Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds)

Soysuzlar Çetesi, nasıl ki Tarantino için zor bir sınavsa, bir Tarantino filminin kritiğini yazmak da benim için o denli zor. Zor, çünkü hissettiklerimi, hissettirdiklerini kelimelerle ifade ederken sanki yetersiz kalacak birşeyler var.

Tarantino western filmlerini seviyor. Tarantino uzakdoğu filmlerini seviyor. Tarantino sinemayı seviyor. Tarantino spagetti western de denilen bu janraları yalamış yutmuş. Artık yönetmenliğini, yapımcılığını, yardımcı yönetmenliğini bilen biz izleyiciler, Tarantino’ya ait bazı takıntılardan haberdarız. Seçtiği müzik, seçtiği kadrajlar, seçtiği renkler, seçtiği diyaloglar, artık “Tarantino filmi” denen algıyı yaratmış durumda.

Buna feci halde karşı çıkanlar da var tabii, tevellüt olarak daha da gerileri bilen, geçmiş zaman olur ki westernlerini Tarantino kadar olmasa da yalayıp yutan bir izleyici kitlesi de var ki, onlar Tarantino’nun bu işleri için, geçmişten birebir kadraj, senaryo, fikir çalıp, modernleştirip, pop haline getirip yeniden üretip satıyor diyorlar. Bu doğruysa bile, bence bir başarı.

Tarantino takıntımızı bir kenara bırakırsak (o kendi takıntılarını bir kenara bırakmıyor ama…), film ikinci dünya savaşının sonlarına doğru Nazi işgali altındaki Fransa’da geçiyor. Tarantino ilk kez Adolf Hitler gibi gerçek tarihi karakterlerle karşı karşıya getiriyor bizi. Evet, çok ciddi. Ama merak etmeyin, Tarantino esprileri her yerde, bu kadar ciddiyetle bu kadar ciddiyetsizliğin birarada olduğu başka film yoktur belki de…

İkinci Dünya Savaşının sonlarında geçtiğine bakıp da savaş izleyeceğinizi sanıyorsanız aldanıyorsunuz, evet şiddeti gözümüze soka soka izletmeyi seven Tarantino, kesik başlar, yüzülmüş deriler gösterecek elbette bize, ama her zaman olduğu gibi gene derdi, savaşı anlatmak, tarihi bir film çekmek değil Tarantino’nun. Savaşı eline bir boya gibi alarak, sinema yapmak onun amacı… Sinemayla neler yapabileceğini kanıtlamak adeta… Uzun, anlamlı, hastalıklı diyaloglar, içlerine girebildiğimiz, her bir mimiğinin elle tutulur olduğu karakterler, dramatik bir kurgu, aksanlar ve dilleri kullanarak adeta oyun oynayan bir yönetmen var karşımızda bu kez de…

Filme en hakim olan duygu gerginlik… Başladığı andan itibaren izleyicide “birşey olacak, bir fırtına kopacak, kopsun artık” hissi yaratıyor ama bunu klasik dın dın dın dın effektleriyle değil, bilakis, sessiz, müziksiz, sadece planlar ve diyaloglarla başarıyor.

Brad Pitt ve Christoph Waltz’un performansları tartışılmaz…

Gereksiz ve laubali bir film gibi görülebilir. Ne yapmaya çalışıyor bu adam ya dedirtebilir. Ama bu filmin resmiyetten uzak bir film olduğunu kabul ederek izleyecekleri güzel bir deneyim bekliyor.

Son olarak da beni düşündüren şu oldu, Naziler, İngilizler, Yahudiler, Almanlar… Vahşet, kin, hırs, cinayet, satılmışlık, ihanet, düşmanlık…. Ve Tarantino, tarzının farklılığıyla, bütün bunlardan değil de sinematik duruşundan konuşturmayı başarıyorsa, saygıyla eğiliyorum. Ülkemizde bu tarz hassas noktaları kaşıyan bir film, üzerine üstlük, laubali bir tavır takınsaydı, ne tarz iç savaşlar çıkardı film sonrası, düşünülesi…

Battle for Terra(Terra’yı Kurtarmak)

Biz insanlar, tarihimizi, geçmişte yaşanan savaşları unutmamak ve binlerce yılın öcünü almaya devam etmek için bir hafıza oyunu haline getirmeye devam edelim, bulutların üzerinde yer alan, yerçekimi olmayan gezegen Terra’da, barışın yolu bulunmuştur bile: geçmişi unutmak, unutturmak, öğretmemek, hatırlatmamak. Terra’da “bugün” vardır. Ve bugün herkes barışın peşindedir. Geçmiş acılıdır, anneler ölmüş, babalar sakat kalmıştır ama geçmişi bugüne taşımayı değil, bir yerlere gömmeyi tercih eder Terra’lılar ve çocuklarına savaş diye bir kelimenin anlamını dahi öğretmezler. Müzik gibi birçok sanat, şükran duyguları ve armoni içinde geçen güzel günler, insan denen yaratığın Terra’ya adım atmasıyla bulanıklaşır.

İnsanoğlu, Dünya’da, tüm doğal kaynakları tüketmiş, kendi sonunu hazırlamış ve kendiyle birlikte Venüs ve Mars gezegenlerini de yok etmiştir. Bu sebeple canlı kalan bir grup insan, çok uzun süre uzay boşluğunda, bir uzay gemisi içinde yaşamak zorunda kalmış, kendisine yeni yuva olacak gezegeni aramak durumundadır. Terra ismini verdikleri bu gezegen onların tek şansı gibidir. Fakat bu gezegende oksijen yoktur, oksijen Terra’lıları, buranın havası ise insanları zehirlemektedir.

İnsanların başındaki general, Terra’lıları yok edip bu gezegene oksijen yükledikten sonra, buraya sahip olmaktan başka bir yol olmadığını düşünmektedir. Ve, savaşı unutmuş olan Terra’lıların komutanının dediği gibi, gerçek şu ki, barışçıl fikir bile kendini savunmak için saldırıya cevap vermek zorundadır. Ve işte kaos.

Bilim-kurgucuların bu animasyon filmden çok büyük keyif alacakları kesin. Bu hayal gezegendeki mimari yapı, renkler, effektler, müzik, özenilerek hayata geçirilmiş… Hayal gücünün doruklarda olduğu bir gelecek senaryosu filmiyle karşı karşıyayız aslında. Yani bu ütopik animasyon görüntülerinin arkasında şu gerçekçi mesaj var, dünyamıza bu kadar zarar vermeye devam edersek, başka bir şehir, başka bir ülke değil, başka bir gezegen aramak zorunda kalabilir, savaşlar başlatabilir, yok edebilir veya yok olabiliriz. Fakat yönetmenin röportajlarında bahsettiği gibi aile dostu bir film olduğunu söylemek zor. Yönetmene kalsa bu film, çevreci yaklaşımıyla, gelecek kuşaklara güzel mesajlar veriyor, doğamızı korumalıyız diyerek çocukları eğitiyor. Dünyamızı korumak gerektiği fikrinin aileleri konuşturacağı bir film olduğunu söyleyen yönetmen belki haksız değil, evet gerçekten de film, olası bir gelecek senaryosu olarak beynimizde düşünceler oluşturuyor fakat çocukların, hatta herkesin bu mesajdan önce görecekleri başka şeyler olduğunu düşünüyorum. Herşeyden önce insan savaşçı bir yaratık. Yaşamak için öldürmek gerekli diyor. Arayı bulmaya niyeti yok. Tamam var, ama binde bir. Umut mu umutsuzluk mu?

Dünyamızı koruyalım’dan önce bu filmde almamız gereken mesaj bana kalırsa “insan” olmanın üzerine gitmek olmalıdır. Bir bilim-kurgu şaheseri olan kült film Dark City’yi hatırlarsak, uzaylılar, insan olmayı anlamak ve öğrenmek için insan beyninin içine giriyorlardı ama insan olmanın beyinde değil kalpte olduğunu kaçırıyorlardı. Burada kulağı ters göstererek aynı mesajı almak mümkün aslında. İnsan olmayı unutmadığımız müddetçe, vicdan, duygu, zeka gibi yeteneklerimizi kullanmayı unutmadığımız müddetçe savaşlar olmayacak, menfaatler için bile olsa orta yol bulunacaktır. Bunları düşündürdüğü için başarılı bir animasyon film diyebiliriz. Hem bu ideolojilerin, hem animasyonun hem de bilim kurgunun meraklısı olanlar kaçırmamalı.

Hayalet Sevgililerim (Ghosts of Girlfriends Past)

Filme de uyarlanmış bir Charles Dickens eseri, “A Christmas Carol” adlı romanın konusunu hatırlatan bir hikayesi var filmin. Noel gecesi üç ayrı hayalet tarafından ziyaret edilen baş kahraman, geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğiyle yüzleşmek durumunda kalıp iyi bir insan olmaya karar verir. Filmde de yakışıklı aktörün canlandırdığı karakter, abisinin düğünü öncesi, inanmadığı aşk ve evlilik kavramlarıyla ilgili hayaletlerle karşılaşır ve geçmişini şimdiki zamanını ve geleceğine uzaktan bakarak yaptığı yanlışları farkeder.

Filmin başrol oyuncuları Matthew Mcconaughey ve Jennifer Garner rollerinin hakkını vermişler, fakat filmde Micheal Douglas’ın varlığı vasat bir pastanın üzerindeki muhteşem krema gibi olmuş. Çapkın kurt rolüyle daha önce çok fazla karşımıza çıkmamış olan Douglas, Wayne amca karakterinde gerçekten izlemeye değer bir performans göstermiş.

Daha önce Spiderwick Günceleri gibi bir fantastik filmin yönetmenliğini yapmış olan Mark Waters, genelde komedi filmlerini ve fantastik öğeleri tercih ediyor olacak ki, bu komedi olduğu kadar gerçekçi ilerleyen filmin içinde de hayalet, geçmişe ve geleceğe gitme gibi olgulara yer vermede bir sakınca görmemiş. Fakat filmi masalsı bir hale de dönüştürmemiş. Filmin karakterleri bir anda bambaşka bir yerde bambaşka bir zamanda da olsalar, puf diye yok da olsalar, film gerçeklik duygusunu kaybetmemiş, efektler bu anlamda çok sade kullanılmış. Bu yerinde bir karar mıydı yoksa daha masalsı bir film olsa daha mı keyifli olurdu tartışılır tabii.

Filmin senaryo anlamında daha derinine inersek; küçük yaşta annesini ve babasını kaybedince çapkın amcası tarafından büyütülen ve 17 yaşında yaşadığı bir aşk kırıklığı yüzünden amcasına benzemeyi tercih eden ünlü fotoğrafçı Connor, sonunda aşka, bağlılığa ve evliliğe inanmayan, sadece cinsellik için kısa ilişkiler yaşamayı tercih eden, üstelik bu halinin çok normal olduğunu yüksek sesle savunmaktan da oldukça hoşlanan biri olup çıkar. Abisinin evlenme kararı üzerine onu da bu işten vazgeçirmek ve herkesin keyfini kaçırmakla meşgulken, birden karşısına ölmüş olan amcasının hayaleti çıkar ve amcası ona yanlış bir yolda olduğunu söyler. Daha sonra da ilk birlikte olduğu kız arkadaşının hayaletiyle birlikte, yaptığı hataların üzerinden giderek, böyle giderse yalnız öleceğini fark eder.

Bu hayalet meselelerini masalsı yapmayarak yönetmen belki de şunu vurgulamaya çalışmış; aslında Connor’un gerçekten hayalet mayalet gördüğü yok, fakat Connor, abisinin evlenmeye karar verişiyle birlikte kendisiyle ilgili bir vicdan muhasebesine girer ve aslında farkında olduğu bu yanlış hayatı sorgular. Fakat her şey nasıl bu kadar çabuk olur, bir-iki gecede insan bu kadar çabuk değişebilir mi soruları yanıtsız kalıyor elbette.

Espriler oldukça hoş, oyuncular da kendini izlettiğine göre, çok fazla sorgulamadan izlenecek hafif bir yaz romantik komedisi.