50. Altın Portakal İzlenimlerim

 

Bu festivalde ulusal yarışmada yer alan uzun metraj yerli filmlerin biri hariç hepsini izledim. Yabancı seçkiye Asghar Farhadi’nin The Past adlı filmi dışında maalesef hiç zaman ayıramadım. 2 adet yarışmada olmayan uzun metraj, 5 adet te kısa film izledim.

Yarışma filmlerini izlerken dikkatimi çeken şunlar oldu.

1- Adana seçkisindeki filmler daha profesyonel, daha eli ayağı düzgün, daha üzerine konuşulası, dramatik yapıları ve teknikleri daha sağlam filmlerdi. Antalya’da neler izleyeceğiz kimbilir derken üstüste izlediğimiz birkaç film, sanki amatörüz, ilk filmimizi hasbel kader çektik, bir izler misiniz diyen yönetmenlerin bu ilk filmlerini değerlendiriyormuşuz izlenimi yarattı bende, sıkıcılık, amatörlük, teknik eksikler had safhadaydı. Fakat ilk başta bu denli şaşkınlıkla eleştirdiğimiz filmlerin bazıları festival boyunca beynimizde döndükçe, amatör ruh da olsa sevilecek, ümit bağlanacak yerler keşfetmeye başladık. Uvertür’le ilgili fikrim her gün değişti mesela:) Sanırım mesele biraz da “50. Altın Portakal bu, dile kolay” beklentisiydi, ki haksız bir beklenti de sayılmaz. Elenen filmler kimbilir nasıldı diye düşünmeden edemedik.

2-Kürt sineması kısa filmlere de belgesellere de uzun metraj dramatik filmlere de çok hakimdi. Gezi ruhu da aynı şekilde. Çoğu filmden sonra sloganlar atıldı, kimisinde gergin anlar yaşandı, ateşli tartışmalar oldu. Saygı çerçevesinin aşıldığı noktalar olsa da sonra herşey tatlıya bağlandı, çok zıt grupların sonradan otel lobisinde arkadaş olduklarına şahit oldum.

3-Ödüllerde en iyi film ödülünün yine iki yapıma verilmesi illallah dedirtti. En ve iki aynı cümlede olmuyor, keşke o filmlerden birini başka bir kategoride ödüllendirseler. Bu iki filmden Kusursuzlar gerçekten de festivalin en iyi filmiyken, benim maalesef izleyemediğim tek yarışma filmi olan Cennetten Kovulmak filminin en iyi film ödülünü hakedip haketmediği de çevremde tartışılmaktaydı.

4-Bir başka tartışma da Mavi Dalga adlı filmin En İyi Senaryo ödülü alması ve filmin yönetmen ve yapımcılarının Altyazı tayfasından olup, arkadaşlarının da filmi olumlaması üzerine çıktı. Yönetmenin ödül alırken “dramatik olmayan biçimlerde de senaryo yazılabilir” açıklaması eleştirilmekte halen. Şahsi kanaatim şudur, film bana hiçbirşey anlatmadı, senaryo bakımından eksikleri varken senaryo ödülü alması bana da enteresan geldi fakat bir filmi beğenmek beğenmemek konusundaki tartışmalar çok da sağlıklı yürümüyor ne yazık ki, birtakım yazarlar nasıl beğenmezsin gibi bakarken birtakım yazarlar da beğenme sebebin nedir’e takıyor, bence bir film eleştirilere açık olmalı ve eleştiriler de beğendim, beğenmedim düzeyinde kalmamalı bu tartışmalar içinde elbette. Ben yaptım, oldu’cu da olmamak lazım tabii…

Gün sırasıyla izlediğim filmler ve görüşlerim (ödül töreni öncesi yazdığım bu yazıda bu yüzden “ödül alabilir, alamaz” gibi cümleler olabilir, tek tek güncellemek istemiyorum affınıza sığınarak.) 

The Past: Asghar Farhadi’nin son filmi beni çok etkiledi. Herşeyden önce kurgu ve senaryo anlamında sorunsuz, temiz bir sinema filmiydi. Üstelik dramatik açıdan etkileyici ve merak uyandırıcı bir yapısı vardı, çözülmeler filmde çok iyi konumlandırılmıştı ki sinema izleyicisinin bir filmi ilgiyle izlemeye devam etmesi için önemli unsurlar bunlar bence. Festivalde bir meslektaşım yönetmenin filmlerinde kadını koyduğu yerden memnun olmadığını söyledi, tartışılabilir bir konu çünkü bundan önceki filmlerinde de biliniyor ki Farhadi, olayları, ilişkileri erkek egemen düzenden yansıtıyor. Daha önceki filmlerinde de kadınlar genelde erkek baskınlığını yaşasalar da düzen bozulmasın diye yalan söyleyen, sır saklayan kişiler olarak resmediliyor. Aslında The Past’ta ilk bakışta kadın daha baskın görünüyor. Fakat burada da erkekler çok masum ve düzgün karakterler olarak resmedilmiş, kadın ise her türlü -insani- zaafıyla eleştiriye çok açık vaziyette. Ama bu eleştiri, bu filmi başarılı ve etkileyici bir sinema filmi olarak anmamı engellemiyor. Farhadi’nin insanların karanlık taraflarını, zaaflarını, egolarını, çelişkilerini masaya yatırışını seviyorum. Açıkçası festivalde ilk gün izlediğim ilk film olmasına rağmen uzun süre aklımda dönüp durdu ve sonrasında izlediğim hiçbir film The Past kadar etki bırakmadı üzerimde.

Sev Beni: Yakınlarda aynı konuyu işleyen iki film daha izlemiştik: Elveda Katya ve Öyle Sevdim ki Seni. Bu üç film de Rus kadınlarına olan önyargıyı merkezine almış filmler. Diğer iki filmde Karadeniz’e gelen Rus kadınlarının yaşadığı sıkıntıları izlemiştik, farklı olarak Sev Beni ise bu kez Kiev’e götürüyor bizim Türk erkeklerini ve oradan bakıyoruz bu önyargıya. Filmin eski yeşilçam filmlerimizi andıran bir yapısı var, zor ve ağdalı aşkları izlemeyi seviyor seyircimiz bu açıdan bir sıcaklığı var diyebilirim, bir de Murat Şeker ile Güven Kıraç’ı yan rollerde keyifle izledim. Fakat filmin aşırı testosteron yüklü hali bir süre sonra beni rahatsız etmeye başladı açıkçası. En sıkıntılı durum ise ana karakterlerin yaşadıkları bu aşka inanmamış olmam; inanmadığım yaşadıkları durum değil, aşk her durumda gerçekleşebilen, o açıdan sorgulamayı düşünmeyeceğim bir olgu fakat karakterlerin aralarında aşk hissetmemekle ilgili bir durum bu. Bana o duyguyu geçiremediler ne yazık ki ve film ilerledikçe ucuz bir duygusallığa dönüştü adeta. Senaryoda mantık boşlukları da hakim, benim açımdan festivalin zayıf halkalarından ama jüri farklı düşünüyor olabilir, çevremde olumlu konuşmalar da duydum filmle ilgili…

Uvertür: Duygularımın karışık olduğu birkaç film var festivalde, bunun en güçlüsünü ise Uvertür’de yaşıyorum. Uvertür aslında özellikle görüntü ve sesteki büyük teknik sıkıntılarıyla, amatör bir öğrenci filmi tadı veren, hatta keşke kısa film olsaymış dedirten bir yapım ilk kertede. Fakat filmdeki ana karakteri çok yakın plan ve çok derinlemesine takip ediyor oluşumuz, kişinin bozuk psikolojik durumunun filmde pek de alışık olmadığımız halüsinatif görüntülerle yansımaları, o yağmurlu havanın yarattığı atmosfer, iş hayatına dair ortaya koyduğu meselesi ve düzeni eleştirişini çok gerçek diyaloglara yerleştirişi, başrolde izlediğimiz  Burak Türker ‘in başarılı performansı, filmin ayrıksı bir yerde durmasını sağlıyor bana göre. Yönetmenin ilerki işlerinde teknik sıkıntılarını aşabilirse çok farklı işler yapabileceğine inanıyorum.

Meryem: Yönetmeniyle beyazperde.com için röportaj yapmak sebebiyle festivalden önce izlediğim ve beğendiğim bir film olmuştu Meryem. Yönetmeninin de reddetmediği bir şekilde çok alışık olduğumuz bir dramatik konusu ve yapısı var Meryem’in. Akşehir ve Beyşehir’de çekilen filmin görselliği ise müthiş. Mustafa Uzunyılmaz ve Zeynep Çamcı da oyunculuk performansı anlamında gayet başarılılar. Festivalde şansı yüksek, Türkan Şoray’ın filme bayılacağı konusunda herkes hemfikir.

 

Evacık: Festivalde izlediğim ilk kısa film. Ziya Demirel’in üçüncü kısa filmi olan Evacık, sevgili olduklarını anlayacağımız iki karaktere ve sonra da sadece kadın tarafına odaklanıyor. Sessiz ve kırılgan Eva, anatomi öğrencisi sevgilisi Milan’ın her dediğini kabul eden, tepkisiz biridir. Ancak evde yalnız kaldığında, yine konuşmadan, biz izleyicilere gösterebilecektir içine attığı hüznü, öfkeyi…Mİlan eve döndüğünde herşey aynı şekilde devam edecek gibidir… Teknik açıdan pırıl pırıl bir film, oyuncu seçimleri de başarılı. Türkiye-Çek Cumhuriyeti ortak yapımı olan film, 14 dakika sürüyor. Tek planda çekilmiş olan Evacık, belli ki bütçesini farklı mekanlar, lojistik, farklı eşyalar gibi detaylarda harcamak yerine teknik açıdan tertemiz bir görüntü sunmaya odaklanmış. Uzun metraj da çekmek ister mi diye sormayı unuttum söyleşide kısa filmcilere ama ben bu film tadında bir uzun metraj film izlemek isterdim.

Jinekolog ve Tercümanı: Olay yaratan film! Şaka yapmıyorum, bu filmin gösterimi ve yönetmeniyle söyleşi esnasında salonda olaylar çıktı, büyük tartışmalar ve salonu terketmeler yaşandı. Yönetmen kendi yaşadığı bir hikayeyi öyküleştirerek film çektiğini söyledi.Film, Fransa’da jinekoloğa giden 4 göçmen kadının yaşam dramını sergiliyor… Jinekoloğun göçmen hastaları ile iletişimi için Türkçe ve Kürtçe çevirmenliğini yapan Zelal hayatını serbest tercümanlık yaparak kazanıyor. Film ilginç famat bazı politik mesajlar çok kör gözüm parmağına şeklinde karakterlerden birine söyletilmiş. Söyleşi esnasında yönetmen Kudret Güneş Kürdistan diyince salon ayağa kalktı.

Çözüm: Sadık Demiröz’ün 3 buçuk dakikalık kısa filmi bir kadının yüzüyle açılıyor. Güzel ve gülümseyen bir yüzle karşı karşıyayız. Daha sonra hiç kamera hareketi olmaksızın kadının yüzünün üzerine çizikler gelmeye başlıyor. Fakat bu çizikler direkt olarak yüzüne değil, yani kan akıtacak şekilde değil, ekrana/perdeye çizikler atılıyor adeta. Çizikler arttıkça gülümseyen surat endişeli surata dönüşüyor. Çizikler o kadar artıyor ki artık yüzü göremeyeceğimiz hale geliyor. sonra kadın eliyle bir hamle yaparak o çiziklerin olduğu alanı adeta bir sayfa gibi yırtıp atıyor ve tertemiz bir “sayfada” diyelim yine o mutlu ve net suratla karşı karşıya kalıyoruz.
Aslında bu bir film mi yoksa sinemanın sadece çekileni kurgulananı “gösterme” özelliğini kullanan bir deneme mi emin değilim. Zira “movie” kelimesi move kelimesinden gelir, yani içinde hareketin sıfıra yakın olduğu bu deneysel çalışmaya ben bir kısa film diyemiyorum sanırım. Evet, çok anlamlara gebe, birçok okuma yapabilirsiniz, insanın yeniden başlaması, umut, varoluşsal yaşam gayreti, hepsi söylenebilir ve elbette bu görsel bir sanat, ama kısa film değil.

Kapsül: çok güzel bir kısa film. Polisin attığı gaz bombası kapsüllerini toplayıp satarak para biriktirmeye çalışan iki çocuğun ve ablalarının hazin hikayesi gayet güzel senaryolandırılmış, kurgulanmış. Uzun metraj da çekebilir bu yönetmen gibi geldi… Kapsül’ü buradan izleyebilirsiniz:

Üç Yol: Bu film bu sene yarışmıyor fakat merak edip izledim….Genç kuşaktan şair, hikaye ve senaryo yazarı, kısa filmci Faysal Soysal’ın uzun metraj filmi. Tasavvufla ilgili bir mesnevi olan Yusuf ile Zeliha’ya bol bol göndermeler içeren film, masalsı bir atmosfere sahip ama bir yandan da Bosna Savaşı ve Srebrenitsa Katliamı gibi iki gerçek olguyu konu alıyor. Duygularımın karışık olduğu festival filmlerinden bir tanesi daha… Güzel yanları var, sarkan yanları var…

Daire: Adana’da yarıştığı için burada yarışamadı Daire. Festivalde izlediğim filmler arasında en beğendiklerimden… Yönetmeniyle röportaj yaptım, yakında beyazperde.com’da. Film felsefi söylemler ve sorular içerirken kadere odaklanıyor. Kentte üniversitedeki öğretim görevini kaybettikten sonra bir kasabada kullanılmayan bir havaalanında güvenlik görevlisi olarak çalışmayı seçen Feramus ile çalıştığı taşra belediye tiyatrosu kapatılınca hayatla inatlaşmak adına bir camide ölü yıkayıcı olmayı kabul eden Betül’ün fırsat bulamadıkları hüzünlü aşklarını anlatıyor.

Kısa Film: Yönetmenliğini ve senaristliğini Ali Kemal Çınar’ın üstlendiği yapım, kısa film yapmak için yola çıkan bir sinemacının hayalini gerçekleştirme sürecini takip ediyor. Maddi olanaksızlıklar içerisinde bu hedefi uğruna çevresinin tepkilerini çeken kahraman, kendi bildiğinden şaşmadan amacına ulaşabilecek midir? Amatör oyuncularla çekilen film, sinema yapma sevdasındaki kısa filmcilerin ortak dertlerini yansıtma noktasında başarılı bir kaç diyalog içerse de özellikle başrolün hemoroid hastalığının altının çok fazla ve gereksiz yere çizilmesi filmi sıkıcı bir havaya sokuyor, amatörlükten kaynaklanan teknik sıkıntılar da cabası…

Uzun Yol: Festivalin en ciddiye alamadığım, en zayıf halkası olduğunu düşündüğüm film. Kurgu hatası bile içeriyor, özensiz bir çalışma. Selvi Boylum gibi bir hava yakalamaya çalışmışsa da önünden bile geçememiş, dalga geçer gibi tiradlarla son bulan film, büyük hayalkırıklığı…Sinema bu değil.

Mavi Ring: Belgeselimsi bir yapısı var Mavi zring’in, gerçek hikayelere dayanıyor, Eskişehir Devlet Hastanesi’nde uzman doktor olarak çalışan Pınar, bir gece yarısı başhekimlikten aldığı bir görevle, daha önce görmediği bir yere gönderilir. Daha önce hiç dikkat etmediği bir bölge olan bu yer bir hapishanedir. Bu büyük hapishanede, muhalefet yapmakta olan örgütlerin Kürt siyasi tutukluları bulunmaktadır ve bu tutuklular hapishane yönetimini ve adalet sistemini protesto etmek için açlık grevine başlayalı bir ay olmuştur. Hapishane yöneticileri ve bakanlık üyeleri ise tutukluları sevk edip hapishaneyi kapatarak olayı örtbas etmenin peşindedir ve Doktor Pınar’ın hapishaneye çağırıldığı gün tutuklular sevk araçlarına doluşturulmuştur bile. Pınar’dan beklenen şey ise olayı örtbas etmeleri için kullanacakları bir doktor imzasıdır ama Pınar bunu yapamaz.Fuat Kav’ın kitabından esinlenilerek beyazperdeye aktarılan filmin yönetmen koltuğunda Ömer Leventoğlu bulunmakta… Sinematografik anlamda maalesef çok yetersizama anlattığı konunun önemi bakımından es geçilemeyecek bir yapım. Yaşanan zulüme “dışardan bakanlar” meselesi filmin en önemli kısmıydı bence. Gösterim sonrası insanlık onuru işkenceyi yenecek sloganları atıldı, bir de küçük kavga yaşandı maalesef…

Kusursuzlar: İşte festivalin tartışmasız en iyi filmi. 30’lu yaşlarındaki iki kız kardeş, çocukken gittikleri Ege kasabasındaki yazlıklarına bir süre dinlenmeye giderler. Beraber geçirdikleri süre boyunca geçmişten gelen yaşanmışlıklar peşlerini bırakmayacaktır. İlk uzun metrajlı işi olan Canavarlar Sofrası filmiyle ile yurt dışı ve yurt içi pek çok ödül alan Ramin Martin’in ikinci uzun metrajlı işi yine aile odaklı bir dram öyküsünü konu alıyor. Kadına şiddeti burjuva bir kesimde görmemiz ve yaşananların psikolojik çözümlemeleri filmin farkını yaratan öğeler…

Kutsal Bir Gün: İki kız kardeş hikayesinden sonra iki erkek kardeş hikayesi izlemek değişikti. Film bir güne odaklanıyor, bu 30-40yaşlarında abi kardeş hayatta başarısız olmuş tipler. Birlikte bir iş arama deneyimi yaşıyorlar olmayınca bunalıma girip eve kapanıp içiyorlar. Ev, yaşça küçük olan kardeşin evidir ve normal bir ev değildir. Kapısı olmayan bu eve girenin çıkanın haddi hesabı yoktur, normalde sık görüşmeyen abi kardeşlerden büyük olanı, kardeşiyle geçirdiği bu full günde onun hayatını çevreleyen olayları insanları durumları öğrenecektir bizimle birlikte. Sürekli içmekteler, diyaloglar da pek acayip, son dönem örnekleri artan absürd sinema fimlerine bir örnek bu da.
Ben pek sevdim. Gerçi senaryoda uzamış yerler var ve bazı gereksiz, karikatürize karakterler var. Biraz kesilerek çok daha efsane bir film olabilirmiş doğrusu. Başrolde uzun zamandır tedavi görmekte olan ve oyunculuğa ara vermiş olan Arda Kural ve Ali Düşenkalkar. Ali Düşenkalkar en iyi erkeği alabilir, çok başarılı…

Mavi Dalga: Balıkesir’de yaşayan Deniz, Türkiye’deki pek çok liseli akranı gibi üniversiteye hazırlanmakta ve yaşadığı kent dışında okumanın hayalini kurmaktadır. Yakın dostları Esra ve Gül ile beraber ortak bir ideali paylaşırlar.
Bir gün Deniz, kıymetli ve önemli bir tablonun yanmasından sorumlu tutulur. Hayatta erkeklere, geleceğe dair kafası karışıkken, ergenlik sorunlarından bunalırken bir de bu olay tuz biber ekmiştir. Aynı dönemde ülke çapında yaşanan doğalgaz sıkıntısı Balıkesir’i de etkiler. Bir süre sonra Deniz yaşadığı sıkıntılarda yalnız olmadığını fark edecektir. Bu film bana hiçbirşey anlatmadı. Taşra’da teenage olmak? Peki. Bence bir ilk film olarak derli toplu ama bütçesi de sağlam, ekibi de sinemacı insanlar, dolayısıyla derli toplu çelimler, kurgu, bunlar artı sayılmaz, olması gereken bu zaten. Senaryoda ise ciddi eksikler olduğunu düşünüyorum, sevemedim bu filmi. Konuşulan esas eleştiri ise filmin yapımcı ve yönetmeninin Altyazı dergi ekibinden kişiler olmaları ve dolayıdıyla sinema yazarlarının ‘ körler sağırlar birbirini ağarlar’ şeklinde övgüde bulunmaları üzerine…

Bu gece kapanış töreni ve kazananlar belli olacak…

Bir Altın Portakal daha bitti….