Cannes 2012’de İzlediklerim!

Önce kısa bir not: Ben Cannes’a ilk kez 2011’de, yani geçen sene katıldım, çok acemiydim elbet, film mi izleyeceğim, etrafta olan bitenleri mi takip edeceğim, haber mi yapacağım, fotoğraf mı çekeceğim, partilere mi katılacağım, birileriyle mi tanışacağım derken 12 gün su gibi akıp geçmişti. Gerçi Nuri Bilge Ceylan röportajıyla dönmüştüm eve, gururluydum:) Yekta Kopan ile izlemiştik Bir Zamanlar Anadolu’da filmini, onun arkadaşlığı da Cannes’ın bana kazandırdıklarındandır. Fakat geçen sene mavi basın kartı bazı sınırlı durumları da beraberinde getirmişti. Örneğin basın konferanslarını ancak ekranlardan izleyebilmek! Bu sene en çok keyif aldığım şey, pembe basın kartımla kolaylıkla basın konferanslarına katılmak, neredeyse en önde oturup, birkaç dakika önce izlemekten çıktığım filmlerin yönetmenleri, oyuncuları ve tüm önemli insanlarını önümde oturmuş basın sorularını cevaplarken görmekti, müthiş deneyimdi. Bu sene Fatih Akın ve Rezan Yeşilbaş ile röportaj yapmanın peşinde koştum ama şansım yaver gitmedi. Yağmur da bu senenin yoran ve şaşırtan öğelerinden biriydi festivalde. Bu sene geçen seneden daha çok çalıştım, daha yalnızdım ama güzeldi. Her sene yeni bir deneyim, gelecek sene için şimdi daha da heyecanlıyım:) Şimdi izlediklerim:

Moonrise Kingdom-Wes Anderson: Beyazperde’de kritiğini yazdım, buradan okuyabilirsiniz. Kısaca bahsetmem gerekirse Wes Anderson kendine ait bir dünya yaratmakta ve bunu da izleyiciyi bu dünyadan yabancı hissettirmeyerek, aksine herkesi kendi dünyasına çekmeyi başararak film yapmakta ciddi bir usta. 1965 yılında geçen bir öykü olduğundan dekor ve kostümler, pastel renkler, filmin dokusu, müzikler, herşey “eski” kokuyor ve o kadar güzel ki, hepimizin özlediği o nostaljik hava var filmin her bir karesinde. Van Gogh sarısı duvarlar ve valizler, giyim kuşam, gene her şeyiyle bire bir ilgilenmiş Anderson. Cannes açılışına yakıştı doğrusu… Bir “kendini iyi hisset” filmi için fazlasıyla ciddiye alınası…

Polluting Paradise-Fatih Akın: 2005’te yeni bir film çekmek için düşünceler içerisinde olan Fatih Akın, o dönem dedesinin köyü olduğunu öğrendiği Çamburnu’nu ziyarete gitmiş ve güzelliğinden çok etkilenmiş. Köylülerle konuşup, onlara, ne şanslısınız, ne güzel bir doğa içinde yaşıyorsunuz, burası bir cennet! dediğinde aldığı cevap onu şaşırtmış: “Maalesef bu cenneti çöpe çevirecekler.” 2007 yılında daha önce bir bakır madeni olan araziyi artık buradan bakır çıkmıyor diyerek çöp depolama merkezi haline getiren belediye ile köylü halkın mücadelesi hala sürüyor. Fatih Akın da bu süre içinde olan biteni belgelemek, bir yandan da bununla şahsi olarak mücadele etmek kararı almış ve ortaya bu belgesel çıkmış. Önemli bir konu, duyarlılığı için tebrik ediyorum Akın’ı. Ayrıca belgeselin diğer belgesellerden farkı, olmuş bitmiş veya varolan durağan birşeyi anlatmaması, dramatik bir filmmişçesine olayların gelişmesi ve tam 5 senelik bir olayın an an görüntülere yansıması. Bu açıdan takdir edilesi bir çaba. Fakat bir belgesel olarak, açıkçası filmi fazla “belgesel” buldum. Daha doğrusu, Fatih Akın gibi bir yönetmenden, bu belgeseli, daha canlı, daha hareketli ve daha kendine özgü çekmesini beklerdim. Gerçi filmde Şevval Sam’ın Karadeniz türküleri ve Manga’nın konser görüntüleri, filme biraz renk katmış diyebiliriz ama gene de ben bu filmi televizyonda izlesem ve yönetmenini bilmesem, televizyon için çekilmiş belgesellerden biri daha diyip geçebilirdim. Filmin kendine özgü müziğinin de güzel olduğunun altını çizmeden geçmeyeyim, haklarını yemeyeyim.

Paradies:Liebe-Ulrich Seidl: Orta yaşlı beyaz kadınlar Kenya’ya giderek, orada siyahi erkeklerle para karşılığı seks yaparlar. Fakat başroldeki bayan Teresa, burada yaşadığı sekste aynı zamanda sevgiyi, ilgiyi de arar. Bulamadığı için başta çok mutsuz olan Teresa, bir süre sonra yaptığı hatayı anlar ve bu kez de sanki bir erkekmişçesine hoyrat bir şekilde karşı taraftan sadece seks ister ve hatta onlara kötü davranmaya başlar. Alışılmışın tam tersini hikaye etmesi açısından – yani erkek fahişeler, kadınların para dolayısıyla üstünlüğü- ilginç olmakla birlikte, izleyiciye pek de birşey vermeyen bir film bu. Üstelik, gösterim sonunda çıkan basın mensuplarından çoğu, “peki şimdi bu bakış açısı biraz da ırkçı olmuyor mu” diye söyleniyorlardı. Gerçi bu hikaye, yani Kenya’da bu tarz bir seks turizmi, gerçek bir olay. Fakat film, festivalin zayıf halkalarından…

Student-Darezhan Omirbayev: Kazakistanlı yönetmen Darezhan Omirbaev 1998 yılında Cannes’da Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard) bölümünde ödül almıştı. Bu kez aynı bölümde yarışan filmi, kendi deyimiyle ” modern Kazakistan’da geçen bir Suç ve Ceza uyarlaması”.  2007 yapımı Shuga için de Tolstoy’un Anne Karenina’sı uyarlaması şeklinde yorum getirilmişti, yönetmen klasik edebiyattan epey besleniyor anlaşılan. Suç ve Ceza’ya aşina olanlar, hikayede birebir giden birşeyler bulacaklar, bu kez silik bir öğrencidir başkahramanımız, o da morden kapitalizmin içinde varolmaya çalışmakta ve zenginlik, maddiyat, hak, hukuk meselelerine kafa yormaktadır.Bir gün sinirlenerek her gün dükkanından alışveriş ettiği bakkalı öldürür ve şansı da yaver gider, geride hiçbir iz bırakmaz. Zaten bakkal önemsiz biridir, kimse, kim öldürdü, neden öldürüldünün peşine düşmemiştir. Romandaki Raskolnikov gibi filmde de öğrenci, vicdanına yenik düşecek, kendi cezasını kendi verecektir. Ben filmden etkilendim, ağır temposuna rağmen, kendini merakla izletmeyi başardı. Hafiften Zeki Demirkubuz sinemasına da benzemiyor değil hani… Dostoyevski’nin sinemaya etkisi böyle birşey olsa gerek…

Reality-Matteo Garrone: Senarist/yönetmen Matteo Garrone, zamanın Biri Bizi Gözetliyor (Big Brother) televizyon programının izleyiciler ve katılımcılar üzerindeki psikolojik etkisini masaya yatırmakta biraz geç mi kaldı sanki, hem bunu konu eden filmler de halihazırda var… diye düşünebiliriz. Yani çok da güncel bir konuyu sorun etmiyor yönetmen, fakat derdi de bu değil aslında. Filmin adı Reality yani gerçeklik. Psikolojik bir hikaye aslında, kişinin gerçekliği kaybedişine tanık oluyoruz. Filmin basın toplantısında da yönetmen şöyle açıkladı filminin çıkış noktasını: “4 yıldır değişik, şaşırtıcı bir hikaye bekliyordum film çekmek için, sonunda bu çıktı ortaya.  Güçlü bir konu olmasını istemiştim. Bu tek bir yarışmayı konu alıp onu eleştirmiyor aslında, bu tarz çok televizyon programı vardı bir ara ve insanlar hayatlarını değiştirdiler, psikolojileri bozuldu, gerçek nedir hayal nedir karıştırmaya başladılar. Bir modern zaman pinokyosu çekmek istedik aslında. Elbette Fellini’ye saygım sonsuz, filmde saygı duruşları var kendisine. Biz cevaplar arayan bir film yapmadık, amacımız birebir eleştirmek de değildi, elbette eleştirel yanı olan, ama sonuçları olmayan, herhangi bir kişinin hikayesini anlattık. Aslında çok da utangaç bir film sayılmaz, söyleyeceklerini cesurca söyleyen bir hikaye, örneğin tv gerçekten de din haline geliyor. ”

Laurence Anyways-Xavier Dolan: Festivalde izlediğim filmlerden beni en çok etkileyenlerden biri diyebilirim. Çok genç bir yönetmen Xavier Dolan ve şaşırtıcı bir     başarısı var bence. Sinemasal kontrolü çok güçlü. Müzik seçimleri, rengi kullanımı, hayal dünyası, kurgu şekli ve seçimleri, çok etkileyici. Hele ki cesur hikayesi… Tutku dolu aşk yaşayan bir çiftte erkek tarafı bir gün artık kadın gibi görünmek istediğini, bu isteği hep içinde sakladığını, ama artık dışarı çıkarmak istediğini söylerse neler olur? Aşık kadın ne yapacaktır? İlişkileri bitecek midir? Hayır bitmeyecektir, ne olursa olsun her süreçte sevgilisinin yanında olmaya karar verir. Film, bu konunun etrafında ilerlerken, toplumun kişisel tercihlere bakış açısı, aile, okul gibi önemli noktalara değinmeyi de ihmal etmiyor. Favorilerimden!

Dupa Dealuri-Cristian Mungiu: 4 Ay 3 hafta 2 gün filmiyle daha önce Cannes’da ödül alan yönetmen, bu kez gene etkileyici bir filmle karşımızda. Aynı yetimhanede büyümüş iki genç kadının öyküsü anlatılıyor filmde, birisi Romanya’da kendine sığınacak bir manastır buluyor diğeri ise onunla birlikte orayı terketmek ve kendilerine yeni bir dünya kurmak istiyor. Ama manastırdaki kız artık kendini allahın aşkına vermiştir, başka bir sevgiye ve başka bir hayat görüşüne yer yoktur hayatında. Yaşadıklarıysa ona bambaşka şeyler öğretecektir ama çok geç olacaktır sanki… Basın konferansından yönetmenin sözlerinden bazı notlar:
– Umarım bu filmim bir öncekiyle kıyaslanmaz, ben kendi kafamı boşaltarak bambaşka bir film çekmeye çalıştım, izleyici de bu şekilde yaklaşsın isterim.

-Ben bu filmimde sevginin farklı şekilleri olabildiğini, yüzüstü bırakılma duygusunu, hayatta verilen kararların sonuçlarını ve alınabilen dersleri anlatmak istedim.

-Örneğin, son sahneye kadar filmde hiç müzik kullanmamam bilinçli bir tercihti, tercih ettiğim bazı kamera açıları da aynı amaca hizmet ediyordu. Ben izleyiciyi etkilemekten hoşlanmıyorum, müzikle ya da açıyla, seyirci, istediği detayı ortaya çıkarabilmeli, ben seyircime bu anlamda saygı duyuyorum. Kurgudaki plan-sekans tercihlerim de hep bu yönde oldu.

-Ben filmimde kimseyi suçlu göstermiyorum. Ne dini, ne bir kişiyi. Hatta bana sorarsanız, suçlular filmde olmayan kişiler.

– Film gerçek bir hikayeyi anlatmıyor, film sorular soruyor aslında. Olaylar budur budur demiyorum, din budur, aşk şudur demiyorum, ya da daha önceki filmimde komünizm budur gibi reçeteler vermedim, bu olayların üzerinden sorular soruyorum, filmler cevap vermek için değil soru sormak için varolmalıdır.

Antiviral-Brandon Cronenberg: Babasının izinden gidiyor gibi görünen Brandon Cronenberg, değişik bir deneyim yaşatıyor izleyiciye bu “steril” filmiyle. Bıçak soğukluğunda, hastane beyazlığında bu filmden çıktığımda biraz başım dönüyor, midem bulanıyordu, hemen birşeyler yemeliydim ve yediklerim kanlı olmamalıydı! Şaka bir yana, babasının Videodrome, eXistenZ filmleri tadında, ama kendi yönetmenlik izlerini de yansıtabildiği bir futuristik film çekmiş genç yönetmen. Ünlülere saplantı boyutunda hayran olan insanların, onların virüslerini vücutlarında taşımak istemeleri sonucu oluşan sıkıntılı durumları beyazperdeye taşıyan yönetmen, aynı zamanda filmin senaristi.

Jagten-Thomas Vinterberg: Hikaye anlatım şekli, kurgusu, olay örgüsü açısından çok çok klasik bir film olmakla birlikte, oyunculuklar ve konunun hassasiyeti açısından ilgiyi hakeden bir film. 40 yaşındaki Lucas,  zor bir boşanmanın ardından yeni bir iş ve yeni bir kız arkadaş ile hayatına devam etmeye çalışmaktadır. aynı zamanda ergenlik çağındaki oğluyla ilişkisini düzeltmek istemektedir. Ama o birşeyleri düzeltmeye çalıştıkça işler ters gider. Küçük bir kız tarafından söylenmiş küçük bir yalan , bir virüs gibi yayılır ve Lucas pedofili ile yargılanır, Lucas kendini hayatı ve saygınlığı için savaşırken bulur.

Amour-Michel Haneke: Haneke’nin en duygusal filmi diye konuşulsa da, yine epey “soğuk” anlatımlı bir film. Çok acıklı bir konu, ama gözleriniz dolmadan terkediyorsunuz salonu. Bu da Haneke’nin kendince bir başarısı elbet. Oyuncular gerçekten yaşlı, yaşlı bir çifti canlandırıyorlar, tüm film bir evin içinde geçiyor, kadının felç geçirmesi ve kimseden yardım istemeyecek kadar gururlu olması sonucu en az onun kadar yaşlı olan eşinin ona bakma çabası. Çok etkileyici… (Haneke’nin, özellikle tüm filmi evin içinde çektim demesi aklıma Nar filmini getirdi ister istemez…)

Dracula 3D-Dario Argento: Dario Argento’ya ve dünyasına uzak bir insanım, hayranları olduğunu biliyorum ve eminim onları mutlu edecektir ama ben zavallı bir komediymiş gibi izledim filmi, üzgünüm, bu film konusunda doğru düzgün bir eleştiri yapabilecek durumda hissetmiyorum kendimi. Yekta Kopan ve Emrah Kolukısa ile birlikte izledik filmi, benim için anısı budur:)

Like Someone In Love-Abbas Kiarostami: Abbas Kiraostami değişik bir yönetmen. Kafası ve dolayısıyla kamerası “uluslararası” çalışıyor. İran Yeni Dalgası’nın önde gelen isimlerinden Abbas Kiarostami, bir önceki filmini Toskana’da çekmiş, Juliette Binoche’un karşısında İngiliz bariton William Shimell’ı oynatarak nesnelerin veya kişilerin gerçekliğini sorgulamıştı. Bu kez ise kamerası Japonya’da! Başı sonu olmayan, bize sadece hayattan bir kesit sunan yönetmen şöyle bir hikaye anlatıyor: Genç bir üniversite öğrencisi olan Akiko ( Rin Takanashi ) fahişelik yaparak geçimini sağlamaktadır. Müşterilerinden birisi olan yaşlı bir akademisyenle aralarında değişik bir ilişki başlar…

The Angels’ Share-Ken Loach: Ben çok sevdim! Tabii anlayabildiğim kadarıyla, zira İskoç ingilizcesi, adeta başka bir dil. Film ingilizce altyazıyla gösterildi, siz düşünün gerisini.   Hapis cezası yerine toplum görevi alan genç Robbie, üstelik evli olmadığı halde baba olmuştur ve kız arkadaşının ailesi ondan nefret etmektedir. Toplum görevini yaptığı yerde tanıştığı babacan Harry(John Henshaw) bir viskiseverdir ve Robbie’ye de abilik yapmaktadır. Onunla viski dünyasını tanıyan Robbie, doğuştan kaliteli viskiyi burnuyla anlamak konusunda yeteneklidir. Viski konusunu iş haline getirmeye karar veren Robbie, işsizlikten kurtulabilecek midir? Etkileyici, sıcak, dokunaklı bir film. Üstelik sosyal konulara, işsizliğe ve daha birçok ciddi konuya değinmesine rağmen, bildiğiniz komedi. Ne de olsa usta Ken Loach!

Killing Them Softly-Andrew Dominik: İşte Cannes’ın en popüler filmlerinden biri. Sebebi çok açık: Brad Pitt! Cannes’ın en popüler ismi de elbette, Brad Pitt’ti. Basın güruhunun bile adeta bir hayran kitlesine dönüştüğü basın konferansı sonrası izdiham, görülmeye değerdi doğrusu. Filme gelirsek, yönetmenin ve görüntü yönetmeninin görsel başarısı tartışılmaz derecede iyiydi. Tarantinovari bir suç filmi diyebiliriz aslında, hafif mizah, kurgusal ağır çekimler…  İlginç olan, film 74’te yayımlanan bir roman uyarlaması ama günümüz politik olaylarıyla bezeli: Obama ve Bush’un televizyonda izlediğimiz bazı söylemleri, filmin fonunda sürekli konuşuyor. Evet sürekli, tamam, filmin politik duruşu güzel, eleştirel bakışı güçlü fakat bu kadar da kör gözüm parmağına olmasa mıymış diye düşünmeden edemedim. Film gereksiz yere de uzundu bence. Açıkçası, onca çeşitli film arasında, beni etkileyen bir yapım olamadı bu. Gene de vizyona girdiği ülkelerde gişesi çok olacaktır.

On The Road-Walter Salles: İşte bir beklenen film daha! Hem de ne beklemek. Sonuçta beat kuşağı, nereden baksanız 60 yıllık bir hikaye ve günümüzde ülkemizde de epey takip edilen bir edebiyat akımı. Hatta son zamanlarda ülkemizde maalesef bu kuşağın öncüsü bazı yazarların kitapları bürokrasi tarafından mahkemelik oldu. İşte bu film de  Beat Kuşağı akımının kurucusu Jack Kerouac’ın, bu akımın simgesi olan,  Yolda (On The Road) adlı romanının film uyarlaması. Kolay iş değil! Herkes, kesin kötü olmuştur, romanı rezil etmiş midir, gibi bir yaklaşımla beklerken filmi, sonuç hiç de korkutucu olmadı. Yapımcı Roman Coppola ve yönetmen Walter Salles’ten dinlediğimiz kadarıyla, işi o kadar ciddiye almışlar ki, kitabın içinde yer alan gerçek olayların yaşayan gerçek karakterleriyle belgesel yapacak kadar çok görüşme yapmışlar, inanılmaz bir araştırma yapıp, kendi deyimleriyle kitabı da aşmışlar. Şahsen Jack Kerouac’ı canlandıran oyuncunun performansını yetersiz buldum ama Neal Cassady rolündeki Garrett Hedlund ve LuAnne Henderson rolündeki Kristen Stewart, çok etkileyici bir oyunculuk sergilemişler. Filmin dokusu da, o dönemlerin, o kafaların tadını veriyordu doğrusu. Müzikler de cabası… Ben çok keyif aldım filmden, ellerine sağlık tüm ekibin! Büyük bir taşın altına koydular ellerini ve sağsalim kalktılar altından, helal olsun!