Cash

İsmindeki S harfinin dolar işareti olması ve isminin bizatihi kendisinin de çağrıştırdıkları ile kafamda az çok bir şeyler oluşmuştu filmle ilgili, filmin Fransa’da, Paris’te geçiyor oluşu ise heyecan vericiydi. Evet, tahmin edeceğimiz üzere bir soygun filmiyle karşı karşıyayız. Cash, yakışıklı aktör Jean Dujardin’in canlandırdığı karakterin lakabı. Kendisi, Paris’in en seçkin dolandırıcılarından biri. Amacı büyük bir elmas soygunu gerçekleştirmek. Ama biz bunu filmin ortalarında anlıyoruz.Film, dev bir yatırım binasına böcek ilaçlamak amacıyla giriyormuş gibi görünen ama içerde başka işler çevirirken öldürülen bir adamı göstererek açılış yapıyor, sonra onu orada bırakıp, bir fotoğrafta yanında bulunan Cash ve onun hayatından devam ediyoruz. Karışık anlatım yöntemini özellikle seçtiğini düşündüğüm filmde başta ölen adamla Cash’in kardeş olduklarını ve Cash’in dolandırıcılık dışında kardeşinin intikamını almak gibi bir planı da olduğunu er geç/zar zor anlıyoruz.

“Hikayenin Paris’te geçiyor olmasını da kullanalım” mantığıyla yazıldığını düşündüren bazı sahnelerde, Cash’in aşık olduğu kadına yaptığı jestler ve o andaki mekan görüntüleri, filmi bazen hareketli bir soygun filmi olmaktan çıkarıyor gibi oluyorsa da birdenbire gene kendimizi bir koşturmacanın içinde buluyoruz. Ama ne koşturma… Lock, Stock and Two Smoking Barrels, Snatch veya Oceans Eleven gibi filmlerin olmazsa olmazı karışık kurgu tekniği ve hızla ilerleyen olaylara alışığız seyirci olarak. Bunlara karşı eğitilmiş bilincimiz ve gözlem gücümüz. Ama bu filmdeki koşturmaca, karışık kurgu kullanımı, gerçekten neredeyse rahatsızlık verici derecede düzensiz ve oturmamış durumda. Üstelik elmas soygunu sahneleri nerdeyse Ocean’s Eleven filminden apartılmış. Sahneleri ikiye üçe bölerek, dikkat çekici yerlerde dondurarak, tamamen Snatch ve Ocean’s Eleven çakması diyebileceğimiz kurgu teknikleri kullanılmış.Senaryo oldukça karışık. O kadar çok detay var ki, bir dizi haline getirilebilirmiş. Detay iyidir, ama düzensiz ve takip edilemez şekilde kullanıldığında detay dediğimiz şey gereksiz’e dönüşür. Devamlı bir kimin eli kimin cebinde, kim kime tuzak kuruyor heyecanı yaratılmaya çalışılmış ama bu karmaşıklık bir süre sonra insanı yoruyor ve ne olacaksa olsun dedirtiyor.

Filmde Jean Reno’nun varlığına ise değinmek bile istemiyorum çünkü yapıştırma bir karakter gibi duran rolüyle gerçekten “çok sevilen bu ünlü aktörü de filme koyalım” durumu olduğu fazlasıyla belli oluyor. Jean Reno’nun artık bu cankurtaranlıktan vazgeçmesi gerektiğini düşünüyorum. Kendisini gerçekten onun üzerine yazılmış filmlerde izlemeyi özledik.Maalesef türe yeni bir şey katmayan, soygun filmi denince elinde ne varsa harmanlama yoluna gitmiş ama onu da gerektiği gibi düzenleyememiş bir senarist/yönetmen filmi.

Dağların Hakimi

İspanyol yönetmen Gonzalo López-Gallego‘nin son filmi Dağların Hakimi, İspanya’nın izbe, kırsal ve karışık yollarında arabasıyla ilerlemekte olan Quim ile tanıştırır önce bizi. Avrupa sinemasının şikayetçi olmadığım yakın plan çekimleriyle, ilk tanıştığımız karakterle daha baştan özdeşleşiriz. Daha sonra öğreneceğimiz üzere sevgilisiyle arası kötü olduğu için ona doğru yol almakta olan Quim, benzin almak için durduğu istasyona girer, orada bir kadınla yolları/hayatı kesişir ve işte Quim:dünyanın en bahtsız insanının başına gelenler bir bir sıralanır.Kesinlikle kabul etmek lazım ki merakı, şüpheyi ayakta tutan bir yapıya sahip bu film. Seslerin kullanımı da oldukça etkileyici, toprak yolda giden arabanın sesi, toprakta yürüyen Quim’in ayak sesleri, nereden geldiği başta belli olmayan bir elma ısırışı sesi, nefes alış veriş sesleri… Filme doku katan detaylar olmuş bunlar… Yakın plan ve sesler sayesinde sanki oradayız, Quim ile birlikte o klostrofobik arabanın içindeyiz ve ne yapacağımızı bilmiyoruz.

Quim’in neden o yola çıktığını uzun süre, hayatına giren Bea’nın neden o yola çıktığını ise filmin sonuna kadar öğrenmememiz, filmde varolan gizem duygusunu iyice artırır ve insanda hem “nasıl olsa sonunda öğreneceğim”, hem de “hiç öğrenmesem mi acaba” gibi düşünceler uyandırır. Filmin gene Avrupa filmlerine özgü sakin havası ise başta bu filmde çok da fazla gerilim yaşamayacağımızı, kanla, silahla işimiz olmayacağı duygularını yaşatsa da, filmde şiddet, gerilim ve hatta vahşet, resmen dozajı belirli bir şekilde artarak ortaya çıkar. Bu anlamda, bir sonraki karede ne olacağını pek kestiremeyiz. İspanya’nın doğasından olağanüstü şekilde faydalanmış olan yönetmen, görüntü ve kurgu anlamında gerçekten harikalar yaratmış. Klostrofobik ve gergin olan konuya rağmen insanın içine aslında konuda hiç de yeri olmayan bir ferahlık duygusu veren geniş plan çekimler, ormanın dar yollarından bile karakterlerle birlikte yürüyoruz hissi uyandırır.Filmin sonlara doğru gizeminin ortaya döküldüğü noktada, akıllara Sineklerin Tanrısı’nı getiren, insanın kaç yaşında olursa olsun içinde barındırdığı şiddet unsurunu ön plana çıkaran sahneleri de gayet başarılı bulmak mümkün. Film bittiğinde ise insanı rahatsız eden his şu oluyor: Eeee??

Kanımca burada hatayı senaryoda aramak gerekiyor. Bir olaylar silsilesi izliyoruz ve elde güzel doneler var, bir yerlere bağlanacak doneler ama senarist bu olayları hiçbir yere bağlama telaşında değil. Böyle böyle iki kişi vardı, başlarına bunlar geldi deyip çekiliyor. Evet özellikle Avrupa sinemasında kamerayı gündelik olaylara sokup çıkarmak ve hiçbirşey dememek var ama bu filmde olan bitenler gündelik olaylar değil ve bir şey, hatta çok şey denecekmiş gibi duruyor ama denmiyor. Şunu diyebiliriz ki bu film, tam Sineklerin Tanrısı’ndaki gibi insanın içindeki şiddeti anlatacakmış gibi olurken kaçıyor. Tam politik bir eleştiri yapacakmış gibi yaparken kaçıyor, tam bir aşkı anlatacakmış gibi yaparken kaçıyor, tam insan doğasını anlatacakmış gibi yaparken kaçıyor. Bu da film bittiğinde, “çok heyecanlandım, çok etkilendim, ama sonuç?” gibi bir nevi yarım bırakılmış hissi yaratıyor. Gonzalo López-Gallego, oldukça başarılı olduğu yönetmenliğine, senaryoda da aynı başarıyı eklerse, çok başarılı İspanyol filmler izleyeceğimizi söylemek mümkün olur ilerde.