tarafından eleştirildi.

Sadece albümünü dinleseniz tüylerinizin diken diken olacağı bir grubun ve o grubu bugünlere getiren efsanevi sanatçı Freddie Mercury’nin yer aldığı bir filmden çıkarken çok daha fazla etkilenmeyi beklerdim, açıkçası sönük bulduğum bir müzikal biyografik film oldu Bohemian Rhapsody. Üstelik Mercury’nin gay kimliğinin anlatımında da bir pürüz hissettim. Sanki Mercury’nin başına gelen her kötü şey, gay olduğuna karar verdikten sonra gerçekleşmiş, sanki hatası bu olmuş, eğer grup arkadaşları gibi evlenip çoluk çocuğa karışsaymış daha iyi olurmuş gibi bir yargı sezdim. Freddie Mercury’i Freddie Mercury yapan tamamen cesareti, kendi oluşu, içinden geldiği gibi davranmakta her zaman cesur oluşu olmuştu belli ki. Onun sanatını besleyen de buydu. Açıkçası filmin az da olsa “homofobi” içerdiğini düşünüyorum.Fakat filmin, Mercury’nin AIDS’e yakalanışı konusunu bir duygu sömürüsü haline getirmemesi ve filmin modunu genel anlamda pozitif tutması takdire şayan.

Birkaç kez izlemek isteyeceğiniz bir film değil Bohemian Rhapsody, ama es geçin de diyemem, izleyin, anılarınıza gömülün, Queen’i hatırlayıp eve döndüğünüzde albümlere sarılın, o bile yeter. İyi seyirler.

Film Müzikleri Yaylılarda!

 

Film Müzikleri Yaylılarda: La Valse D’Amélie

Pera Müzesi, “Barış İçin Müzik Vakfı” işbirliğiyle Ocak – Mayıs 2017 döneminde Müzede Barış için Müzik! adlı yeni bir konser serisi düzenliyor. Farklı temalardan oluşan bu konser serisi sanatın her çocuk için erişilebilir olması fikrinden yola çıkıyor. Program, özellikle vakfın bugüne dek eğittiği 6000 çocuk arasından yaylı müziğe odaklanan geleceğin müzisyenlerine ağrılık veriyor. Genç sanatçıların barışın sesini müzikle duyurduğu bu konser serisi, her ayın son “Genç Çarşamba”sında düzenleniyor.

Müzede Barış İçin Müzik konserleri Suna ve İnan Kıraç Vakfı Oryantalist Resim Koleksiyonu’ndan derlenen “Kesişen Dünyalar: Elçiler ve Ressamlar” sergi katında düzenleniyor. 20 TL olan biletler sadece Biletix’ten temin edilebilir.

Film Müzikleri Yaylılarda! 25 Ocak 2017, 19:30

Ramin Djawadi – Game of Thrones Main Theme [3′]
Clint Mansell – Lux Aeterna [3′]
Yann Tiersen – La Valse D’Amélie [3′]
Édith Piaf – La Vie en Rose [3′]
John Williams – Highlights from Harry Potter [6′]
Klaus Badelt – Pirates of the Caribbean [6′]
The Beatles – Eleanor Rigby [3′]
Anonymous – Üsküdar’a Giderken (Aranje: Barış İçin Müzik Öğrencileri) [3′]

La La Land / Aşıklar Şehri!

La La Land / Aşıklar Şehri

Doğruyu söylemek gerekirse, müziği sinemadan daha çok sevdiğini düşünüp duran bir sinema yazarı olarak benim için müzikle sinemanın iç içe geçtiği her proje bir hazine.  2014 sonunda bizi oldukça şaşırtan bir film izledik: Whiplash.  Takıntılı ve hırslı bir bateri öğrencisi ile hastalıklı derecede sert öğretmeninin müzik ve disiplin üzerinden yürüyen ilişkisini muhteşem bir sinema duygusuyla anlatabilmiş olan bu yapımı 1985 doğumlu bir yönetmenin çektiğini öğrendiğimizde daha da fazla şaşırmıştık. Damien Chazelle’in ikinci uzun metrajıydı Whiplash ve ne mutlu ki Oscar’a kadar uzanan bir yolculuğu oldu bu bağımsız filmin. Yönetmenin ilk uzun metrajı ise, ülkemizde vizyona girmemiş olan bir müzikaldi. Guy and Madeline on a Park Bench, Boston ve New York sokaklarında, 35 mm ve siyah beyaz çekilmiş bir müzikal. Kendisi de müzik öğrencisi olan Chazelle, önce kısa film olarak çekmiş bunu ve sonra uzun metraja çevirmekte karar kılmış. Variety dergisine göre bu yapım Godard ile Miles Davis’in; Morris Engel ile The Umbrellas Of Cherbourg’un iç içe geçtiği müzikal bir şölen gibi.

Ülkemizde yıl sonunda vizyona giriyor olsa da uzun süredir haberlerini aldığımız ve meraklandığımız bir film La La Land. Önce Chazelle ile Whiplash başarısından sonra yapılan röportajlarda gelmeye başladı tüyolar, sonra da film biter bitmez festival festival dolaşıp övgüleri, ödülleri toplamasıyla aldık haberlerini. Bizde de önce İKSV galalarında gösterildi film, şimdi ise vizyona giriyor çok şükür.

Aşıklar Şehri olarak başarılı bulduğum bir Türkçe isme sahip film günümüzde geçiyor, Amerika’da çoğunlukla. Fakat yönetmen filmin dokusunu oldukça Retro bir tarzda oluşturmuş. Bu noktada sanat yönetmeni Austin Gorg’a da şapka çıkartabiliriz. Karakterleri sıkışmış trafikte ve ellerinde cep telefonları ile görmesek filmin 60’larda geçtiğini rahatlıkla düşünebiliriz. Evet karakterler; baş karakterlerimiz Mia (Emma Stone) ve Sebastian (Ryan Gosling) ile tanışıyoruz büyük bir hızla, etrafı film seti kaynayan bir Los Angeles caddesinin işlek bir cafe’sinde garson olarak çalışan ve fakat ünlü bir oyuncu olma hayalleriyle yaşayan Mia ile neredeyse takıntı derecesinde jazz müziğine sevdalı, para kazanmak için lokantalarda yemek müziği çalarak üç kuruş kazanan bir piyanisti önce kendi hayatlarında, iç değerlerini dış dünyayla kesiştiremedikleri anlarda izliyoruz. Daha sonra ise kendi yolunu arayan bu iki ölümlüyü tesadüflerle biraraya getiriyor kader ve tabii ki sırada aşk var! Birbirini yükselten bir aşk hem de, adeta iki eksi artı ediyor…gibi görünüyor.

Aşk yavaş yavaş karakterlerimizin içinde filizlenirken biz onların flörtüne müzikal koreografiler eşliğinde şahit oluyoruz. . Film sırasıyla, adını koyarak Kış-Bahar-Yaz-Sonbahar mevsimlerini takip ettiriyor bize. İsveçli görüntü yönetmeni Linus Sandgren, müzikal sekanslarda nefis görüntüler yakalamış. Kulaklarımızın pasını alan bu şarkıların daha önceden bilinen jazz şarkıları olmadığını fark ediyoruz. Evet, filmin en özgün kısımlarından biri de baştan sona filme özel yazılmış parçalara sahip olması belki de.

Bu arada filme bir es verip Ryan Gosling’in müzisyenliğiyle ilgili iki kelam etmek isterim. Geçen yıl Spotify’da Dead Man’s Bones adlı muhteşem bir grup keşfedip, kimmiş bunlar diye baktığımda karşıma Ryan Gosling çıkmıştı. Meğer Gosling 2006’lardan beri müzikle uğraşırmış. Dolayısıyla, filmde göreceğiniz tüm klavye ve piyano performansları gerçekten de Gosling’e ait! Herhangi bir dublör ya da farklı bir kurgu kullanılmış değil! Bunu ünlemli ünlemli yazmamın sebebini filmi izlediğinizde anlayacaksınız. Broadway’de Cabaret oyununda rol almakta ve bir süredir bu sebeple de yoğun şekilde şarkı söylemekte olan Emma Stone ve sesini zaten profesyonel olarak kullanmakta olan Ryan Gosling, yepyeni bir müzikal soundtrack’i hediye etmiş oldu bize. Dans performanslarını da es geçmemek lazım. Renkli kostümler, iki oyuncunun beden dillerini kullanışları ve aralarındaki zor bulunur kimya sayesinde ortaya çok lezzetli görüntüler çıkıyor performanslar sırasında.

Retro bir 21. yüzyıl tablosunun içinde yepyeni caz müzikleri ile modern bir müzikal oluşturmaksa amacınız, elbette klasiklere karşı birtakım saygı duruşlarına ihtiyaç duyarsınız. Bu konuda saygıda kusur etmemiş genç yönetmen, telaşlanmayın. Casablanca, Rebel Without a Cause, All That Jazz, Chicago, 8 ½, Singing In The Rain, Meet Me In St. Louis gibi filmlerden aldığı referansları filmine özenle serpiştirmiş.

Hikayedeki çatışmalar, kırılmalar, genel olarak karakterlerimizin aşkına gölge düşüren kişisel kararlar, güçsüzlükler oluyor.  Filmin en kalbe dokunan ve yaratıcı kısımlarından biri ise sondaki “ya öyle değil de böyle olsaydı” sekansı. O kadar güzel kurgulanmış, tasarlanmış, düşünülmüş bir fantezi ki, bir yandan bunların paralel evrende gerçekleşmiş olduğunu düşünüyorsunuz. Kendi hayatlarımızda da, bu hataları yapmasaydım, orada bunu değil de şunu deseydim, şu kayıpları yaşamasaydım dediğimiz anlar gibi… Film bir yandan toplumun bireyden beklentilerini umursamadan kendi iç sesine kulak vermesini salık verirken, öte yandan başarı hayallerinizi gerçekleştirmek midir yoksa hep yanınızda olmasını istediğiniz insanı kaybedip kaybetmeme meselesi midir gibi sorular sorduruyor. Muhteşem bir görsel hazla, nefis müzikler eşliğinde hem de. Eh, daha ne olsun. Yaşasın sinema!

Not: Yazı populersinema.com’da yayınlanmıştır.

Danny Collins

Film, “bu hikayenin bir kısmı gerçek olabilir” gibi çevirebileceğimiz, hafif esprili bir açıklama cümlesiyle başlıyor. 60’larda, Beatles’ın tozu dumana kattığı dönemde kendi müziğini yapan bir gençle tanışıyoruz, içine kapanık, henüz kendi gücünün farkında olmayan bir müzisyen bu, karşısında ise onunla röportaj yapan, deyim yerindeyse feleğin çemberinden geçmiş bir dergici var. Röportajda John Lennon’a olan hayranlığından bahsediyor genç müzisyen, alaycı dergici ise aslında gerçekten ilerde kendisinin de çok ünlü olabileceği ihtimalini ve şöhreti diline doluyor ama o zamanlar neyin ne olduğunun farkında değil belli ki genç müzisyenimiz Danny Collins.

Bir sonraki karede Collins’i 60’lı yaşlarında bir rock yıldızı olarak görüyoruz, gençliğinde de şimdi de ortalığı yakıp kavurmakta, şöhretin ona getirdiği her türlü lüksü, çılgınlığı, marjinalliği de katmış hayatına. Popülerliğini yitirmemek uğrunda bir süre sonra içinden geldiği müziği de yapmamaya başlamış, bakmış ki bir popüler parça yıllarca gidiyor, vazgeçmiş kendinden. Hayatında kızı yaşında kadınlar, kokain; birşeylerin eksik ve boş olduğunun farkında gözlerle en yakın arkadaşı ve menajeri Frank’e (Christopher Plummer dert yanar. Doğumgününde Frank ona öyle bir hediye verir ki, işte artık tepesi atacaktır Danny’nin. Bu kadar şöhrete ve başarıya rağmen içimde bir boşluk var diyen gözleri artık o boşluğun ne olduğunu bilmektedir bu hediye sayesinde. Hediye ne midir? Yıllar önce dergiye çıkan röportajı okuyan John Lennon’ın kendisine yazdığı ama asla ona ulaşamamış bir mektup. “Ne olursa olsun kendi müziğinden vazgeçme, bunu konuşalım istersen, bu konuda ne düşünüyorsun Collins?” samimiyetinde yazılmış bir mektup, altında telefon numarası olan bir mektup! John Lennon’dan bir mektup!

Tası tarağı topladığı gibi yıllardır görüşmediği oğlunun yaşadığı eve en yakın Hilton’a yerleşir. Piyanosunu da taşıtır odasına. Kendi müziğini yapacak, kendi sesini duyacaktır artık, turneleri de iptal eder. Hayatını şımarık bir rock yıldızı olarak harcamış ve kendi iç sesini hep bastırmış biri olarak, acaba o gün o mektubu okusaydım hayatım nasıl olacaktı diyerek bir muhasebeye girişen Danny Collins, usta oyuncu Al Pacino tarafından olağanüstü şekilde canlandırılmış.

Hikayedeki melankoliye rağmen senaryodaki dilin mizahi gücü filmin temposunu da sürekli ayakta tutmakta yardımcı olmuş. Bazı filmleri “çok fazla şey anlatmaya çalışmış” diye eleştiririz, burada da aslında Danny Collins’in bahsettiğimiz hayat muhasebesinin içinde oğlu, gelini ve torunuyla ilgili bölümler epey uzatılmış, adeta bir küçük film de oradan çıkarmışçasına, fakat bu yine de filme olumsuz yansımamış. Filmin dokusuna eşlik eden dokuz Beatles şarkısı da tadından yenmez kılmış açıkçası bu yapımı.

Steve Tilston adlı bir müzisyene John Lennon gerçekten de böyle bir mektup yazmış ve bu mektup gerçekten de zamanında eline ulaşmamış Tilston’ın. Bundan sonrası ise yönetmen/senarist Dan Fogelman‘ın “what if” fikriyle gelişmiş. 2013 Cannes’da izlediğim Michael Douglas ve Matt Damon’un başrollerde olduğu Behind The Candelabra adlı film geldi aklıma, Liberace isimli, Amerika’nın Zeki Müren’i diyebileceğimiz gerçek bir karakterin yaşlılığını büyük bir başarıyla canlandırmıştı usta aktör Michael Douglas. Orada da şöhret budalalığı, mutsuzluk, uyuşturucu bağımlılığı vardı, içindeki boşluğu hırslarıyla doldurmaya çalışan bir müzisyendi konu. Yine son zamanlarda izlediğimiz Olmak İstediğim Yer de Sean Penn’in müthiş performansıyla bir müzisyenin yaşlılığında yaşadıklarını gözler önüne seriyordu. Haberdar olmadığımız küçük detaylardan yola çıkan gerçek hayat hikayeleri, müzik ve sinema, usta oyuncularla da birleşince gerçekten de ortaya olağanüstü işler çıkıyor. Haftanın kaçırılmaması gereken filmlerinden Danny Collins.