I hurt myself today, to see if I still feel – Nine Inch Nails
Yakın zamanlı bir röportajda Zeki Demirkubuz’a aşağı yukarı şöyle bir soru sorulmuş: “Türk sinemasında Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerle beraber bir devrim yaptığınız düşünülüyor, ne diyorsunuz?” Kendisi böyle bir “devrim”i kabul etmemiş, bu isimlerle birlikte anılmaktan hoşnut olmadığı da çok açık fakat bir gazeteci, bir araştırmacı hatta takibi iyi bir izleyici olarak bile Türk sinemasına dışarıdan bakıldığında şu çok net görülür ki soruda sayılan isimlerin ortak noktaları gerçekten de fazladır. Filmlerinin türlerini, dillerini benzetebileceğimiz yanlar da var, ama bunun ötesinde özetlersek bir kere bağımsız sinema yapan auteur yönetmenler bunlar, filmleri popüler kültür malzemesi haline gelmeyen, toplumsal ve kültürel konulara değinen hikayeler yazmayı ve onları yönetmeyi tercih eden yönetmenler bu isimler. Çoğunun filmleri yurtdışında birçok festivalde gösteriliyor, çoğu ödüllerle dönüyor. Anlatıları minimal sinema olarak değerlendiriliyor. Filmlerinde genelde hissedilen kültürel birikim gerçek hayatlarında da entelektüel kişiler olmaları ve özellikle edebiyatla kuvvetli bir ilişkiye sahip olmalarından kaynaklanıyor. Özellikle Nuri Bilge Ceylan sineması ve Zeki Demirkubuz sineması çok fazla karşılaştırılmıştır, iki yönetmenin de okudukları klasik edebiyat metinlerinden etkilendikleri ve benzer varoluş sıkıntılarına (özellikle iyilik, kötülük, kibir, samimiyet gibi kavramlar) kafa yordukları su götürmez bir gerçek.

Üç yıl sonra onuncu filmiyle, Bulantı ile geri dönüyor Zeki Demirkubuz. Bir önceki filmi Yeraltı için Dostoyevski’nin ünlü eseri Yeraltından Notlar’dan esinlendiğini belirtmiş olan yönetmenin son filminin adının Bulantı olduğunu öğrenince hepimizin aklına malum Sartre’nin Bulantı romanı gelmişti fakat filmin dağıtımcıları şöyle bir açıklama geçti basına: “Filmin konusu ya da temasının Jean-Paul Sartre’ın ünlü romanı Bulantı’yla bir ilgisi yoktur; ama şöyle bir bağı vardır: Zeki Demirkubuz, 7 yıl önce – çekebilir miyim düşüncesiyle – Sartre’ın romanını çalışmaya karar vermiş, bilgisayarında Bulantı adında bir dosya açmış; ama bir süre sonra bu fikirden vazgeçip, filmin şimdiki haline yönelmiştir. Önceleri acelesi olmadığından, sonra vakit daraldığında ise yeni bir isim bulamadığından, -zaten filmlerine isim bulmakta hep zorlandığından- bulduğu diğer isimlerden de hoşlanmayıp Bulantı’ya alıştığından ve çok sevdiğinden filmin ismi bu şekilde kalmıştır.”
Bulantı her ne kadar Sartre’nın romanının uyarlaması olmasa da sonuçta hikayesini yine varoluşla ilgili sorgulamaların üzerine oturtması romanla bir akrabalık oluşturuyor desek yanlış olmaz sanırım. Sartre’nın roman kahramanının eline bir taş almak isteyip sonra varoluşun saçmalığının midesini bulandırdığını anlattığı kısım aslında Yeraltı’ndaki meşhur patatesi de çağrıştırır bana… Bulantı Yeraltı’nı hatırlatan bir film olmuş zaten, Yeraltı da orta yaşlı bir erkek üzerinden günümüz insanının davranış şekillerine, ruhsal bunalımlarına, yalnızlığına, sosyal konumunun getirdiklerine, ilişkilerine, iç seslerine, ruhuna ve gerçekliğine odaklanıyordu. Fakat Yeraltı epey çarpıcı bir filmdi. Özellikle meşhur yemek sahnesi ve sonrasında Muharrem karakterinin yüzleşmeleri esnasındaki patlamaları filmin hem temposunu yükseltiyor hem de seyirciyi heyecanlandırıyordu. Kara mizah da epey yer bulmuştu kendine filmde. Bulantı temponun baştan sona düşük olduğu, karakterin yükselme ve alçalmalarını anca tahmin ederek ilerlediğimiz, herhangi bir yüksek ses tonu ya da tartışmaya fazlaca rastlamadığımız, esprilerin az olduğu, heyecanlanmadan izlediğimiz bir film. Sarsılarak çıkmıyoruz salondan ama elbette düşünerek çıkıyoruz. Bazı sahneleri beynimizde birkaç kez gezdirerek, farklı yönlere çekilebilecek anlamlarını kavrayarak… Kendimizden parçalar bularak, tanıdıklarımıza benzeterek. Çünkü Demirkubuz her zamanki gibi yine sahici karakterler ve ambiyanslar yaratıyor. Yenen yemeğin, içilen çayın, okunan gazetenin, giyim kuşamın detayı her zaman bizi o atmosferin içinde hissettiriyor. O portakal suyunu biz de içiyoruz sanki, o ayakkabıyı biz de öyle giyiyoruz, o suyu biz de öyle istiyoruz yanımızdaki kişiden. Somut detayların yanısıra soyutta da öykünebiliyoruz elbette. Örneğin bizzat canlandırdığı Ahmet karakteri aslında apatik bir karakter. Duygularını yaşayamayan, başkalarının duygularından beslenmeyi tercih eden, hayatta bir anlam bulamamış, yüzü gülmeyen, acısını yaşayamayan, kibirli, aslında oldukça içe kapanık ve iletişim kurmaya, sosyalleşmeye çalışsa da insanları sevmediğini, zorlandığını, yüzünün aldığı her ifadeden anlayabileceğiniz bir karakter.
Elini muma götürdüğü sahne, acı çekmek istediğinin ama çekemediğinin farkında olduğunu gösteren kısa ama anlamlı bir sahneydi mesela. Bu anlamda filmin epey başlarında kendisini çok etkilemesi gereken, sessizliğe bürünmesi gereken bir olay yaşadığı halde sosyalleşmeye çalıştığı ve hiçbir şey yokmuş gibi davrandığı uzun planlardan sonra filmin son 10 dakikasının neredeyse hiç diyaloglu olmaması, etrafın ve Ahmet karakterinin sessizliğe bürünmesi çok yerinde olmuş. O sessizlik anlarında seyirci olarak filmin başında sadece bazı gereksiz laf kalabalıklarına şahit olduğumuzu, hayata karışmaya çalışan bir karakterin etrafındaki insan bulutunun blabla’larını dinlediğimizi, şimdi olması gereken sessizliğin yaşandığını ve birazdan kişisel bir yüzleşme geleceğini tahmin edebiliyor ve biz de rahatlıyoruz aslında.
Varoluşa dair gerek okumalarından gerek kendi tecrübelerinden ve düşüncelerinden gelen, ifade etmek istediği cümleleri var Demirkubuz’un. Bu Nuri Bilge Ceylan sinemasında da böyledir. Alakasız bir ortamda alakasız iki karakter konuşurlarken birden insana, varoluşa, gerçeğe, öze dair çok önemli, çok derin ve aslında çok çıplak bir gerçeklik mevzu edilir. Bazen bu çok güzel de olur çünkü genelde sinemada yan anlamlar, göndermeler, benzetmelerle bir şeyleri anlatmaya çalışmak daha makbul sayılır ama bazen de insan gerçeği tüm yalınlığıyla duymak, birilerinin bunları açık açık konuştuğuna şahit olmak ister. Şahsen bu anlamda iki yönetmenin de filmlerindeki az ama öz konuşmaları severim. Bulantı’da da, bazen Ahmet’in sevgilisi, bazen doktoru, bazen seviştiği alelade bir kadın gerçeği tüm yalınlığıyla ifade edebiliyor. Fakat Bulantı’da nedense bu tarz beylik cümleler filmin içine hiçbir şekilde yedirilememiş. Özellikle oyunculuğunu çok sevdiğim Ercan Kesal’ın canlandırdığı doktor karakterinin ifadeleri çok fazla kör gözüm parmağına olmuş. Aslında anlattığı şey elbette yine çok yerinde bir sorgulama. Hem normal nedir, neden normal olmaya sığınmak isteriz’i sorgulayan, hem de ruhumuzla ilgili soru ve sorunlara bazen tıbbın bile yanıt veremeyeceğini, bazen hissettiğimiz duyguların bedenimize de sirayet edebileceğini ama bu canımızı yakmıyor, bize zarar vermiyorsa, sırf normal değil diye bundan korkmamızın gereksizliğini anlatan, oldukça derin ve farklı bir yaklaşım. Fakat dediğim gibi, filmin içine yedirilememiş, bir anda Ercan Kesal çıkıp, şu şudur, bu budur demiş ve kaybolmuş gibi didaktik ve sakil kalmış ne yazık ki…
Genel anlamda film beylik laflar etmiyor, büyük bir şeyler anlatmaya çalışmıyor, ukalalık etmiyor aslında, tam tersi, yine oldukça yalın bir şekilde birey üzerinden muhasebe yapıyor, kişinin kendi açmazları üzerinden olası bir şekilde başlatıyor ve sonlandırıyor öyküsünü Demirkubuz. Nuri Bilge Ceylan’ın da Zeki Demirkubuz’un da filmlerinde sosyal, sınıfsal, toplumsal, kişisel meselelere yer verilir, sosyal çıkarımlar, okumalar yapmak çok olasıdır, mekanlarla, kişilerin gelir durumlarıyla, yeme içme tarzlarıyla ve benzeri güzel oturtulmuş atmosferler ve diyaloglarla verirler bunu ama politik anlamda pek suya sabuna dokunulmaz, röportajlarında da ikisi de benzer şeyler söylerler bu konuyla ilgili; küçük ve insani dertlerin küçümsenmemesi gerektiğini, her şeyin bireyde başlayıp sonra toplumsallaşıp sonra politikleştiğine dikkat çekerler. Son röportajlarından birinde buna da değinmiş Demirkubuz, memleket meseleleri varken bunlar da dert mi yaklaşımına tepki olarak çektiğini söylemiş bu filmi.
Zeki Demirkubuz sinemasından beklentiler yüksek. Kader, Kıskanmak, Masumiyet, Yeraltı gibi sarsıcı ve değişik örneklerden sonra, 50 yaşındaki yönetmenin filmografisinde daha “olgunlaşmış” bir yapı görmek istediğini söyleyenler çok fazla. Bu anlamda Bulantı’nın, olgunlaşmış, taş üstüne taş koymuş bir film olduğunu söyleyemeyeceğim. Anlatım diline, tercih ettiği planlara ve anlatmayı tercih ettiği kişisel hikayelere alışık olan ve seveninin keyifle izleyeceği, çok klasik bir Zeki Demirkubuz filmi var karşımızda. Tüm hikayeyi üzerine oturttuğu Ahmet karakterini kendi oynaması, erkek kardeşini canlandıran Çağlar Çorumlu’nun kısa ama muhteşem performansı, kısa ama cesur öpüşme ve sevişme sahneleri ise filmi belki diğer Demirkubuz filmlerinden ayıran bazı özellikler…
NOT: Bu yazım kulturmafyasi.com sitesinde yayınlanmıştır.