Koralin ve Gizli Dünya (Coraline)

Coraline, Koralayn diye okunuyor. Yani klasik bir İngiliz ismi olan Caroline (Karolayn) değil bu masaldaki kızın ismi. Kendisi de filmde epey takık bu yanlış anlamaya müsait duruma… Maalesef Türkçe’ye ise Koralin diye çevrilmiş. Duysa iyice üzülürdü herhalde… Filmdeki anlamlı şarkı sözleri de Türkçe’ye çevrilmemiş. Eh, olsun ne yapalım…

Filmin başlangıcında, jenerikteki isimlerin ilginç bir tasarıma sahip olduğunu farkediyorsunuz, isimler ilmek ilmek örülüyor, ya da dikiliyor adeta, sanki terzilikle ilgili birşeyler var bu filmde, dantel dokular hakim. Sonra düğme gözlü bebekler dikiliyor ve gökyüzüne fırlatılıyor, bu karanlık ve sürreal atmosfer aklımıza hemen yönetmenin The Nightmare Before Christmas’ta birlikte çalıştığı Tim Burton’ı getirse de, Neil Gaiman’ın aynı adlı romanından uyarlanan, Henry Selick’in senaryolaştırdığı ve yönettiği Coraline’a, kendi karakterini oluşturması için bir şans vererek başlıyoruz filmi izlemeye. Her ne kadar stop-motion tekniğini kullanışı, akıllara, The Nightmare Before Christmas ve Corpse Bride’ı getirse de, burada hakkı teslim edilmesi gereken, bambaşka bir dünya yaratılmış, hem senaryo, hem atmosfer açısından.

El yapımı 150 set oluşturulmuş, 250 kukla ve oyuncak kullanılmış. Rengârenk fantastik bir bahçe için plastikler, fiberoptikler, kablolar, tüpler, kozmetik süngerler, teller, pinpon topları, bambaşka işlevlerle kullanılmış. Bu bahçedeki bahar çiçekleri için 250 bin adet patlamış mısır tanesi, içi kırmızıya dışı pembeye boyanarak 70 ağacın üzerine yapıştırılmış. Coraline’ın evi için 70 marangoz çalışmış. Coraline ve diğer karakterler için 200 bin mimik, bu mimikler için de 1000 adet farklı kalıp çalışılmış. 550 adet fare de el yapımı ve farelerin tüm detayları tam dört ay sürmüş. Film aynı zamanda üç boyutlu (3D) gözlüklerle izleniyor ve tüm bu detaylar iyice gözümüze giriyor, iki anlamda da…

Filmde mavi saçlı ve mavi ojeli, meraklı genç kız Coraline, yeni taşındıkları evlerinde ailesinin ilgisizliği sonucu orayı burayı kurcalarken, başka bir dünya keşfeder. Küçük bir kapıdan içeri girer ve bu kapının ardındaki dünyada herşey çok güzeldir, yemekler, ilgi, oyunlar, renkler, herşey ama herşey abartılı derecede mutluluk vericidir (Alis Harikalar Diyarında’yı hatırlatan bu bölüm, aynı zamanda sürreal ve saykedelik görüntülere sahip) Fakat her güzelliğin bir bedeli vardır elbet, ve bu bedel de ağırdır. Evet o kadar ağırdır ve yönetmen bu kısmı o kadar kasvetli ve depresif olarak verir ki, insan bu bir çocuk filmi mi, bir çocuk bu filmi izlese hoşlanır mı yoksa ürker mi, hayalleri bir anda kabusa dönüşür mü diye düşünmeden edemez.

Yarattığı dünya ve doku bakımından benzersiz olsa da, kullandığı teknik ve vermek istediği duygu açısından gene Tim Burton’ı hatırlamaya geri dönüyoruz bu aşamada çünkü Tim Burton bir büyücüdür ve o çocuklara masallar anlatır gibi görünür halbuki yarattığı dünyalarda yetişkinleri bile ürkütür. Coraline’da yetişkinlere masallar anlatmış ve onları bile ürkütmüş oldu bu filmde. Kitabı okuyanlar, kitabın film kadar korkutucu olmadığını söylüyorlar, ee ne de olsa yazar bu kitabı 5 yaşındaki kızı için yazmış. Aslında bu bir hayal gücü meselesi, bir kitap her zaman herkesin beyninde farklı bir film oynatır, Henry Selick’in beynindeki film böyle tüyler ürpertici olmuş biraz. Biz büyükler ve artık yeni nesil korkusuz çocuklar için keyifli bir seyirlik, ayrıca elbette böyle bir emeğe sonsuz saygı.
http://beyazperde.mynet.com/film/4558/Koralin-ve-Gizli-Dunya

NOKTA

Bir üçlemenin ikinci filmi olan Derviş Zaim imzalı Nokta’dan bahsedebilmek için önce Derviş Zaim sinemasından bahsetmek gerek biraz. Çektiği beş filmden beşi de ödüllü olan Zaim, Tabutta Rövaşata, Filler ve Çimen, Çamur gibi filmlerinde sosyal sorunların üstüne gitmiş, kendi deyimiyle, içinde bulunduğu coğrafya ile yüzleşme cesaretini gösteren filmler yapmıştır.

Üstelik filmlerinde genelde, örneğin Kıbrıs trajedisini konu alan Çamur’da, gerçeküstücü, fantastik bir dil kurmuştur, adeta masal anlatır gibi kurar filmindeki olayları. Sembol kullanmayı sever, örneğin Tabutta Rövaşata’daki tavus kuşu, birçok kültürde özgürlüğün sembolü olduğu için bu filmde yer almaktadır. Filler ve Çimen’de kullandığı ebru sanatı, klasik sanatlardan farklı olmasıyla yer edinmiştir bu filmde.

Üçlemenin ilk filmi olan Cenneti Beklerken’de ise birşeylerin görüneninden önce manasını önemseyen ve onları Allah’ın bakışıyla gösteren minyatür sanatını ve geleneğini kullanarak iktidar eleştirisi yapmak gibi büyük ve cesaret isteyen bir işe girişir. Cenneti Beklerken’den sonra Nokta’da, hat sanatını konuşturmuş Zaim. İktidar ve güç ilişkilerini, suç ve ceza ilişkisini, gene sembolizmle, sürrealizmle anlatma yoluna gitmeyi tercih etmiş bu filminde de.

Bellidir ki, kendi köklerimizden ilham alan, kendi ulusal kodlarımızdan etkilenen bir film yapma sevdasındadır Zaim. Bu yüzden ebru sanatı, hat sanatı, minyatür sanatı gibi öğeleri filmlerine taşıyarak, yeni bir atmosfer, yeni bir mekan, yeni bir coğrafya yaratan değişik filmler yapmaktadır. Değişik sorular sorarak başlar işlerine, acaba Osmanlı minyatür sanatı, sinemaya yardımcı olabilir mi, bu sanatın üzerine inşa edilen yeni bir dil oluşturabilir miyiz diye girişir Cenneti Beklerken’e… Görsel kültürümüzün kökenlerini iyi bilen Zaim, imge-söz ilişkisinin üzerine kafa yoran bir yönetmendir.

Belki de, batı dünyasının sanatçıları için geniş görsel malzeme veren İncil’i düşünmüş, bizim görsel coğrafyamızın hat ve nakıştan ibaret olmasının sınırlarını kanırtmak istemiştir. Çünkü sinema, resimlerle hikaye anlatma sanatıdır ve Kur’an resimlenemez bir kutsal kitap olarak tanımlanagelmiştir. Fakat Zaim, Tuz Gölü’nün sınırsızlığını almış, onu bembeyaz boş bir kağıt olarak önüne açmış, kamerasını kalem olarak kullanmış, oyuncularını mürekkep yapmış, hat sanatındaki gibi elini hiç kaldırmadan, tek planda bir film çekmiştir.

Filmin adı bana kalırsa Azap da olabilirmiş ama elbette hat sanatı ile olan ilişkisinden dolayı Nokta da başarılı bir isim olmuş zira filmde hatla yazılmış bir cümlenin konmamış noktasından, filmdeki çatışmayı oluşturan konunun noktasının konmamasına doğru güzel bir gönderme var. Azap niye, çünkü aslında çektiği azaptan kurtulmaya çalışan bir adamın öyküsünü izliyoruz beyaz Tuz Gölü’nün üzerinde. Film, bir suç ve ceza ekseni üzerinde ilerliyor ve daha önce de değindiğimiz gibi filmin tek ve kesintisiz bir plandan oluşuyor olması gene hat sanatına bir gönderme olup, inanılmaz zor bir işi başarması adına da takdir uyandırıcı.

Tabutta Rövaşata her ne kadar ödüllü bir film olsa da, bir ilk film için iddialı bir bağımsız filmdi. Sinemanın heyecanlı ve keyif verici yanını çok fazla kullanan bir film değildi, temposu itibariyle seyirciyi kazanmak anlamında çok başarılı olmadığı da söylenebilirdi. Zaim’in, bunu takip eden filmlerinde de keyif aldırmaktan ziyade düşündürmek istediği açıktı fakat bu üçlemede sanki bu kadar ağır işlerin altına girerken, kitle sanatı olan sinemanın keyif verici boyutunu da düşünür olduğunu hissettiren tempoda işler yaptığını söyleyebiliriz. Her bir yeni filmde seyircisiyle daha barışık filmler çektiğini gözlemlediğimiz Zaim’in, üçlemenin son filmi Gölgeler ve Suretler’ini merakla bekliyoruz.
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1954

ERKEKLER NE SÖYLER KADINLAR NE ANLAR (He’s Just Not That In To You)

Ben Affleck, Jennifer Aniston, Scarlett Johansson, Drew Berrymore ve Jennifer Connelly gibi isimleri biraraya toplamış olan bir romantik komedi ile karşı karşıyayız. İsmi itibariyle de aklımıza Mel Gibson’un başrolde yer aldığı Kadınlar Ne İster filmi geliyor. Yani modern insan ilişkileri, flörtler, evlilikler üzerine ahkam keseceğe benzer, sağlam kadrolu bir film var önümüzde, bu açık.Teker teker karakterlerle tanışıyoruz ve her karakterden bir diğerine geçiş, başta akıllıca bağlantılarla yapılmış. Bize yaşadığı ilişkilerle ahkam kesecek olan karakterlerin bazıları birbirlerini tanıyor, bazıları daha sonra bir şekilde tanışacaklar. Ama biz onlarla ilgili gerekli bilgileri hemen alıyoruz filmin başında aslında. Ve kadınlardan gidiyoruz. Biri evli ama evliliğinde sorunlar var gibi, diğeri 7 yıldır aynı erkekle aynı evi paylaşıyor ama erkek tarafı evlenmeye yanaşmadığı için sıkıntıda, bir diğeri onun için çok özel olacak olan erkeği ararken her tanıdığına bir şans veriyor ve yanıla yanıla başı dönüyor-izleyici boğacak kadar-, bir ötekisi çok seksi olduğu için zaten onu beğenmeyen yok ama o kolay erkeklerle gönül eğlendirirken kalbini zor bir erkeğe kaptırıyor, bir diğerinin filmdeki görevi ise bize teknoloji gelişti flört bozuldu’yu anlatmak, bu kadar çok teknolojik gelişme içinde iki insanın birbirini tanımasındaki zorluklar, myspace, facebook, msn, mail atmak, cep telefonundan mesaj göndermek… yerine eskiden ne güzel bir telefon numaramız, bir telesekreterimiz vardı diyip duran bir kızcağız bu. Hatta bu konuda çok net bir cümlesi de vardı: “Karşı cinse kendimizi çekici göstermek için artık saçımızın modelini değiştirmiyoruz, internetteki profil fotoğrafımızı güncelliyoruz!!”

Erkekler cephesinde ise evliliğe inanmadığını, birlikte yaşamakla arasındaki farkı anlayamadığını savunanından tutun, evliliğinden uzaklaşmış ve yeni maceralar peşinde koşmak isteyenine, kendi hayatında hiçbir şekilde başarı elde edememesine rağmen, ilişkiler konusunda ahkam kesmeye bayılan ve bu filmde biz izleyicilere, “erkekler ne söylüyorlarsa ona inanın, hareketlerinden bir anlam çıkarmaya çalışmayın, istisnalar kaideyi bozmaz” demekle görevli olanına kadar gene çeşit çeşit karaktere sahibiz. Yani film genel anlamda, “kadınlar komplike düşünür erkeklerse basittir, bu bir kaidedir ama kadınlar hep istisnai bir şeyler yaşamak arzusundadır, ne var ki, istisnai durumlar da yok değildir” diyor. Yani ne diyor, bu kadar ahkam kesiyoruz ama aslında hayat bu, ne olacağı belli mi olur, iyisi mi siz içinizden nasıl geliyorsa öyle davranın. Filmin örgüsünün başarılı olduğunu söylemek zor, bazen bir mesajı vermek için bazı karakterlerin üzerinde çok fazla durulmuş, diğer karakterler tam unutulmaya yüz tutmuşken onlara bir anda geçiş yapılmış. Bu kadar kalabalık bir kadronun yer aldığı bir filmde olay örgüsü daha başarılı olmalıydı. Bir de Sex and the City dizisini oldukça çağrıştıran, şu filmin belgeselimsi hali… Filmde aslında bir karakter olmayan-ama başka dizilerden tanıdığımız- bir kişi ansızın ortaya çıkar, bir cafe’de oturmaktadır, kişi, sanki kendisiyle sokak röportajı yapılıyormuş havasında, ilişkilerle ilgili düşündüklerini paylaşır bizimle, veya kendi ilişkisinden örnekler verir.

Hatta bu filmde, bu röportalar öncesi bazı başlıklar bile atılmış, ekranda beliren başlıklardan sonra bu röportajımsı konuşmalara geçilmiş. Sex and the City dizisine değişik bir hava katan bu üslup, bu filmdeki kalabalık kadro ve karışık örgünün içinde iyice arap saçı bir hal almış kanımca. Filmde en oturaklı bölümün, Jennifer Aniston ve sevgilisi rolündeki Ben Affleck’in yer aldığı sahneler olduğunu söylemek mümkün. Onların yaşadıkları olayları filmden çıkarıp ayrıca izlemişsiniz gibi düşündüğünüzde, ortaya oturaklı ve içi dolu bir senaryo çıkıyor. Diğer karakterlerin yaşadıklarını da filmden kopararak ayrı ayrı düşünmeniz mümkün ama onlarda sanki telaşlı bir mesaj kaygısı varken, bu ikilinin yaşadıklarını çok daha sıcak ve gerçek bulmak işten bile değil. 21. yüzyıl flört ve evlilik durumlarına bakan, bakarken çok fazla mesajı ardı ardına katmaya çalışan ve bu konuda yorucu olduğunu söyleyebileceğimiz, gene de izlemekle bir şey kaybedilmeyecek bir film.
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1948

PEMBE PANTER 2

Tornado isimli bir hırsız, dünyaca ünlü müzelerin paha biçilmez hazinelerini çalmakta ve çaldığı yere imzasını bırakmaktadır. Steve Martin tarafından canlandırılan Dedektif Clouseau’nun ilk bölümde bulup müzeye teslim ettiği Pembe Panter elması da çalınanlar arasındadır. Bu davayı çözmek için oluşturulan rüya ekibin içinde Dedektif Clouseau da vardır. Andy Garcia’nın da içinde bulunduğu, ekibin geri kalanı, film boyunca dedektifin meşhur sakarlıklarına çıldırmakta, kendilerini akıllı, onu aptal sanmakta ve fakat yanılmaktadır.

2006’daki ilk Pembe Panter’de, gerçekten de, Steve Martin’in kaymasına, düşmesine, orasını burasını kırmasına ve o antipatik mi sempatik mi karar vermekte insanı zorlayan fransız aksanlı ingilizcesine daha ne kadar gülebiliriz ki, düşüncesi vardı çoğu izleyicide. Bu yüzden bu filmi değerlendirirken çoğu insan, tamam işte, klasik sakar Clouseau ve o aksan! diyerek filmi görmek istemeyebilir. İlginçtir, bu kez film o kadar sıradan olmamış. Fakat gene de insan merak edemeden duramıyor: 1963-1976 yılında çekilmiş olan Pembe Panter serisinin esas karakteri Peter Sellers’dan sonra, Steve Martin gibi bi oyuncu, bu tekrarda neden bulunmak ihtiyacını duydu? Steve Martin, kendi jenerasyonunun belki de en orijinal ve zeki komedyenlerinden biri. Hiçbir şekilde, saçma filmlerde oynayıp kendini bir şekilde beyazperdeye atmaya ihtiyacı olan bir oyuncu değil. Başarılı ve benzersiz oyunculuğunun yanısıra, senaryolarda eli kalem de tutuyor, hayal gücü de çok geniş. O zaman neden Pembe Panter serisi? Belki de kendince bir Peter Sellers olmak istiyor, onunla yarışıyor. Çünkü bu şekilde geleneksel bir komedinin peşinden gitmiş oluyor, adını bu geleneksel komedyenlerin isimlerinin yanına yazdırmak istiyor sanki…Filmde Jean Reno ve Andy Garcia’nın varlığı, bana, şu meşhur Ocean’s Eleven serisini de hatırlattı, bu iki jönü komedi türünde kullanmakla film oldukça zevkli bir seyirlik sunmuş oldu izleyicilere kanımca. Baş dedektif Dreyfus rolündeki John Cleese’i de unutmamak lazım, gerçekten çok iyi performans sergilemiş. Steve Martin’in yanında hepsi biraz sönük kalsa da, ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar oyunculuk adına.

İlkinden daha ilginç ve sürükleyici bir senaryoya sahip olmasına ve iyi bir oyuncu kadrosu oluşturmuş olmasına rağmen, Pembe Panter 3 gibi bir devam beklentisine sokmuyor bizi maalesef ikinci Pembe Panter. Özellikle zamanında Peter Sellers serilerini seyretmiş olan jenerasyon, Pembe Panter’in bu yeni haline pek alışabilmiş ve alışabilecekmiş gibi görünmüyor doğrusu.
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1940

CANAVARLAR YARATIKLARA KARŞI (Monsters vs Aliens)

Dreamworks Animation sunar, Canavarlar Yaratıklara Karşı (CYK)… Aslında Canavarlar Uzaylılara Karşı diye çevrilmiş olması gereken filmin başkarakteri Susan, tip olarak yakın bir zaman önce vizyonda olan Walt Disney’in animasyon filmi Bolt’taki küçük kızı hatırlatıyor. Saçları, mimikleri, hareketleri gerçekten çok çok benziyor bu iki kızın. Sanki Bolt’un sahibi olan kız biraz büyümüş, Susan olmuş. Belki animasyon çizimlerinde ve o çizimlerin hareketli film haline getirilmesinde ister istemez oluşan bazı benzerlikler vardır, bundan emin olamadığım için konuyu uzatmıyorum.Animasyon film CYK, ilk önce, evlenmek üzere olan bir kız, onun nişanlısı, ailesi, yaşadığı yer, kurduğu hayaller etrafında şekillenince merak etmeden duramıyor insan, canavarlar, yaratıklar, nasıl olacak da dahil olacak bu filme? Ama film bu soruyu cevaplandırmakta çok da gecikmiyor aslında, hakkını yemeyelim, düğün günü esas kızımızın başına gelenler, sonrasında Susan’ın bir canavar haline gelmesi, hükümet tarafından canavar haline gelen diğer üç karakterle Susan’ı bir hapishaneye kapatılması, bu iyi niyetli dört canavarın, bir süre sonra California’yı işgal eden uzaylılara karşı savaşmaları için gene hükümet tarafından serbest bırakılmaları…

Film bir anda hareketleniyor. Hareketlenmekle kalmıyor, espriler ardı ardına geliyor. Uzun süredir izlediğim en esprili animasyon olduğunu söyleyebilirim. Boltu çok sevmiştim, özellikle de senaryo açısından Truman Show’a olan benzerliği, bu şekilde de aslında ciddi bir konuyu ele alıyor oluşu, karakterlerin sevimliliğiyle de yüzümüzü güldürmesinden dolayı… CYK’de ise gene hem ciddi, çok ciddi bir konu var, hem de espriler gerçekten çok başarılı. Filmin komedi kısmı, sadece karakterlerin sevimliliğinin üzerine oturtulmamış, gerçekten senaryo, belirli bir espri anlayışının üzerinde… Ciddi, hem de çok ciddi bir konuyu ele alışı derken kastettiğim ise, bu uzaylı meselesi… Amerikalıların, uzaylılarla ilgili olan paranoyalarını gerçekten çok güzel tiye almış, alırken de bir Amerikan Başkanı yaratmış ki, gerçekten hareketlerini izlemeye, yaptığı gafları dinlemeye değer… Filmin bir karesinde televizyonda şöyle manidar bir cümle geçiyor: Ufoların indiği görülen tek ülke: ABD. Diğer akılda kalıcı manidar espriler ise şöyle, uzaylıların şehri istilası sonrası toplanan devlet büyükleri, şöyle çözümler bulurlar: —Bu konuda en iyi bilimsel düşünceleri almalıyız, Hindistan’ı telefona bağlayın!—Amerika’yı başka bir gezegene taşıyalım!—Uzaylılara yeşil kart verelim ve Amerikalı olmanın gururunu yaşatalım!— Ben böyle zamanlarda kendime şunu soruyorum: Oprah bu durumda ne yapardı?

Amerika eleştirilerinin yanısıra, filmde altmetin olarak Susan’ın bir canavara döndüğünde aslında içindeki gücü keşfetmesi ve kendini tanıması, bir işe gücünü ve isteğini verdiğinde sonuna kadar gidebildiğini farkedişi de güzel işlenmiş. Animasyon harikası çizimlerin insanda yarattığı keyif ise bu tarz filmlerin çoğunda yaşadığımız ortak bir duygu ama bu filmde, California’da yer alan Golden Gate köprüsünün, San Francisco Limanı’nın da yer alması, filme ekstra bir keyif, inanılmaz bir gerçeklik katmış. Karakterler karikatür olsa da çevredeki detaylar kesinlikle çok “gerçek” düşünülmüş.“Monsters vs. Aliens”, DreamWorks’ün tümüyle 3 boyutlu olarak geliştirilen ilk InTru3D filmi… Shrek, Madagaskar, Kung Fu Panda gibi animasyon filmlerle başarıyı yakalayan Dreamworks Animation, CYK ile çıtayı yükseltiyor. Hem çocuklar, hem büyükler keyifle seyredecek, çocuklar karakterlerin sevimliliğiyle, renklilikleriyle eğlenirken, büyükler esprilerin, manidar dokunmaların tadını çıkaracaklar.
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1936

VAHŞET PARTİSİ

Orijinal ismiyle tamamen alakasız bir Türkçe çeviriye sahip olan Vahşet Partisi, çok klasik bir “gençler eğlenmeye giderler ve her biri tek tek ölür” filmi… Cem Yılmaz’ın bu konudaki esprilerini bilenler bilir, gençler kampa giderler ve en şişman en gözlüklü olan önce ölür, merdivenden inen hemen ölür, bahçeye çıkan ilk önce ölür… gibi espriler yapar. Bu film neredeyse tamamen bu klişelere yaslanmış diyebiliriz.Orijinal ismiyle müsemma, filmde herkes Mandy Lane’nin peşinde. Bir kolejde başlar film, yaklaşık 16 yaşlarının baharını yaşayan, akılları fikirleri içki, seks ve eğlencede olan beyinleri gerçekten boş gençler. Mandy Lane, sarışın bir güzel. Bakire olduğu konuşuluyor okulda, her erkeğin hayali onunla birlikte olmak. Ama kimseye şans vermiyor diye konuşuluyor arkasından. Zevkler ve renkler tabii ama bana soracak olursanız, okulda ondan daha güzel kızlar da var. Ama bu kızda bir şey var. Bir gizem!

Kendini ona beğendirmek için türlü şebeklik yapan erkeklerden biri bu uğurda can bile verir. Bu kötü kazadan sonra arkadaş çevresini değiştirmeye çalışan Mandy Lane, bir grup yeni arkadaşla, şehirden uzakta bulunan bir çiftlik evine gider. Gruptaki erkeklerin amacı bellidir. Fakat gece olunca, evden bir şekilde uzaklaşan gençler birer birer geri gelmemeye başlar. Çiftlikte görevli, yakışıklı Garth, yönetmenimizin, ondan şüphelenmemizi istediği şekilde karanlıkta bir anda beliriverir sürekli. Bu tarz gerilimlere alışkın olan seyirci ise, demek ki katil Garth değil diyerek hemen onu eler. Zaten katilin kim olduğu filmin sonuna saklanmamıştır, bir süre sonra açığa çıkar ve pek de şaşırtmaz. Ama itiraf edelim, filmin sonlarına doğru beklenmedik sürprizler hazırlamıştır bize yönetmen ve senarist.Hazırlamıştır hazırlamasına da, birçok soru işaretini de bizimle birlikte bırakmıştır. İnanılmaz soğukkanlı ve dehşet saçan iki katilimiz var ve bunlar genç insanlar ama bu kadar vahşet bir insanın içinden neden çıkar? Bu sadece gençlik, kıskançlık veya aşk, tutku, saplantı gibi sebeplerle açıklanacak türden bir vahşet değil ikisi için de. Bu iki insanın da insanları hiç acımadan hiç düşünmeden kıtır kıtır doğrayabilmeleri için başlarından trajik bir olay geçmiş olmasını veya sağlam bir kinle dolmuş olmalarını bekliyorsunuz ama işte burası boş kalıyor. Sanki bu insanlar hobi olsun diye, biraz öfke duydukları herkesi öldürebilir, hatta sonra kendileri dahi ölmek isteyebilir… Eğer senaryonun bu kısmı biraz daha doldurulsaymış, film çok daha inandırıcı olacak, çok daha etkileyecekmiş seyirciyi. Ama bu şekilde kaldığında, “gençler kampa gider ve teker teker ölürler” filminin ötesine geçemiyor ve kendini fazla ciddiye alan ama aslında o kadar da ciddi olmayan bir film haline geliyor.

Teknik açıdan başarılı açılar, gerilimi arttıran efektler kullanılmış olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle gençlerin evde eğlenirken içki ve başka maddeler kullanmaları sonucunda kafalarının yerinde olmaması hallerinde, bizi de sarhoşluktan gözlerimiz iyi görmüyormuş gibi hissettiren efektler ve diğer sahnelerle geçişler oldukça başarılı olmuş. Ama bu, filmin başarısızlığını kapatamamış. Başlarken filmin adının üzerinde kan efektleri damla damla akarken, bitişinde “sealed with a kiss” çalması ve oyuncuların fotoğrafları ve isimleri geçerken renkli görseller kullanılması ise çok uyumsuz olmakla birlikte bitişinde sanki bir Tarantino havası estirilmeye çalışıldığını düşündürüyor. Gerilim severlere yeni bir şey vermeyecek, ortalama bir film.
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1931

ÖLÜMCÜL İÇGÜDÜ (L’Instinct de Mort)

İki ayrı bölüm olarak vizyona girecek olan ve gerçek bir hayat hikayesini anlatan bu filmin yapımında Fransız gangster Jacques Mesrine’in yazmış olduğu otobiyografik çalışma “L’Instinct de Mort – Death Instinct” (Ölümcül İçgüdü) adlı kitap temel alınmış. Gene de filmin başında bir uyarı yazısı var, her film bir hayal ürünüdür, gerçek hayata da dayansa, her filmin, bir “film” olduğunu unutmamamız gerektiğini hatırlatarak başlıyor. Jacques Mesrine’in cezaevinde kaleme aldığı otobiyografisinde saygın bir aileden gelen bir çocuğun nasıl da adım adım isyancı ve gangster bir karakteri inşa ettiğinin, gerçek olduğuna inanmakta zorlayan öyküsü anlatılıyor.Bu otobiyografiden uyarlanmış olan filmin 27 Mart Cuma günü ülkemizde gösterime giren ilk bölümü, bize Jacques Mesrine’nin ailesini, arkadaş çevresini ve hayata bakış açısını, yaşam tarzını göstererek başlar. Gençtir Mesrine, kendini keşfetmektedir, hayatına nasıl yön vereceğini bilmemektedir. Cezayir Savaşı’na yollanmıştır, döndüğünde aynı kaderi paylaşan her genç insan gibi o da savaşın ağır travması altındadır. Bunu izlemeyiz, babasıyla konuşmalarından anlarız. Bu travma, Mesrine’nin karakterinde hali hazırda varolan uzlaşmaz, kanunları sevmeyen, isyankar özellikleriyle birleşince, ortaya anarşist bir gangster çıkmaya başlar. Fabrikada çalışmak istemez, babası uzlaşmacı bir adam olduğu için ona öfke duyar, fabrikada çalışıp sömürüleceğine, gidip paranın olduğu yerden onu almaya inanır, yani bankalara… Ve soygunlar başlar. Sonra cesaretini farkeden karanlık dünyanın insanları tarafından keşfedilir ve artık o, on numara bir gangsterdir.

Bu karanlık yapısına rağmen kadınlarla olan ilişkisinde olağanüstü romantik ve sevgi doludur. Fakat ona karşı gelecek biri olduğunda, bu bir kadın da olsa, çocuklarının annesi de olsa, içindeki şiddet duygusuna yenik düşebilir. Buna rağmen onuru için yaşayan bir adamdır. Bir katildir, bir soyguncudur, bir kaçaktır ama kendi doğruları olan bir adam olmak için savaş verir. Söz vermişse tutmalıdır, ona güvenilmişse, yarı yolda bırakmamalıdır, o da birine güvenmişse, onu yarı yolda bırakana hiç acımaz.Deli cesareti diyebileceğimiz bir cesarete sahiptir, herkese kafa tutabilir, her hapishaneden kaçabilir, her polisten kurtulabilir. Gerekirse ölür, gerekirse öldürür. Bu karakteri geliştikçe, cesaretinin kendisi de farkına varmakta ve popüler olmaktan haz duymaktadır. Televizyonlar ondan bahsettikçe göğsü kabarır, cesareti bileylenir…Mesrine, bir halk düşmanı ilan edilmiş, fakat halk tarafından da Robin Hood gibi karşılanmış, ölümünden 30 yıl geçmesine rağmen unutulmamış, bir efsane gibi dilden dile anlatılmıştır. Fransız Devrimi, Paris Komünü gibi olaylar yaşayan ve bir protesto üzerine kurulmuş olan Fransa, bu tip zor ve inatçı karakterleri seviyor. Bu yüzden, aslında zaten bir film karakteri gibi yaşamış olan bu karizmatik adamın filmini çekmek kaçınılmazdı Fransızlar için.

Bu ilk film, tam bir gangster filmi, bir suç ve aksiyon filmi… Otobiyografik filmleri ve aksiyon filmlerini seviyorsanız, yönetmenin ekranı ikiye, dörde bölerek bize birden farklı açılar gösterdiği ve genel anlamda da başarılı bir yönetmenlik sergilediği bu filmi gözünüzü kırpmadan seyredeceğinize ve bittiğinde 110 dakika nasıl geçti diye soracağınıza hiç şüphe yok. Özellikle binbir surat diye anılan böyle bir gerçek karakteri, bu kadar başarıyla canlandıran ve bu rolün bazı bölümleri için 20 kilo almış olan Vincent Cassel, mimikleri, soğukkanlılığı ve karakteri giyinişiyle, iyice tadından yenmez bir seyirlik haline getiriyor filmi.Devam niteliğindeki ikinci filmin daha tempolu olacağı söyleniyor, her iki film aynı insanın öyküsünü anlatsa da görüntüleme açısından farklı olduğunu ve her ikisinin de kronolojik sıralamaya bakılmaksızın başından sonuna kadar ayrı ayrı izlenebilecek olduğunu öğrenmek güzel. Merakla bekliyoruz ikinci bölümü.
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1925

U23D

Önce 3D (üç boyutlu) gözlüklerimizi takıyoruz… Everyone…Every-one…EVERYONE!! Bu kelimelerin defalarca, farklı tonlanmalarıyla başlıyor film. Başlıyor konser. Başlıyor Bono. Bu “everyone” kelimesinin tonlanmasında, basitçe “herkes” değil de, “her biriniz… Her bir dinleyici” dediği anlamı çıkıyor adeta…Buenos Aires’teyiz. İnanılmaz geniş bir sahne alanındayız. İnanılmaz bir seyirci kalabalığı var. Sahnede U2’yu görüyoruz hemen, hiç vakit kaybetmeden. Ve Bono başlıyor. Ve diğerleri başlıyor. Ve müzik başlıyor. Ve şov başlıyor. Seyircinin coşkusu başlıyor. Bitmeyecekmiş gibi…3D gözlüklerimiz ve her yeri gezen kameralar sayesinde, önce sahnedeyiz U2 ile birlikte. Seyirciye bakıyoruz, o kalabalığı görüyor, heyecanlanıyoruz. Sonra birden küçük bir helikoptere binmişiz gibi bütün o kalabalığı üstten geziyoruz. Daha sonra, o muhteşem kalabalığın içinde buluveriyoruz kendimizi. 3D gözlüklerimiz sayesinde, önümüz arkamız sağımız solumuz bizim gibi U2 hayranıyla dolu, önümüzdeki kız ellerini kaldırmış, onun yanındaki çocuk fotoğraf çekiyor, daha önlerde bir kız, sevgilisinin omuzlarına çıkmış, çekilse de sahneyi görsek…

Sonra birden sahnedeyiz, Bono bize doğru bakıyor, çenemizi okşamak üzere sanki, kolu uzanmış, o kadar yakın ki bize, o konserde gerçekten seyircilerin arasında olup, en önden izliyor olsaydık, Bono’yu bu kadar yakından görme şansımız olmayacaktı. Mikrofon ayağını bize doğru uzatırken, onu tutup çekebilecekmişiz gibi gelmeyecekti, davulcu Larry Mullen’ın davullarının yanına koyduğu portakal rengi, buzlu içkisini görüp, elimizi şöyle bir uzatıp içmek isteyemeyecektik. Şarkılar birbirini kovalıyor. U2 sevenler bilir, grup, sadece müzikal anlamda değil, aynı zamanda yeni teknolojileri kullanarak hayranlarına görsel olarak da doğru bir yolla ulaşma konusunda benzersiz atılımlar yaptı ve yapıyor. Genelde grubun canlı performansları, izleyici/dinleyicilerine çok duyulu deneyimler yaşatır, görüntü ekranlarındaki renkli, yazılı, hareketli görüntülerdir bunlar, bu konser turunda da çokça kullanılmış olan bu görüntü ekranında yazanlar, gene 3D gözlüğümüz sayesinde ekrandan taşarak sanki beynimize kadar giriyor. U2 her zaman mesaj kaygılı bir grup oldu ve bu mesajlarını gerek şarkı sözleriyle gerekse sahne performanslarıyla seyirciye geçirmeyi çok iyi bildi. Bu 3D film de aslında gene U2’nun bu yaklaşımının bir adım ötesi.Yönetmen Catherine Owens, “U2’nun canlı konserlerinin uyandırdığı kendinden geçirici duyguları pekiştirme niyetiyle Bono, U2 3D’nin yapımıyla büyülü bir yere doğru gitmek istedi” diyor. Ve gerçekten de, bu değişik sinema deneyimi, izleyicide pek çok duyguyu birden pekiştiriyor. Fakat sinema deneyimi derken, aslında biraz durmak gerekiyor. Bu izlediğimiz filmde, (konser esnasında Bono’nun arada seyircilerle konuşması dışında) hiçbir konuşma yok, hiçbir röportaj yok, konser görüntüleri dışında hiçbirşey yok. Bu, basın bültenlerinden de takip ettiğimiz kadarıyla, bilinçli yapılmış. İzleyiciyi sadece konsere odaklamak, 3D ve yüzlerce kamera gibi teknik gelişmelerin nimetlerini, sinema perdesinin karşısına oturmuş izleyiciyi o konsere gelmiş gibi hissettirmek amacıyla kullanmak, hatta o konsere gelseydi bile kaçıracağı açıları sunmak dışında hiçbir amaç güdülmemiş. Hem zaten çoğu konser kayıtlarında mutlaka röportaj gibi ekstra nitelikler ekleniyor, bunun farkı da bu olsun istemişler.

Bu konuda bir U2 dinleyicisi olarak ben hiç şikayetçi değilim, tüylerim diken diken ola ola, içimden onlara teşekkür ede ede seyrettim ama bu filme, “U2 adlı grubu tanıtacak bir belgeseldir herhalde” diye gidenler eminim sıkılacaklardır. Bu sinema deneyimi dediğimiz şey, müzikseverleri ve hatta U2 severleri memnun edecek bir deneyim. Grupla ilgili daha çok bilgi alayım gibi bir fikirle filme gitmek isteyenler olursa hayal kırıklığına uğrayabilirler, çünkü bu bir belgesel değil. Bu bir film de sayılmaz, bu bir konser turu kaydı ama teknolojik gelişmelerle süslenmiş olduğundan, yepyeni bir deneyim. Filme bu bilinçle gitmek gerekiyor. Bir başka konu da, örneğin filmin bazı bölümlerinde bazı teknik/kurgusal müdahaleler var, şöyle ki mesela Bono şarkının bir yerinde parmağını oynatırken havada bir çizim oluşuyor, radyonun sesini kısar gibi yaparken, orada bir radyo çizimi oluşuyor vs. Ben bu müdahaleleri çok beğendim, ama, madem konser görüntüleri dışında filme hiçbir şey eklenmeyecekti, keşke bu görsel, kurgusal müdahaleler biraz daha fazla olsaydı. Örneğin, ekrandaki bazı görüntü ve yazılar, renkler, bazen tüm ekranı kapladı, bazen üstümüze üstümüze geldi, bunlar çok azdı, artırılabilirdi. Bono’nun havada çizdiği hareketler gibi müdahaleler, diğer grup üyelerinde de yapılabilir, filme böyle bir espri katılabilirdi. O zaman, belki daha bir sinema deneyimi diyebilirdik buna, teknik olduğu kadar içeriği, anlamı değiştirecek şeyler olacaktı çünkü böyle müdahaleler, o zaman da sadece bir konser izlemiş gibi çıkmayacaktık salondan. Gene de, U2 sevenlerin, müziksevenlerin, konser deneyimlerinden hoşlananların asla kaçırmaması gereken, bambaşka bir görsel şov.
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1912

YAŞAM ARSIZI

Galasında izleme şansı bulduğum ve salondan Yasemin Alkaya ile ana karakter Elif’i tebrik ederek çıktığım bu belgeselimsi film, gerçekten çok etkileyici… Her şeyden önce, gerçek bir hayat hikayesi olmasıyla…Yasemin Alkaya çocukken, oturdukları evde, sık görüştükleri bir komşuları var. Bu komşuları entelektüel, tarih öğretmeni bir adam ile çok güzel börekler yapan bir kadın, ve üç kız çocuklarından oluşan bir çekirdek aile… Bu üç kız çocuktan biri Elif, biri Aysun, biri Funda… Bir süre sonra hayat Yasemin Alkaya’nın ailesi ile bu aileyi farklı farklı yerlere, farklı farklı kaderlere doğru sürüklüyor. Yasemin Alkaya, bir kaza olduğunu duyuyor ama sonra onlara uzun süre ulaşamıyor. Ulaştığındaysa öğrendiği içler acısı tabloyu bir film haline getirerek, hepimizi olan bitenden haberdar etmek, bu trajediye bizi de tanık etmek istiyor. Çünkü, her gün gazetenin üçüncü sayfasında yer alan haberleri okuyor ve geçiyoruz. Çünkü, artık televizyonda izlediğimiz dizilerde olan bitene, gerçek hayattan daha çok zaman ayırıyoruz. Çünkü aslında hayat şaka değil ve bu hayat kavgası, hepimizin…

Korkunç bir otobüs kazasında hayatlarını yitiren bu çiftin üç kızından ikisi, çok küçük yaşlarında anne ve babalarını kaza yerinde kol bacak ayrı yerlerde görünce, akıl sağlıklarını yitiriyorlar. Bu kötü tabloya onlar kadar tanık olmayan Elif’e ise hayatın tüm yükünü üstlenmek düşüyor. Şiddet, itilip kakılmak, kötü yola düşmek, aç, susuz, en önemlisi çaresiz kalmak, Elif’in içinden çıkamadığı kaderi haline geliyor.Filmin içine girmiş Yasemin Alkaya, yaşanmış olan olayları Elif’e en doğal haliyle anlattırmış, yaşanmakta olanları ise tüm çıplaklığıyla bize göstermek istemiş. Elif’in geçinmek için, çocukları için katlanmakta olduğu hayatın ta içine sokmuş bizi, yeri gelmiş Ankara’daki pavyonlara gidip orada çalışan adamlarla konuşmuş, yeri gelmiş, İstanbul’da bir rakı sofrası kurup Elif’i de alıp karşısına efkarlanıp ağlamış, yeri gelmiş, Elif’in şizofreni tedavisi gören kız kardeşlerini ziyarete gitmiş Ürgüp’e, bizi onların içine de sokmuş, ve yakın planlarla, adeta, bunlar gerçek, bu izlediklerinizi ben uydurmadım, bu acı tamamen gerçek bir acı, diyerek gözümüze sokmuş. Filmde, belgeselimsi niteliği dolayısıyla, rahat kullanılan bir kamera var. Bu doğallık hiç rahatsız edici değil, görüntü yönetmeni Bernadette Paassen de iyi bir iş çıkarmış.Kadına uygulanan şiddet var bu filmde, aile içi şiddetin çocuklarda açtığı hasar, bu şiddete devletin tavrı, bu şiddette erkeğin her türlü acımasızlığı yaptığı halde lekesiz bir şekilde hayatına devam etmesi ama kadının her türlü damgayı yiyerek, tüm bedelleri ödeyerek, aslında çok güçlüyken çok güçsüzmüş gibi yaşamak zorunda bırakılması var. Yani toplumda konuşulmasından hoşlanılmayan tabular, haksızlıklar var… Üstelik bunca gerçek acıya rağmen duygu sömürüsü yok, ağlak tablolar yok, hatta, “her şeye rağmen” yaşarken rastlanılan küçük tebessümleri de yakalamış, umut veren bir yanı da var.

Basın bülteninde Yasemin Alkaya, amacının, seyircinin bu trajedideki kendi rolüyle yüzleşebilmesini ve “seyirci” kalmamasını sağlamak olduğunu söylüyor. Yani bu izlediklerimiz maalesef bir kurgu değil, bu perdede tanıştığımız insanlar oyuncu değil, bu hikaye bir abartı içermiyor, çünkü bu, hayat tarafından yazılmış bir hikaye… Yaşam Arsızı, hepimizin başına gelebilecek olaylara karşı farkındalık oluşturmak isteyen, iddialı bir film. Yaşam Arsızı, sinemanın araç olarak kullanıldığı bir çağrı aslında. Şiddet gören kadınlara, aile içi baskı gören çocuklara, şizofreni hastalarına, umut olmak amacıyla çekilmiş bir film. Umarız Yasemin Alkaya gibi çevresine duyarlı yönetmenler, yapımcılar artar ve sinemanın, sanat dışındaki bu tarz işlevlerini de doğru kullanarak, ortaya bunun gibi başarılı işler çıkar, toplumun o kabullenmiş ve monoton ruhunu şöyle bir silkeleyip kendine getirme görevini üstlenen böyle nice belgeseller izlemek umuduyla…
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1907

UMUT

Daha önce Maskeli Beşler’in yönetmeni ve senaristi olarak adını duyduğum için Murat Aslan’ın bir dram yazdığını ve yönettiğini duymak benim için şaşırtıcıydı. Ama ne dram!Film gerçekten çekim açıları ile, müziği ile, mekanları ile şaşırtıcı derecede iyi ve izleyiciyi kendine çeken, merak ettiren bir yapıda başladı. Bir o kadar da ciddi bir sanat filmi tadı alındı ilk dakikalarında… Fasulye adlı filmden ve birtakım TV dizilerinden tanıdığımız Selim Erdoğan ise iyi bir seçim, böyle bir dramda başrol olmak için.Film yaban ellerde hapis yatmış, yıllar sonra köyüne gelmiş ama hastalıklarla, ölümlerle karşılaşmış ve oğluyla yakınlaşmaya çalışan bir babayı tanıtıyor bize önce ve buraya kadar her şey akıcı ve merak uyandırıcı aslında.

Yılmaz isimli bu fedakar babanın, oğlunun hastalığı dolayısıyla, onunla İstanbul’a adım atmasıyla, film birden tarz, mod, dünya değiştiriyor adeta. Film, Zafer Algöz’ün ortaya çıkması ve fona Taksim’i almasıyla, renkli bir komedi filmine dönüşüyor. Espriler gırla gidiyor, bir an için hastalıkları ölümleri unutuyoruz Yılmaz’la birlikte. Yeni bir kadınla tanışılıyor, barlar, cazlar, Taksim’in arka sokakları, Türk Sanat Müziği… Neredeyse, zamanın Türk filmleriyle dalga geçen “Arabesk” filmini hatırlıyoruz… Köyde başlayan o sanat filmi tadı birdenbire kayboluveriyor ve film, “klasik bir Yeşilçam’mış bu?” düşüncesiyle baş başa bırakıyor bizi… Sonra Taksim sokaklarına ve bu renkli komediye, dram sızmaya başlıyor… Ama ne dram… Hasta çocuk, bir türlü başı beladan kurtulmayan kadın karakter, otel odalarında, Eşkıya filminden apartılmış, yalnızlıklarıyla yüzleşen yaşlılar ve elbette çıkmazlar içinde bir baba… İnsanız, gözlerimiz doluyor. Hatta, düpedüz ağlıyoruz…

Fakat bir süre sonra, bazı şeylerin, “fazla Türk filmi olması” devreye giriyor… Keder, sonsuz şanssızlıklar, herkesin ellerinin kollarının bağlı oluşu, mantıksız olaylara kimsenin bir dur demeyişi ve en kötülerin hep başrol oyuncumuzun başına gelişleri, normalde tıp dünyasında asla yaşanmayacak olayların çok normalmiş gibi kabul görmesi, haddini aşıyor bir noktadan sonra… Evet ağlıyoruz, insanız, ama bir yandan da diyoruz ki, gene sömürüldüm. Evet, gene aynı klasik: bir duygu sömürüsü geleneği… Babam ve Oğlum’a, “özellikle düşünülmüş bir duygu sömürüsü”, “ağlama garantili film” gibi eleştiriler gelmişti. Umut, Babam ve Oğlum’u kurtarıyor ve tüm bu eleştirileri kendi üzerine almakta bir sakınca görmüyor. Bu kadar da olmaz ki dedirtiyor, seyirci, altyazı ile, “bu bir Türk filmidir, alıcınızın ayarlarıyla, gözlerinizin yaşlarıyla oynamayınız” uyarısını bekliyor adeta. Bir Umut’la izlenmeye başlanan film, sonunda, Türk filmi klişesi bitmeyecek mi, umutsuzluğuyla baş başa bırakıyor bizi ve geriye sadece, 6-7 yaşlarında olduğunu düşündüğüm küçük oyuncunun ne kadar başarılı olduğunu düşünmek kalıyor. Ağlama garantili!
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1900