Alvin ve Sincaplar: Eğlence Adası

1983-1990 yılları arasında bir televizyon çizgi dizisi olarak hayat bulmuş olan Alvin ve Sincaplar (Alvin and the Chipmunks), aslen daha da eskilerden uyarlanmış bir iş. 61-62 yılları arasında The Alvin Show isimli bir tv çizgi dizisi var ve bu dizinin içinde şarkı söyleyen üç sincap var, bunlar da Alvin ve Chipmunks olarak isimlendiriliyor. Hatta bu altmışlı yıllarda yaratılmış sincapları merak ediyorsanız, size bir site de önerebilirim, burayı tıklayın.

87 yılında ise dizi ilk kez sinema filmi haline getirilip salonlarda yerini alıyor. 93-2001 arasında ise çizgi dizinin farklı versiyonları televizyonda boy göstermeye devam ediyor. Anlaşılan bu sincaplar birileri tarafından çok ciddiye alınmış, çok sevilmiş, pek tutmuş, yapım şirketleri tarafından da deyim yerindeyse yağlı kapı olarak görülmüş olacak ki 60’lı yıllardan günümüze hala bir Alvin sincaplarıdır gidiyor, farkında mısınız? 2007’de Tim Hill yönetmenliğinde beyazperdeye aktarılan Alvin ve Sincaplar (Alvin and the Chipmunks)’ın üçüncüsü Mike Mitchell yönetmenliğinde vizyonda. İlk film, CGI teknolojisinin başarıyla kullanıldığı, bu sayede sincaplar dışında çizgi karakter bulunmamasına rağmen sincapların bulundukları mekanların arka planına süper uyum sağladıkları, değişik bir film olmuştu. Üstelik hedef kitle çocuklardan ziyade, seksenlerde bu hikayenin başlangıcı olan çizgi dizileri izlemiş şimdinin büyükleriydi. Öyle ya, film Türkçe dublajlı bile girmemişti vizyona, kitle belliydi. Yönetmenin başarılı kurgusu, animasyon karakterler olan sincapları elle tutulur oyuncularmış gibi yapmayı başarmıştı. 2009’daki devam filmi ise, gerek amaçsız ve sonuçsuz kalan hikayelerden oluşan basit senaryosu, gerekse Türkçe dublajlı vizyona girmesi ile daha az özenilmiş, görsel başarısının rahatlığına yaslanılmış ve artık sadece küçük çocukları hedef almış bir hale dönüştürmüştü bu sincap meselesini. 2011 sonlarına geldiğimizde ise sincaplarda son durum içler acısı!

“CGI teknolojisi ve animasyon karakterlerin adeta gerçekmiş gibi görünmelerinin başarısı” diye söze devam edersem, kendimi tekrarlamış olacağım ve fakat üçüncü filmle ilgili söylenebilecek olumlu tek yön bu olabilir – ki bu da ilk filmden beri zaten elde varolan bir güç… Günümüzde ise o kadar zeki ve eğlenceli animasyon filmler izliyoruz ki… Hedef kitle bazen “herkese göre” diyebileceğimiz bir noktada duruyor, çünkü hem biz içimizdeki çocukları öldürmedik, hem de bugünün çocukları çok zeki, beklentileri çok yüksek. Açıkçası biri Alvin ve Sincaplar: Eğlence Adası (Alvin and the Chipmunks : Chip-Wrecked) için bana “Evet, ama hedef kitlemiz 10 yaşındaki çocuklar” dese, bunu 10 yaş çocuklarına hakaret olarak algılarım. Maalesef teknoloji geliştikçe zevkler de gelişti, zeka da gelişti, espri anlayışları da aynı oranda gelişti, dolayısıyla CGI’nın ya da her hangi bir teknolojik gelişimin nimetlerinden faydalanmak, içi boş ve zevksiz bir senaryoyu hiçbir zaman kurtarmayacaktır!

Nasıl ve neden konuşabildikleri hiçbir zaman açıklanmamış olan, koskoca adamların kadınların başarılarını ve sevimliliklerini bir tehdit olarak algılayabildikleri “sevimli” sincaplarımız, bu kez tatil için sahipleri Dave (Jason Lee) ile birlikte lüks bir yolculuk gemisine binerler. Her zamanki gibi şımarıklıklarıyla başlarını belaya sokarlar ve kendilerini ıssız bir adada bulurlar. Ada sahnelerinde Lost dizisine ve Yeni Hayat (Cast Away) filmine yapılan göndermeler bir saniyeliğine gülümsemenize yol açsa da, devamında gelen bayat espriler ve sıkıcı sahneler tadınızı kaçırmaya yetiyor.

“Ama benim çocuğum bu sincapları seviyor, eğlenceli buluyor” diyorsanız, ya açın internetten fragmanlarını falan gösterin ya da piyasada bulabileceğiniz ürünlerini alıp, “görsel” anlamda eğlendirin çocuğunuzu; ama gerçekten inanın bu üçüncü film ne sizin bir zamanlar televizyonda izlediğiniz diziler tadında olacak ne de çocuğunuz sincapları neşeli bulduğu için ona eğlenceli gelecek… Eğitici açıdan verdiği bir mesaj olsa, sırf o amaçla çocukların bu yapımı görmelerini isteyabilirdim ama bu filmde olsa olsa şöyle bir mesaj vardı: Aileler, çocuklarınıza hep çocukmuşlar gibi davranmayın yoksa sorumluluklarını ele alamazlar. Çocuklar, bazen rolleri değişin ve sorumluluk sahibiymiş gibi davranın. Ama günün sonunda ailenize baş belası olma potansiyelinize derhal geri dönün ve asla sorumluluğu üzerinizde bırakmayın, yoksa çok sıkıcı olursunuz!

Hugo Cabret


Bazı filmlere sadece filmin kendisi üzerinden bakılabiliyor, bazılarınınsa öyle yönetmenleri oluyor ki, gel de filmi önce bir yönetmen sineması üzerinden değerlendirme! İşte bu kez karşımızda Martin Scorsese. Bu ismi şahsen ben ilk kez kült film Taksi Şoförü (Taxi Driver) ile duymuştum. Ne film ama! Paul Schrader’in müthiş senaryosu, Scorsese’nin ellerinde bir başyapıta dönüşmüş, 11 dalda Oscar’a aday olan, Cannes’dan Altın Palmiye alan bir film haline gelmişti zamanında. Daha sonra 90’larda çektiği Sıkı Dostlar (Goodfellas), Korku Burnu (Cape Fear), Casino, Yaşamın Kıyısında (Bringing out the Dead), ve son yıllarda çektiği Köstebek (The Departed) ile Zindan Adası (Shutter Island) gibi filmlerle takip edebildim kendisini. Scorsese dendiğinde ise genelde aklıma New York’ta çekilmiş, derli toplu anlatımı olan, suç, adalet filmleri gelmekteydi. Shutter Island ise müthiş gerilimiyle bizlere bambaşka bir Scorsese göstermişti, film bir roman uyarlaması olarak da oldukça başarılıydı.
Scorsese, 2011 yılında, son filmiyle karşımızda: Hugo. Bu kez de Brian Selznick’in “The Invention of Hugo Cabret” adlı ödüllü çocuk romanından uyarlanmış olan film, daha çok çocuklara hitap edermiş gibi görünen 3D bir macera filmi. “Gibi görünen” dememin sebeplerini yazının devamında açıklayacağım.
Bizi bir kez daha şaşırtan Scorsese’nin 3D bir film çekeceği haberi ilk geldiğinde bu konudaki yorumlar genelde olumsuz anlamda, “sen de mi brütüs” şeklinde tezahür etmişti. Zira 3D, teknolojinin getirdiği güzel bir yenilik olmakla birlikte izleyicinin hala çok fazla alışabildiği bir olgu değil. Üstelik maalesef 3D teknolojisine uyum sağlamak adına çok gereksiz yapımlar çıktı son zamanlarda ortaya. Sırf efekt adına, izleyiciyi 3D’nin nimetleriyle etkilemek adına, hikayesi olmayan, içi boş, bilgisayar oyunu gibi filmler izlemek, bizleri 3D’den soğuttu. Hugo ise bu konuda iyi ki 3D olmuş dedirtebilen, nadir yapımlardan olmuş.
Ama önce biraz Selznick’ten de bahsetmek gerekir zira bu büyülü öykü onun başının altından çıktı! Gaby Wood tarafından yazılan Edison’s Eve adlı kitabın bir bölümünde sinemanın gelişiminde öncülük etmiş olan Melies’in automaton* koleksiyonundan bahsedilmektedir. Automatonlarını bağışladığı müze, yönetmenin ölümünden sonra onları değersiz zanneder ve atar, bu hikaye Brian Selznick’in çok ilgisini çeker ve bundan etkilenerek The Invention of Hugo Cabret kitabını yazar. Zaten bence bu projenin gerçekleşmesine sebep olan bu gerçek yaşanmışlıklar bile yeterince büyülü, içiçe geçmiş masalsı şeyler…
Hugo’nun büyülü hikayesi ise şöyle, 1930’larda Paris’te saat tamircisi babasıyla birlikte yaşayan ve saat tamirini babasından küçük yaşında öğrenen Hugo, babasının ölümüyle yapayalnız kalır. Hugo’dan babasına kalan tek hatıra, ölmeden önce bir müzenin çöplüğünden bulduğu ve tamir etmek için çaba sarfettiği automaton’dur. Sarhoş amcası ona tren istasyonundaki büyük saati ayarlamayı öğretir ve sonra kayıplara karışır. Artık Hugo o kocaman saatin içinde yaşamaktadır. Öksüz ve yetim olarak tek başına yaşadığı öğrenilirse yetimhaneye kapatılacaktır, oysa ki onun bu hayatta bir görevi vardır: Automaton’u tamir etmek! Bu yüzden tüm gün saklanarak yaşar, oradan buradan çörek aşırarak yaşamaya çalışır. Hugo, bir fare gibi tüm gün istasyonun duvarlarının aralarında, yeraltında, tünellerde, merdiven boşluklarında gezmekte, istasyonda ne olup bitiyorsa buradan gizlice seyretmektedir. Bir yandan automaton’unu tamir edebilmek için bir oyuncakçı dükkanından vida, pense gibi aletler aşırmaktadır. Bir gün dükkanın sahibi onu yakalar ve elinde ne var ne yok alır, bu gizemli kişi aslında kimdir, Hugo’nın autumaton’uyla ne gibi bir ilgisi vardır… İşte gizem tam da burada başlıyor. Ama daha fazla ipucu vermek istemem.
Bu filmin en önemli özelliklerinden biri dokusu aslında. Neredeyse tüm hikaye bir tren istasyonunda geçiyor ve buradaki detaylar, oyuncakçı dükkanının içindeki eşyalar, Hugo’nun yaşadığı saatin içindeki labirentimsi köşeler, merdivenler, kapakçıklar, hepsi ama hepsi o kadar büyülü görünüyorlar ki, şu an yazarken bile bazen aklım bana oyun ediyor ve “animasyon muydu yoksa?” diye düşünmeden edemiyorum. Sanki bunca eşyayı, detayı, rengarenk cümbüşü gerçekle değil de anca çizgiyle gösterebilirmişiz gibi geliyor. İşte Scorsese’nin yönetmenlik başarısı ve 3D kullanımındaki doğru yaklaşımı da burada karşımıza çıkıyor: Hugo’yu 3D izlemek, çocukken hepimizin severek okuduğu o kabartma resimli öykü kitaplarının içine dalmak gibi bir şey! “Işık Şehri” olarak tanımlanan Paris’teki bu çekimlerde Scorsese gerçekten de ışığı öyle bir kullanmış ki, en karanlık sahnelerde bile seyirci olarak şaşı bak şaşır yapmamıza gerek kalmıyor. Paris, tüm ışıltısıyla ve tüm gizemli dokusuyla karşımızda!
Gelelim bu filmin bir çocuk filmi olup olmadığına. Bir çocuk hikayesini beyazperdeye taşıdı Scorsese, elbette çocuklara hitap ediyor, hem de her şekilde! Cinsellik, şiddet, küfür gibi öğeler de yok filmde, bu bakımdan da aileler rahatlıkla çocuklarını bu filme götürebilir. Fakat bu film, bir yerinden sonra değişik bir ters köşe yapıyor. Öyle ki, filmin eleştirilebilecek tek yanı da bu olabilir belki. Hugo Cabret üzerinden başlayan macera, bir noktadan sonra başrol oyuncumuzu ve konuyu tamamen bir yerde bırakarak, bambaşka bir konuya, hem de çok önemli ve derin bir konuya giriyor: Sinemanın icadı ve gelişmesi! Evet, baş kahramanımız birdenbire Georges Méliès oluveriyor ve özellikle sinemayla teknik olarak da yakından ilgilenenlerin keyiflerine keyif katacakları sahneler izlemeye başlıyoruz.1896-1910 yılları arasında yüzlerce film üreten Méliés’in zamanına yolculuk yapıyoruz ve adeta bir belgeselin içinde buluyoruz kendimizi, keyifli bir belgesel ama bu. Herşeyi unutup, sinemaya odaklanıyoruz, Lumiere Kardeşler, o zamanın imkansızlıkları, o imkansızlıklar içinde yapılmış şaşırtıcı derecede yaratıcı işler, ne Hugo kalıyor geriye, ne Automaton, tüm amaç Méliés’e ulaşmakmış belli ki…. Sonra tabii toparlanıyor film, kaldığı yerden az da olsa devam ediyor ve son buluyor gözlerimizde iki damla yaş ile… Evet, gerçekten etkiliyor bu film beni, bizi, ama sinemanın icadı ile ilgilenmeyen bir yetişkin veya herhangi bir çocuk bizim kadar etkilenir mi, soru işareti. Ben şöyle düşündüm gene de, bizim kadar gelişmiş bir bilinç ve bilgiyle izleyemese de, bir çocuk bu filmi izlerken gördüğü renklerden, hayalgücünden, dekordan, müziklerden hoşlanacaktır, biz ise çocukların sinema perdesinde görerek etkilendikleri o hayallerin aslında gerçekten yaşandığını bilen ve nedensiz bir gurur yaşayan yaşlı çocuklar olarak çıkacağız salonlardan… Düşündüm de, bence bunda hiçbir sakınca yok.

*Automaton: mekanik oyuncak, robot anlamında kullanılan latin kökenli bir sözcük.

İkili Oyun

Sanıyorum uzun süredir ya son teknoloji filmler izlemişim, ya da derin mi derin Avrupa filmleri… Bu yüzden olsa gerek, İkili Oyun (The Double), başladığı anda, “amma eski tip klasik polisiye film tadı verdi” deyiverdim hemen. Bu hissim de uzun süre geçmedi açıkçası. Daha sonra şunu da farkettim, aslında özlemişim böyle FBI, CIA koşturmalarını, toplantılarını, delilleri, telefon konuşmalarını, ajanları, araba kovalamacalarını… Bildik sularda yüzer gibi rahat rahat izledim bu filmi. Richard Gere, Topher Grace, Martin Sheen gibi isimler de izlenebilir kıldı aslına bakarsanız.
Çok hızlı bir özet oldu belki filmle ilgili düşüncelerim üzerinden. Filmin konusuna bakarsak, kısaca şöyle: Amerikalı senatör boynunda bir kesikle ölü bulunmuştur, emekli bir CIA uzmanı olan Paul (Richard Gere) ise zamanında seri katil olarak aranan “Cassius” isimli bir katili elinden kaçırmıştır, senatörün ölüm şekli nedeniyle 20 yıl sonra dahi olsa Cassius’tan şüphelenilince, yetkililer Paul’u genç bir FBI ajanı olan Ben ile (Topher Grace) biraraya getirir ve Cassius’u yakalamak üzere görevlendirir. Paul ise Cassius’un öldüğünü düşünmektedir. Bu konudaki gizemli davranışları, genç FBI ajanı Ben’in dikkatini çeker.
Wanted, 3:10 to Yuma, Daha Hızlı Daha Öfkeli (2 Fast 2 Furious) gibi aksiyon filmlerinin senaristi Michael Brandt’in ilk yönetmenlik denemesi olan The Double/İkili Oyun, yıllardır beyazperdede izlemeye çok aşina olduğumuz ve fanatiği bile olsak artık sıkıldığımız türde bir polisiye macera sunuyor bize. Filmde izleyiciyi ters köşeye yatıran iki farklı konu var fakat biri çok erken açıklanıyor. İkinci ters köşe ise filmin son dakikalarına kaldığı için aslında son anda izleyiciyi etkilemeyi başaracak türden… Fakat sanki böyle bir filmde birden fazla oyun, yorucu olmuş.
Ödüllü müzisyen John Debney, filmin aksiyonuna kattığı müziklerle iyi iş çıkartıyor. Brandt’in yönetmenlik deneyiminde tek hoşuma giden nokta ise, Gere’in canlandırdığı Paul karakterinin “çift karakterli” diyebileceğimiz psikolojik yapısını aktarırken slow motion’larla ve müziği kullanımıyla yarattığı inandırıcılık oldu. Fakat filmin belirsizlik ve aldatmaca üzerine kurulu teması, daha sağlam görsel dokularla daha başarılı bir şekilde aktarılabilir, izleyiciyi çok daha fazla etkileyebilir, vurabilirdi diye düşünüyorum.
62 yaşındaki Richard Gere’in yakışıklılığı, yaşına göre fit vücudu ve kovalamaca sahnelerindeki atik yapısı ise filmi en çekici kılan, basit ama gerçek detaylardan biri. Alışılmışın dışına çıkmayan bir polisiye izlemek istiyorsanız, çok da vakit kaybı sayılmaz.

Bendeyar

Bendeyar adlı filmin gösterime gireceğini duyduğumda internette biraz araştırma yaptım. Turizm, tiyatro, radyoculuk gibi alanlarda faaliyet gösteren bir “Gözyaşı Yapım” çıktı karşıma, filmin fikir babası, senaristi, oyuncusu ve yapımcısı Haşim Akten’in de bazı görüşleriyle karşılaştım, mesela resmi sitelerinde, bu filmin “müslümanlara zulmeden emperyalistlere dur cevabı” olduğunu yazmış. Filme ait bir basın gösterimi olmadı, olduysa da biz çağırılmadık (bazı röportajlarda bir basın galasından söz edilmiş çünkü), bu yüzden vizyonda izledikten sonra görüşlerimi sizlerle paylaşabiliyorum.
Herşeyden önce filmle ilgili araştırmalarımın devamında okuduğum birçok röportajda, bunun “İslami bir film” olduğunun altını birebir filmin yapımcısı çizmiş. Halbuki bir filme İslami film demek, birçok kesimin, özellikle de Müslüman kesimin hoşuna gitmeyen bir tanımlama. Bu açıdan da iyice merakla izlediğim, duruşunu merak ettiğim bir film oldu Bendeyar. “Bendeyar”, Farsça’da Allah’a kul olan anlamına geliyormuş bu arada. Filmin bir diğer farklı yanı ise yönetmeninin Joel Leang isimli 30 yaşlarında Amerikalı bir genç olması. Bir süredir Türkiye’de yaşayan, daha çok müzik klipleri çekmekle uğraşan bir genç Leang. Kendisiyle yapılan röportajlarda, “ben de anti emperyalistim, bu yüzden senaryo bana yakın geldi”, diyor.
İlk haftasında 126 salonda vizyon şansı bulan filme yönetmenin katmış olabilecekleri açısından, estetik ve sinematografik açılardan yaklaştığımızda, büyük eksikler görüyoruz. Filmin yapımcısı, demeçlerinde estetik kaygı taşıdıklarını ve buna az para harcamadıklarını belirtse de maalesef gerek ses, gerek ışık, gerekse kurgusal açıdan pek çok eksiği ve hatası var filmin. Sanki acele edilmiş. Hele bazı kareler birbirine yapıştırılmış gibi adeta, geçişler sorunlu, kamera açısı her değiştiğinde ses boğuklaşıyor, renk ve doku değişiyor. Filmin fikir babası Haşim Akten’e ait olan senaryoda da maalesef kopukluklar söz konusu. Bir ilk film olarak göz ardı edilebilecek kusurlar olarak bakmak istesek de, filmi takipte zorlanmalar yaratan bu eksikler keşke olmasaydı demeden geçemiyoruz.
Filmin kurgu ve senaryosundaki en büyük sorun aslında hikayenin başından itibaren akış sürecinde göze çarpıyor. Devlet için çalışan bir ajan olan Afşin Amerikalıların hoşuna gitmeyen bilgilere ulaştığı için kendisine tuzak kurulmuştur ve hapise girmiştir, eşi ise Afşin’den kalan bir disketin içindeki belgeleri incelerken Pentagon’un bilgisayarlarına ve bazı gizli bilgilere ulaşmıştır, bunu anlayan Amerikalılar ise Afşin’in eşinin peşine düşerler. Bu arada Afşin’i hapishanede ziyaret eden Amerikalılar, telepati yöntemiyle eşine ulaşabileceklerini göstermişlerdir Afşin’e. Afşin ise hapishanede aynı koğuşu paylaştığı Akçakoca isimli bir hocanın, sadece iyiliğe kullandığı telepati kabiliyeti sayesinde eşini kurtarmaya çalışır ama başaramaz, Amerikalılar erken davranır.
Filmin tümüne yayılabilecek bu konu, filmin ilk yarısının da yarısında hızlıca tüketilmiş. Bu kısımda yadırgadığımız bir başka durum, bilgisayarlara erişme sahnelerinde ve telepati sahnelerinde uygulanan bazı görsel efektler, adeta Matrix filmindeymişizcesine yer verilmiş bazı dijital ve bilim-kurgusal görüntüler, perdede akan yeşil rakamlar, semboller, figürler… Filmin genel rengine, dokusuna, bozuk ışığına, amatör ruhuna uymamış bunlar, adeta komik olmuş. Daha sonra ise film, “yıllar sonra…” diyerek intikam hırsına bürümüş Afşin’in hapisten çıktıktan sonraki davranışlarını, onu eğiten ve ona da telepati gücünü öğreten hocayla birlikte yaptıklarını ve sabrı öğrenişini anlatırken, asıl konuyu olabildiğince hafifletip dini dokuyu aşırı derecede öne çıkarmaya başlıyor. Dakikalar, dakikalar, dakikalar süren namaz sahneleri, fonda sürekli ilahi sesleri, hem Afşin’in hocası Akçakoca’nın, hem de camideki imamın bir süre sonra aşırı göze batan mesaj kaygılı cümleleri, neredeyse filmin başında içine girdiğimiz hikayesini bir süreliğine unutturup, “konusu Müslümanlık olan bir film izliyoruz”dan başka bir şey düşündürtmemeye başlıyor. Hele ki Amerikan ajanlarla olan konuşmalardaki aşırı mesaj kaygılı ifadeler, filmin amacını iyice ele veriyor. Filmin yapımcısının ve oyuncularının söyleşilerde “filmin amacı” olarak ifade ettikleri şeyler var zaten, şöyle diyorlar: “Çağın emperyalistlerinin güçleri karşısında aciz hisseden Müslümanlara imanın gücün hatırlatmak, dış dünyaya da İslam’ın terör dini değil sevgi dili olduğunu göstermek…”
Bir filmin içinde din öğelerinin yer alması bana göre problem değildir, sinema hayatla ilgiliyse, inançlar da yaşamımızın bir parçası ise, bu çok doğaldır, bu bağlamda en ufak bir önyargı ile izlemedim bu filmi, fakat basında okuduklarım olsun, izlediğim film olsun, Bendeyar bana şu hissi verdi: amaç önce sinema yapmak ve sinemada bir hikayeyi anlatırken dini öğelere de yer vermek değil, Haşim Akten’in din ve politika konularındaki düşüncelerini geniş bir kitleye bir mesaj olarak verebilmek için sinema yolunu seçmiş olması, yani tersten gidilmiş sanki. Filmin başrol oyuncusu Ümit Olcay, “bu filmin amacı propaganda mı diye düşündüm ama yönetmenimiz Amerikalı, iddialı inançlar taşıyan bir Müslüman yönetseydi oynamazdım” demiş bir röportajında, ama bence bir şeyi atlamış. Bu bir yönetmen sineması değil, belli ki bu projeyi en azından sinemasal anlamda derli toplu çekecek, az da olsa deneyimli bir yönetmene ihtiyaç vardı ve Joel Leang ile anlaşıldı, o da bir yönetmenin teknik anlamda bir filme katabileceği en yalın şeyi kattı, varolan senaryoyu, fikri, projeyi diyelim, en kaba tabiriyle “yönetti”. Yani bu film aslında yapımcı, senarist ve oyuncu Haşim Akten projesi olarak anılması gerektiğini düşündüğüm, “iddialı” bir film. Meraklısına…

Paris’te Gece Yarısı

Sinema TV yüksek lisansı yaparken, kulakları çınlasın değerli hocam Tül Akbal Süalp’ten “Görsel Kültür “dersi almıştık ve kendisi bize “Cafe Terrace at Night” adlı Van Gogh çalışmasını verip, neler gördüğümüzle ilgili bir ödev istemişti. Örneğin sanatçının geceyi çizdiğini ama hiç siyah kullanmadığını konuşmuştuk, daha pek çok şey konuştuk bu resim üzerine elbette ama aklımda kalanlar bunlar.
O zamanlar henüz Paris’i gözleriyle görmemiş biriydim, cafeler, dar sokaklar, Arnavut kaldırımları ve gece her zaman ilgimi çeken detaylar olduğundan, çok sevmiştim bu resmi ve hatta, benim en sevdiğim ressam Vincent Van Gogh diyip çıkmıştım işin içinden. Henüz Monet’i ve daha bir çok empresyonist ressamı tanımıyordum. Daha sonra hem gezi için hem de iş için defalarca Paris’i gezme şansına sahip oldum. Monet’nin doğduğu, Van Gogh’un resmettiği, cafeleriyle, ışıklarıyla, tarihi dokusu ve romantik yağmurlarıyla ünlü şehri tanıdım ve onlar kadar hayran kaldım. Geçmiş zamanlarda yaşamış ve Paris’te doğmuş olmayı hayal ettim, bir Parizyen gibi giyinip, Paris’te bir cafe’de oturup kitap okuyarak kendi kendime havalara girdim ve bunun gibi şeyler…
Film kritiği mi yazıyorum yoksa anılarımı mı? Böyle kişisel bir başlangıcın bir sebebi vardı: Beyazperde için basın olarak Cannes’da görevli olduğum ve Fransa’nın Paris dışındaki bir şehrini ilk kez hem de festivalin içinden keşfettiğim bu ilk günde, izlediğim ilk filmin, festivalin açılış filmi olan Paris’te Gece Yarısı (Midnight in Paris) olması, hoş bir tesadüftü. Zekası ve nükteli yaklaşımlarıyla ünlü yönetmen Woody Allen imzalı bu hoş, tatlı, keyifli film, turistik bir belgesel edasıyla Paris görüntüleriyle açılıyor. Gerçekten de klişe diyebileceğimiz Paris görüntüleri bunlar: Champs Elysees, Eyfel, Louvre, Notre Dame, Zafer Anıtı. Bu turistik bölgelerin, en ışıl ışıl, en çekici ve en klişe halleri. Üstelik uzun da sürüyor. Ve sonra Amerikalı bir çiftle karşılaşıyoruz, nişanlı çift Paris’teler, kız tarafının anne ve babasıyla beraber.
Zaten Paris’te olma sebepleri aslında Inez (Rachel McAdams)’in babasının işleri. Ama bir kitap yazmak üzerine çalışmakta olan Gil (Owen Wilson) orada olmaktan dolayı çok mutlu, bunu defalarca belirtiyor nişanlısına…Bir kitap yazmak üzerine çalışmakta olan Gil, Paris’e yerleşmeyi bile isteyecek kadar hayran aslında bu şehre, ama Inez de ailesi de hiç oralı olmuyorlar. Zaten sağ görüşlü oldukları her konuşmalarından belli olan bu lüks düşkünü, “şaşalı” ailenin Paris’te yapmak istedikleri ile kahramanımız Gil’in yapmak istedikleri birbirine hiç uymuyor. Hele ki ukalalıkta kimsenin yarışamayacağı Paul (Michael Sheen) ve karısı da çiftin Paris gezilerine dahil olunca, Gil kendini tamamen yapayalnız hissediyor ve herkesten uzaklaşarak Paris’te tek başına dolaşmaya başlıyor. Nişanlısıyla hayata farklı gözlerden bakmaktalar. Gil, geçmişi seven, hatta neredeyse geçmişle yaşayan, geçmişte yaşamış yazarlar, ressamlar ve türlü sanatçılara hayran olan bir yazar adayı. Nişanlısı, ailesi, hatta arkadaşları Paul ise “nostalji, zamanın reddidir” diye düşünüyorlar. Gil tam bu farkları düşünür ve kendi kendine Paris sokaklarında gezerken eski mi eski bir araba önünde duruyor ve içindeki kişiler(?) onu arabaya davet ediyorlar.
Gil bu arabaya bindikten sonra başka bir döneme gidiyor ve hayranı olduğu tüm o sanatçılarla birarada olma fırsatını yakalıyor. Daha fazla anlatmak istemiyorum çünkü filmin en keyifli yerleri bu noktadan sonra başlıyor. Hele ki sanatla ve 1920’li yılların Paris’teki sanat hareketleriyle ilgiliyseniz, Gill’in yaptığı zaman yolculuğu sizi çok mutlu edecek, hatta Gill’in yerinde olmak isteyeceksiniz.
Woody Allen’ın alter egosu olduğunu tahmin edebileceğimiz Gil, Paris’in sokaklarını, sanatsever herkesin hayal edebileceği şekilde deneyimliyor. Film ülkemizde vizyona biraz geç girse de nostaljik kokusuyla, Woody Allen’ın Monet mavisine boyadığı Paris sokaklarında gezerek bizzat kendiniz deneyimlemek için geç kalmış sayılmasınız.
Paris’te Gece Yarısı için Woody Allen’ın şehirleri anlattığı filmlerinden biri daha diyebilirsiniz, Maç Sayısı (Match Point) ile Londra, Barselona, Barselona (Vicky Cristina Barcelona) ile Barselona, What’s New Pussycat (senaryo) ile yine Paris. Fakat şu çok açık ki yönetmenin başarısı klişeyi bu denli yerinde ve başarılı bir şekilde hikayelendirebilmesi ve sıkmadan keyifle izletebilmesinde yatıyor.

Bir Zamanlar Anadolu’da


Bu sene Mayıs ayında 64. Cannes Film Festivali’ne katılma fırsatı bulmuştum. Altın Palmiye için yarışan filmlerden birçoğunu izledim, bunlardan biri de Nuri Bilge Ceylan imzalı Bir Zamanlar Anadolu’da idi. Filmi basın gösteriminde ve galasında izleme fırsatı buldum, evet iki saat kırk dakikalık NBC filmini tam iki kez izledim. Cannes’dan Jüri Büyük Ödülü kazanarak dönen film Türkiye galası ile Adana Altın Koza’da izleyiciyle buluşuyor ve akabinde Eylül 22’de Türkiye genelinde vizyona giriyor. Filmden bahsetmek için ise Nuri Bilge Ceylan sinemasından başlamak gerek söze.

90’lı yılların başında çektiği kısa filmi Koza, Cannes Film Festivali’nde gösterim hakkı kazanmış olan Nuri Bilge Ceylan, baştan şanslı, başarılı ve farklı bir yönetmen. Daha sonraki uzun metrajları Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak ve İklimler de yurtiçi yurtdışı ödüller almış filmler oldu hep. Nuri Bilge Ceylan, yurtdışında gururumuz bir isim oldu, ama Türkiye’de “popüler” bir isim olmadı. Sokaktan çevireceğiniz genel geçer bir sinema izleyicisi, Nuri Bilge Ceylan’ın sadece ismini duymuş durumdaydı, herhangi bir filmini izlemiş veya bir röportajını televizyonda/dergide görmüş değildi. Filmlerinden bazılarını izlemiş genel geçer bir sinema izleyicisi ise izlediği filmi “anlaması, içine girmesi zor, ağır, sanatsal, farklı, alışılmadık, hatta sıkıcı” gibi terimlerle tanımlarlardı. Çünkü Nuri Bilge Ceylan farklı bir yönetmendir. Diyalogsuz, efektsiz, uzun sekanslı, minimal filmler çeker. Çanakkale Yenice doğumlu yönetmen, mühendislik ve sinema eğitimi almıştır fakat ilk profesyonelliği fotoğrafçılık üzerine oluşmuştur. Boğaziçi Üniversitesi ‘nde okurken katıldığı kulüp ile başladığı fotoğrafçılık yolculuğu, görsel sanatla olan ilgisinin başlangıcını oluşturur aslında. Seçmeli ders olarak aldığı sinema dersleri de ilgisini çekmeye başlar ve hayatta ne yapmak istediğini sorgulamaya başlar Ceylan. Fotoğrafçılık, reklamcılık ve sinema, ilgileri ve yavaş yavaş profesyonel meslek alanlarıdır artık onun. Ceylan, sondan bir önceki filmi Üç Maymun’a kadar, minimal anlatımlı filmlerinde hep arkadaşlarını, akrabalarını oynatmıştır, profesyonel oyuncular kullanmamıştır. Bunlar Taşra Üçlemesi olarak adlandırılan filmler olmuştur sonradan. Kendi yaşadığı toprakları, taşrayı, çok başarılı olduğu fotoğraf sanatını sinemasal bir büyüye dönüştürmeye çalışarak çekmektedir adeta. Senaryo açısından çok başarılı olmadığını kendi de itiraf eder o filmlerin. Ancak amacı kendi gözüyle dünyayı nasıl gördüğünü anlatmaktır adeta ve bunu öyle yalın, öyle gerçek, öyle duru bir şekilde, planlamadan, hesapsız kitapsız yapar ki, bu filmler evrensel hikayeler anlatan, dolayısıyla uluslararası anlamda başarılar kazanan filmler olur. Fakat yukarıda da değindiğimiz üzere, profesyonel oyuncular kullanmaması, senaryo konusunda çok iddialı olmaması, popülerlik amacı gütmemesi, Türkiye izleyicisiyle arasında belirli bir duvar örmüştür biraz da. Ne de olsa seyirci başı sonu belli, mesajları açık, oyuncu kadrosu ünlülerden oluşan filmler izlemeye daha alışıktır.

Üç Maymun ile bunu kırar Ceylan. Yanlış anlaşılmasın, asla popüler film yapma sevdasına girmez, kolaya kaçmaz, tarzından, hayata ve sinemaya bakış açısından ödün vermez. Ama sinema yapmanın izleyicilere de ulaşmak olması gerektiğini bilinçaltında dahi olsa çözer bana soracak olursanız. Ödün vermeden de sanatsal, derli toplu, belirli bir dert anlatan, başarılı filmler çekilebilir, ödül de alır, gişe de yapar, izleyiciye de akademisyenlere de jürilere de ulaşılabilir’in formülünü çözme yoluna girmiştir adeta. 61. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan ve Nuri Bilge Ceylan’a ‘En iyi yönetmen’ ödülünü kazandıran film, 81. Oscar’da Türkiye’nin yabancı film dalında aday adayı olup son 9 film arasında yer almayı başaran bir yapım olmuştur. Türkiye’de 15 hafta vizyonda kalan film 1.173.753,00 TL hasılat yapar (boxofficeturkiye.com). Yavuz Bingöl, Hatice Aslan gibi ünlü isimlere filminde yer veren Ceylan, senaryo anlamında da farklı bir yola giderek, gene taşrayı anlatsa da bu kez sadece fotografik kareler yerine içi dolu, elle tutulur, izleyicinin merakını canlı tutan bir hikaye anlatmıştır. Filmin senaryosunda eşi Ebru Ceylan ve Ercan Kesal’ın da imzalarını görürüz. Bu üçlü artık bir senaryo ekibi olmuştur zaten ve Cannes ödüllü Bir Zamanlar Anadolu’da filminin senaryo ekibi de aynı isimlerden oluşmaktadır.

Bir Zamanlar Anadolu’ya gelelim artık değil mi? Direkt olarak filmin konusuna ve eleştirisine girebilirdim ama bilinçli olarak bu girişi yapmak ihtiyacında hissettim kendimi çünkü bu film bir olgunluk aşaması, bu film başı olan bir hikayenin şimdilik son noktası. Bu kez de başrollerinde Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Muhammed Uzuner gibi profesyonel oyuncular olan Cannes ödüllü film, her şeyden önce söylemeliyim ki, kendi kulaklarımla şahid olduğum üzere yabancı basın tarafından “şaheser, başyapıt” sıfatlarıyla anılıyor. Tek eleştiri filmin süresi üzerineydi (157dk) fakat Nuri Bilge Ceylan ile Cannes’da röportaj yapabilme şansını da elde ettim ve bu konuda kendisi “nasıl ki bir roman 600 sayfa olabiliyorsa, ben de bilinçli bir şekilde hikayemi bu kadar uzun tutabilmek istedim, pişman olduğum, atmak istediğim tek bir kare bile yok” dedi.

Ben şöyle bir tablo görüyorum. Amacı sinema yoluyla şöhret olmak, ün ve para kazanmak olmayan, hayatı anlamaya çalışan ve anladıklarını da sanatsal bir görsellikle bizlere anlatmak isteyen Nuri Bilge Ceylan, çektiği ilk kısa filminden beri samimi ve kaliteli çalışmalarıyla dikkat çekerek belki kendisinin bile tahmin ve tercih etmediği bir üne kavuşuyor fakat sinemayı öğrenme çabasında film yapmaya devam ediyor ve artık bir olgunluk dönemine giriyor. Kendine ait olan izlerden asla kopmadan, herkese ulaşabilmenin yolunu buluyor adeta ve bu kıvam tam da yerinde oluyor. Gerçi kendisine sorduğunuzda o bunların hiçbirinin farkında olmadığını, hiçbir şeyi planlayarak yapmadığını, sadece aklındaki sinemayı yaptığını ve geriye dönüp, benim işlerim nereye gidiyor diye bakmadan, ileriye bakarak yaptığını söyler işini. ‘Değerlendirmek sizin göreviniz, benim değil’ diyor yönetmen sorulduğunda, haklı da. Bana sorarsanız bir gelişim görüyorum, ben gözlerimizin önünde, çıplak bir şekilde, hem de ödül ala ala kendini geliştiren bir sinemacı görüyorum, ben başarı, samimiyet ve tutku görüyorum.

Film, aslında gizemli bir polisiye. Bu kez bol bol diyalog var. Sekanslar gene uzun tutulmuş, yönetmen bir çok şeyi gene izleyiciye bırakmış. Film, bir doktor ile cinayet soruşturması yürüten bir savcının toplamda yarım gün süren gerilimli ve merak dolu hikayesini konu alıyor. Ercan Kesal’ı yaşadığı bir olaydan esinlenerek yazılmış bir senaryoya sahip. Merak ve gizem unsuru çok fazla olan film, uzunluğuna rağmen kendisini izlettiriyor. Oyunculukların başarısı, senaryonun derli toplu oluşu, yönetmenin o muhteşem görsel dünyasıyla birleşince ortaya güzel bir film çıkıyor. Nuri Bilge Ceylan, kendi sinemasının altını iyiden iyiye çiziyor, yerini sağlamlaştırıyor, sanki kendini artık bize daha iyi ifade edebiliyor. Sabırla izleyiniz.

Babamın Penguenleri

Bu hafta – en azından internette- uzun zamandır konuşulan ve beklenen bir aile komedisi var vizyonda: Babamın Penguenleri(Mr. Popper’s Penguins) Türkçe ismi oldukça zekice verilmiş olan Mr. Popper’s Penguins, aslında çok sevilen aynı adlı eski bir çocuk romanından uyarlanmış. Hayvan seven sevmeyen herkesin “sevimli” olarak değerlendireceği penguenler ve Jim Carrey olunca bir filmin içinde, zaten çocuk büyük herkesi sinema salonlarına toplayacak olumlu bir önyargısı var filmin.
Yönetmen koltuğunda, daha önce Spiderwick Günceleri (The Spiderwick Chronicles) ve Hayalet Sevgililerim (Ghosts of Girlfriends Past) gibi filmlerden tanıdığımız genç yönetmen Mark Waters var. Örnek olarak verdiğimiz Spiderwick Günceleri, sıradan bir çocuk filmi olarak geçiştirilemeyecek kadar donanımlı, derli toplu ve zengin bir filmdi. Hayalet Sevgililerim’e bakacak olursak o da, masalsı olmadan ve içinde ciddiyet barındırarak da hayali komedi hikayeleri anlatılabileceğinin kanıtı olabilecek kadar keyifli bir filmdi bana kalırsa. Yönetmenin diğer filmleri de oldukça başarılı oldu gişede.
Jim Carrey’e gelirsek, hakkında çok fazla şey söylenmesi gereken bir aktör. Kendisini bize Budala Dedektif (Ace Ventura: Pet Detective) ile tanıttı 94 yılında ve yüzü plastikmişçesine yaptığı mimikleri, kelimeleri ve vücudunu kullanırkenki değişik tarzı ve komedideki başarısıyla gönüllerimizde taht kurup budala dedektif tarzında birkaç filmle yerini sağlamlaştırdıktan sonra kendisinden asla beklenmeyecek psikolojik/gerilim/drama rollerinde olağanüstü performans gösterdi (Baş Belası (The Cable Guy), Truman Show, Aydaki Adam (Man On the Moon) vb) ve bir aktör olarak kendini çok farklı bir yere oturttu aslında. Beklentileri de artırmış oldu bir bakıma, artık onu hep komedinin de dramın da psikolojik gerilimlerin de en başarılılarında izlemek istiyoruz, yalan değil.
Çünkü Jim Carrey, öyle bir karakter ki, hiçbir filmde arka planda kalamaz. Yapamaz yani, elinden gelmez adeta. Carrey bana göre hiçbir şey yapmadan yerinde de dursa, kendini gösteren, önde olan, ışık saçan bir oyuncu. Dolayısıyla aslında bazı yönleriyle zayıf olacak bir filmi kurtarabilecek bir oyuncu.
Babamın Penguenleri ise, zaten onay almış bir romandan uyarlanmasıyla, Maymunlar Cehennemi: Başlangıç ‘taki maymunlarda da kullanılan CGI teknolojisi ile üretilmesiyle, sevimli bir çocuk/aile hikayesi olmasıyla, şansa ihtiyacı olan bir film değil pek. Böyle bir filmde başrol penguenlerde olmalı ve öyle de zaten. Bilgisayar efektleriyle mükemmelleştirilen bu sevimli penguenciklerin yaptıklarını izleyip eğleniyor, teknolojinin başarıyla uygulanmış olmasından dolayı da etkileniyorsunuz filmi izlerken. Konu çok fazla klişe maalesef ve hiç şaşırtıcı değil, neredeyse sıkıcılık derecesinde, tahmin ettiğiniz herşey oluyor, bir o kadar da gerçek hayatta olmayacak, saçma şeyler oluyor ve inandırmıyor, ama bir çocuk hikayesi olduğunu hatırlarsak, izletmiyor mu, izletiyor kendini film. Fakat bu filmde başrol erkek oyuncu kim olsa, olurmuş. Yani farketmezmiş. Jim Carrey, bu filme birkaç beden büyük gelmiş. Çünkü, dedim ya, o arka planda kalamıyor, bunu beceremiyor, büyük oynuyor, ilgiyi kendisine çekiyor, ama o zaman da bu filmde yetersiz kalan birşeyler oluyor, odak bozuluyor.
CGI teknolojisinin bu şirin penguenleri ne hale sokabildiğini görmek, çocuklu ailenizle klişe ve sıcak bir hikayenin içinde bulmak istiyorsanız kendinizi, buyurun salonlara, ama Jim Carrey ve Mark Waters isimleri beklentilerinizi arttırmasın sakın.

Her Yerde Aşk

İtalyan senarist, aktör ve yönetmen Giovanni Veronesi, kendisini önce iyi bir senarist olarak kabul ettirmiş daha sonra da çektiği üçlemenin ilk ikisiyle gişede iyi rakamlara ulaşmış biri. Üçlemenin üçüncüsü ise bu hafta ülkemizde vizyonda. İlk iki film ülkemizde vizyona girmedi, bizde filmlerin vizyona girmeleri, yurtdışında yaptıkları hasılatla ve filmin oyuncularıyla paralel gider, bu anlamda diğer iki filmin neden girmediği de merak konusu doğrusu.
Diğer iki filmde de yer yer rol alan isimlerden Monica Bellucci, Robert De Niro, Riccardo Scamarcio filmin dikkat çekici isimleri. Daha önceki iki filmin konularına baktığımızda, tipik aşk ilişkilerine örnekler sunan, oyunlu bir senaryo yapısıyla karşı karşıya kalıyoruz, nitekim üçüncü film Her Yerde Aşk (Manuale d’Amore3) da aynı yoldan devam ediyor. İlk iki film, aşkın hallerinden bahsetmek için dört ayrı hikaye anlatıyor. Üçüncü film ise üç hikaye anlatıyor, ilk hikayenin karakterlerinden biri ikinci hikayeye geçiş yapılmasına yardımcı oluyor, ikinci hikayenin karakteri ise üçe geçişi sağlıyor. Konularımız ise belli: Gençlikte aşk, orta yaşta aşk, ileri yaşta aşk.
Film, sinemaya her zaman şık kareler vermiş olan İtalya’nın muhtelif yerlerinde geçiyor. İlk hikayede Roberto evlenmek üzeredir ve nişanlısına aşıktır, iş gezisinde ise seksi bir kadın onu baştan çıkarır. Bu hikayedeki espriler, sıcak arkadaşlık ilişkilerinin tasvirleri, müzikler ve ortam, izleyiciyi havaya sokar nitelikte. Fakat hızlı başlayan hikaye aynı hızla ters dönüş yapıyor ve karışmış işler yoluna sokularak ikinci hikayeye geçiş yapılıveriyor.
40’lı yaşlarında olan Fabio, evli ve hayatından mutlu biridir, belirli bir düzen ve kalıplar içinde yaşayan, ciddi bir haber sunucusudur, manik depresif olduğunu bilmediği bir kadınla kendini hızlı bir ilişkinin içinde bulur, daha sonra tacizler başlar ve başı belaya girer. İkinci hikayede esprilerin dozu artıyor, bu kez işler yoluna girmeden üçüncü hikayeye geçiş yapıyoruz.
Ünlü aktör Robert de Niro’nun canlandırdığı Adrian, en yakın arkadaşının kızı Viola (Monica Belluci) ile hızlı bir şekilde aşk yaşamaya başlarlar. Ne Viola’nın babasının tepkisi ne de aralarındaki 15-20 yaşlık fark onları durdurmaya engeldir, bu aşk gelip geçici bir aşk değildir.
Filmde beni çok rahatsız eden bir durum vardı ki o da filmin başında ve aralarda karşımıza çıkan ve bir taksi şoförü şeklinde vücut bulan aşk meleği(cupid)! Ancak çok amatör bir öğrenci filminde başvurulsa kabul görebilecek bir şekilde, bu aşk meleği, filmin başında karşımıza çıkıp, “evet işte aşk böyledir şöyledir, şimdi aşkın oku kime gelecek bakalım” diyerek okunu fırlatır, ara ara ise filmdeki karakterlerden biri olup kameraya yani izleyiciye göz kırpar, filmin finalini de kendisi yapar. Yönetmenin böyle gereksiz bir detaya neden ihtiyaç duyduğunu anlayamadım. Farklı hikayeleri birbirine bağlamada zaten yeterince başarılı olmuş, bu didaktik sözümona meleğe ne gerek vardı allahaşkına? İşi tamamen amatörleştiren, işin doğallığını kaçıran, tatsız bir ayrıntı olmuş. Ama sıcak bir İtalyan aşk filmi izlemek, güzel ve yakışıklı oyuncularla göz banyosu yapmak, biraz da gülümsemek isteyen seyirci için hoş bir film olduğunu söyleyebiliriz.

Maymunlar Cehennemi: Başlangıç

Sinema tarihinin en iyi bilim kurgu filmlerinden biri olarak kabul edilen Maymunlar Cehennemi (Planet of the Apes), 1968 yılında Franklin J. Schaffner tarafından çekilmişti. Fransız yazar Pierre Boulle’nin 1963’te yazmış olduğu kitaba dayanarak çekilen film, o yıla göre marjinal kabul edilebilecek bir makyaj-effekt-kurgu-senaryo harikasıydı. 70’li yılların başında ise farklı yönetmenler tarafından altı adet devam filmi çekildi fakat hiçbiri ilki kadar ses getirmedi. 2001 yılında ünlü yönetmen Tim Burton, bir “remake” (yeniden çevrim) olarak çekti aynı senaryonun filmini, fakat “Tim Burton” isminden ve kültleşmiş bir yapımın yenisi olduğundan ekmek yediyse de, yapımların arasında en başarısızı olarak konuşuldu. Madem eski filmleri de anarak başladık söze, Maymunlar Cehennemi: Başlangıç (Rise of the Planet of the Apes)’ın göndermelerinin en çok dördüncü film olan Maymunlar Cehenneminde İsyan (Conquest of the Planet of the Apes) (1972)’a olduğunu da söyleyelim.
Fakat yönetmeninin bir yeniden çevrim olmadığının, orijinal bir yapım olduğunun altını çizdiği bir film Maymunlar Cehennemi: Başlangıç. Bildik bir hikayenin yeniden yapılandırılması diyebiliriz sanırım. Hikaye günümüzde geçiyor. Film, San Francisco’da genetik mühendislerinin zeka gelişmesi ve beyin üzerine olan deneyleri maymunlar üzerinde yapmaları sonucunda maymunların adeta insanlaşmaları ve bu yeni zeki ve duyarlı maymunların, düşmanlarını insan olarak belleyip onlara açtıkları savaşı konu ediyor kısaca. Kısaca dedim, çünkü filmin konu ettiği çok fazla şey var.
Her şeyden önce şunun da altını çizmekte fayda var, karanlık bir bilim kurgu ile karşı karşıyayız. Şiddet unsurları içeren sahnelere sahip bu yapım… Filmin aslında bazı bilim kurgularla ortak diyebileceğimiz bir başka konusu ise, kendine aşırı güveni yüzünden maksadını aşan işler yapan bir bilim adamının hatalarının ne gibi sonuçlara yol açabileceği üzerine… Çünkü başarılı bir bilim adamı olan ve aslında babasının Alzheimer hastalığına da çare aramakta olan Will’in aynı zamanda maymun Sezar’a karşı duyduğu babalık duygusuna yenilmesi, filmin temel noktalarından birini oluşturuyor. Filmi bilim kurgusal açıdan ya da “maymun-insan, dünyaya hakim olmak” gibi başlıklardan değil de sadece karakter yapıları açısından okursak, aslında baskıcı aile – korunarak büyümüş bir çocuğun gerçek dünyanın zorluklarıyla karşılaştığındaki şok ve zorlanmalar gibi bir tablo da çıkıyor karşımıza. Ve galiba bu filmi diğer Maymunlar Cehennemi’nden ayıran en büyük özellik de bu. Yani aslında orijinal filmden bu yana çekilmiş tüm filmlerde, elbette kitap kaynaklı olarak, bilim kurgunun arkasına saklanmış büyük dersler var. Hepsinin ortak özelliği, aslında içi dolu, bir şeyler söyleyen filmler olması. Sadece bilim kurgunun çekiciliğine ve teknik gelişmelerin arkasına saklanmayan filmler olması…Rise of the Planet of the Apes’de ise bu, çok daha kör gözüm parmağına şeklinde ortada. Aslında bu da filmin ya eleştirilecek ve benimsenmeyecek ya da bağıra basılacak yanı. Çünkü film, görsel efektleri, makyaj hilelerini ve teknik detayları bir yana koymamıza ve filmi duygusal, derin ve dramatik okumamıza çok fazla açık.
Efektler, makyajlar, teknik gelişimler demişken, bu yeni filmde Weta Digital prodüksiyon firmasıyla çalışılmış ve CGI (bilgisayar ile yaratılmış imge) teknolojisi kullanılmış. Bana sorarsanız, Tim Burton’ın filminde, asla inandırıcı görünmeyen yarı maymun/yarı insan tiplemelerindense, gözleri ve bakışları dışında her şekilde maymun olan bu “ape”ler çok daha fazla inandırıcı. Gözlerin inandırıcı olmadığı konuşuluyor forumlarda fakat ben buna katılmıyorum çünkü gözler de maymun gözü gibi görünseydi, bu filmin ana konusunun bir anlamı kalmazdı diye düşünüyorum. Maruz kaldıkları kimyevi maddelerden dolayı insan duyarlılığına ve zekasına sahip gözler, ama toplamda bakıldığında tam anlamıyla bir maymun: işte ben buna inanırım!
Yönetmen filmin sonunu, devamı gelebilecek şekilde bitirmiş. Röportajlarda ise bunu başka yönetmenler için yaptığını, kendi getirdiği noktadan başkalarının devam edeceğini hayal ettiğini söylüyor.
Sonuç olarak, eski filmlerden dolayı bir takım beklentilerle gidecek olan her Maymunlar Cehennemi hayranını mutlu edebilecek bir film olmasa da, kendine has bakış açısı, teknik farklılıkları ve başarılı oyunculukları ile kaçırılmaması gereken bir yapım.

Aşkın Halleri

Başlamadan önce not: Bu yazı, filme dair bazı “sürprizbozan”lar içermektedir.

Aşkın Halleri haftasında dört film vardı vizyonda, o Çarşamba vizyona giren Harry Potter’ı da sayarsak, beş. Harry Potter dışındaki hiçbir film de Hollywood yapımı değil, yönetmenleri tanınmış filmler de değil çok fazla. Dolayısıyla bu sıcak yaz günlerinde ne kadar şansları var bilmiyorum ama bizim de işimiz zaten bu filmleri size anlatmak ve karar vermenizi kolaylaştırmak değil mi?

Aşkın Halleri
olarak Türkçe isimlendirilmiş bu film, genç ve deli dolu bir kız ile orta yaşlı ciddi görünümlü bir adamın, bize – kameraya doğru – çocukluklarını anlatarak başlıyor. Hatta anlatmakla kalmıyorlar, çocukluklarına giderek, o sahnenin içine girerek, kendi yaşadıkları dramları, ailelerinin yaptıkları hataları hicvediyorlar. Daha sonra bu iki karakteri ayrı ayrı hayatlarında izlemeye başlıyoruz ve acaba bu ikisinin yolu mu kesişecek, yoksa yönetmen genel anlamda bazı hayatlara mı uzatacak kamerayı ve bize birşeyler anlatmaya çalışacak diye düşüneduralım, evet, hızla yolları kesişiyor bu karakterlerin. Oysa ki başta pek de ihtimal vermiyoruz çünkü hem karakter olarak tamamen zıt hem de yaş olarak uyumsuz iki kişiden bahsediyoruz.
Gerçekten de zıt gibi; babası Cezayirli annesi hippi bir Fransız olan Baya, deli diyebileceğimiz kadar özgür ruhlu ve politik görüşleri için aklına eseni yapabilen bir genç kadınken, Fransa’da, bizde “Ali Yılmaz” adıyla özdeşleştirebileceğimiz bir ismi olan Arthur Martin, gayet sıradan, içine kapanık, ciddi, apolitik ve Yahudi olduğunu saklayan bir veterinerdir. Böylesine iki uçlarda karakter bir araya gelir, bir de birbirlerine aşık olurlarsa ne olur? Kıyamet kopmaz ama fırtınalı olaylar yaşanır elbette.
Filmin türü nedir derseniz, “politik komedi” diye bir tür varmış gibi yapmak ve filmi böyle yaftalamak isterim çünkü bir romantik komediden beklenmeyecek kadar ciddi konuları masaya yatıran ama politik, sosyolojik konuları komediyle harmanlamaya çalışan bir filmle karşı karşıyayız. İçinde romantizm de, cinsellik de var ama filmin ağır tarafını bu öğeler oluşturmuyor… Ama aslında film yer yer çok da komik… Tamam, demek istediğim, sanırım filmin bir sorunu var; cesur söylemler içeren, Arap-Yahudi ilişkilerini, ırksal kimlik çatışmalarını ve her gün düşünüp tartıştığımız, birebir içinde olduğumuz bu tip toplumsal ve küresel konulara değinen bu film, sanki kimliğini tam bulamamış gibi. Karşımızda, “ben çok komiğim ama aynı zamanda da çok zekiyim” diyen ve bunların altını çizme şeklinden dolayı ciddiye alın(a)mayan bir kişi var sanki.
Senarist Baya Kasmi, yönetmen Michel Leclerc’le filmin başlangıcındaki iki karakterin tanışmasına benzer bir şekilde tanışmış. Filmin bazı yerlerinin otobiyografik olduğunu söylüyor bu noktada. Birlikte, söyleyecek sözlerinin var olduğunu ama bunu komediyle söylemenin – bunun Fransız bir deyim olduğunu düşünüyorum – “içine düşmeden göbek deliği hakkında konuşabilmek” olduğunu söylüyor röportajlarda.
Yönetmen Michel Leclerc ise tipik komedi kamera açılarından kurtulmak istediğini ve komediden beklenen daha birçok etkiyi terk ederek bu filme yaklaştığını, örneğin kişilerin varolduğu bazı sahneleri aşırı ışıklandırmamak için daha geniş planlar tercih ettiğini anlatıyor kimi söyleşilerinde. Karakterlerin çocukluklarına döndükleri sahnelerde ise tipik Woody Allen stili olduğunu söylemek gerek ve oldukça zeki esprilerle bezenmiş sahnelerin seyirciyi yakalayacağı muhakkak. Fakat filmin, İngilizce tabirle “so what?” bir havası var. Biraz politika, biraz espri, biraz ciddiyet, biraz cinsellik, ama sonuç ne? Belli değil. Kendini izletir, ama düşündürmez bir film.