Öyle Sevdim ki Seni

İfakat adlı belgeselden sonra ilk kez uzun metraj bir kurmacaya imza atıyor Orhan Tekeoğlu. İzlemedim ama belgesel, Karadeniz’in köylerinde kadınların çektiklerine odaklanan bir yapımmış. Öyle Sevdim ki Seni’de ise yönetmen yine Karadeniz’de, bu kez, farklı versiyonlarının gerçekten de yaşandığını bildiğimiz bir öyküyü, Rus kadınların Karadeniz’e para kazanmak için gelip fuhuş yapmaya teşvik edilmesini, Karadenizli erkeklerin bu kadınlara kapılmasını ve Karadenizli kadınların da yuvalarının yıkılırken yaşadıklarını, bunlar yaşanırken meydana gelen önyargıları ve haksızlıkları konu almış.

Aynı konuyu ele alan başka bir Türk filmi izlemiştik geçen sene bu zamanlar: Elveda Katya. Yine Rus kadınlarının hep Nataşa olarak algılanması önyargısı ve Karadenizli erkeklerin düşüncesizce kendi ailelerini zedelemeleri konu alınıyordu. İki film de gerçek hikayelerden esinlenerek senaryolaştırılmış. Birbirini hatırlatan filmler ister istemez. Fakat şunu söylemeden geçmemek gerekir. Trabzon’un günümüzde termik santrallerle kaybedeceğimizden korktuğumuz o muhteşem doğası zaten bir film için çok avantajlı bir plato iken, maalesef görüntü yönetimi anlamında Öyle Sevdim ki Seni’nin çok başarılı bir iş çıkardığını söyleyemeceğim. Elveda Katya’da ise doğanın müthiş renklerine doyuyorduk başarılı planlar, doğru açılar ve seçimlerle… Teknik açıdan bir eleştirim de müzik ve ses anlamında olacak. Dramatik açıdan etkileyici müzikler seçilmiş olsa da bazı sahnelerde öyle yüksekti ki müzik, diyaloglar anlaşılmıyordu maalesef…

Öyle Sevdim ki Seni, Sovyetlerin dağılmasıyla, ailesinde de hastalıklarla cebelleşen ve paraya ihtiyaç duyan Olga’nın öğretmen olup para kazanmak amacıyla Trabzon’a gelişini ve bir andaa kendini fuhuş batağında buluşunu gösteriyor bize. Karadenizli, dürüst ve mert Cemal ise onu bu bataktan kurtarmak için kendini tehlikeye atıyor. Olga’yı sahipleniyor ve ustasının evinde saklıyor. Karısına bağlı, işinde gücünde bir adamken tutuluveriyor Olga’ya zaman geçtikçe. Bu bir aşk hikayesine dönüşüyor ama ortada dürüstlük olmadığı için herşey bozuluveriyor. Olga’yı canlandıran Alma Tersic’in başarılı bir performans sergilediğini belirtelim.

Film, bahsettiğimiz aşk hikayesine odaklansa da, Olga’nın dedesinin 1900’lü yıllarda Trabzon’da bir taş ustası olması, Olga’nın biraz da dedesinin izinin peşine düşmesi, Trabzon’un yüzyıllar önce sahip olduğu opera binasının yok edilişi, Karadeniz toprağına ayak basan her Rus kadının fahişe olması önyargısı, çilekeş, çalışkan, özverili Karadeniz kadınının yaşadıkları gibi çok farklı konulara değinmeye çalışarak, duyarlı bir tablo çizmekte, sağlam bir altyapı oluşturmaya çalışmakta. Fakat Olga ile Cemal’in aşkının anlamsız derecede hızlı gelişmesi, Cemal’in  Olga’yı henüz üç gündür sakladığını bildiğimiz eve daha iki kere gelmişken ustasının onu : sen buraya çok fazla gelmeye başladın, hayırdır, kıza kapılma sakın diye uyarması ve bunun gibi inandırıcı olmayan replikler, filmin son yirmi dakikasında ise nedense baştaki inandırıcılığın hepten son bulması, oyunculukların, repliklerin komiklik derecesinde yapaylığı (Cemal’in arkadaşına vur beni, öldür beni dediği sahne özellikle) filmin kalitesini bir anda düşüren unsurlar oldu ne yazık ki. Film bittiğinde insanın aklında kalan şu oluyor: “bilinen bir hikayenin klişe anlatımı” …

Not: Galasında izleme fırsatı buldum Öyle Sevdim Ki Seni adlı filmi. İlk kez bir filmin galasında sponsor plaket sunumuna denk geldim. Sponsorlara teşekkürler yaklaşık 20 dakika sürdü, plaket merasimi ise yaklaşık 10 dakika. Elbette bir sinema filminin meydana gelmesi kolay değil, bütçe en önemli konu. Ve sponsorluklar bu anlamda değerli fakat bir filmin sunumunda bunun öne çıkarılması, filmin bir “proje” oluşunun çok fazla altının çizilmesi, bana göre doğru bir strateji değil. Her sinema filmi bir proje olarak değerlendirilebilir ama izleyici bunu hissetmek istemez, filme kendini bir sanat eseri olarak kaptırmak ister, yaklaşık 25-30 dakikalık böyle bir sunum filme önyargılarla bakılmasını da doğurabilir ki, neden böyle olsun…

 

 

Meryem’in Yönetmeni Atalay Taşdiken Filmini Anlattı!

 

İlk filmi Kız Kardeşim Mommo ile seyircilerin ve eleştirmenlerin beğenisini kazanan Atalay Taşdiken, 20 Eylül’de vizyona girecek ikinci filmi Meryem için geri sayıyor. Filmi herkesten önce seyretme şansı bulan Melis Z. Pirlanti Taşdiken’e sorularını yöneltti. kendi tanıklık ettiği hikayelerden yola çıkmayı seven yönetmen filmlerini ve sinema süreçlerini Beyazperde.com’a anlattı…

Projenin en başından başlarsak bu hikaye nasıl ve ne zaman ortaya çıktı, örneğin Meryem kimdir, senaryo süreciniz nasıl gelişti?
Atalay Taşdiken: Meryem, Kız Kardeşim Mommo’dan sonra gelen ikinci filmim olduğundan, benim açımdan önemliydi. Mombo’nun seyirciler üzerinde bıraktığı etki, biraz bir baskı da yarattı bende, tabii olumlu bir baskı bu. Meryem’in dışın da iki farklı öykü daha vardı ikinci film için senaryolaştırmayı düşündüğüm. Ama sonrasında Meryem’in ikinci film olmasının benim açımdan daha doğru olacağına karar verdim, çünkü hikayelerinde bir akrabalık ve benzerlik var. Daha önce bildiğim tanıdığım insanların öyküsü. Bir gün film yaparım diyerek bir kenara ayırdığım bir öyküydü…

Röportajın devamı için tıklayın

Pırıltılı Hayatlar / The Bling Ring

Cannes Film Festivali’inde, yönetmeni Sofia Coppola’nın da katıldığı bir gösterimde izleme fırsatı buldum Bling Ring’i. İsmi “Pırıltılı Hayatlar” olarak Türkçe’ye çevrilen filmin o gün elime geçen basın bülteni bile adına yakışır derecede renkli, çekici ve davetkardı.

Bling Ring/Pırıltılı Hayatlar, 2009 yılında yaşanmış gerçek bir olayı konu ediyor. Daha doğrusu yönetmen, yaşanmış olayla ilgili yazılmış bir makaleden (Nancy Jo Sales’ın Vanity Fair’de kaleme aldığı The Suspects Wore Louboutins adlı makale…) etkilenerek, “bu bir film olmalı” diyor ve kolları sıvıyor.

2009’da yaşanmış olay şöyle cereyan ediyor: Hollywood’da, maddi açıdan gayet iyi durumda olan ailelerin 18-19 yaşlarında çocukları olan 5 genç, ünlülerin “pırıltılı hayatlar”ına olan özentilerinin bir takıntı haline gelmesi sonucunda Paris Hilton, Lindsay Lohan, Megan Fox, Orlando Bloom ve Audrina Patridge’nin evlerine girerek hırsızlık yapıyorlar ve elbette yakalanıyorlar. Yakalandıktan sonra da bu olayın medyaya yansıması sonucu, onlar da bu yolla “ünlü” olmuş oluyorlar. Film de birebir bunu konu ediyor, ne eksik, ne fazla.

Böyle bir olayı sıradan bir vatandaş olarak gazetede okuduğunuzda, deli mi bu çocuklar, durumları da iyiymiş, dertleri neymiş, diyip geçebilirsiniz. Bir köşe yazarı iseniz, bu konuyu sosyolojik açıdan değerlendirebilir, araştırabilir ve konunun üzerine yorumlar yapabilir, detaylı bilgi verebilirsiniz. Bir sinemacı iseniz, yine bu konudan etkilenebilir ve esinlendiğinizi belirterek olayı sosyolojik ve dahi psikolojik açıdan değerlendirebilir, yaşanan olaylara biraz daha sinemasal ruh katabilir, senaryoyu derinleştirebilir, yönetmen olarak bu konuya olan yaklaşımınızı her türlü tercihinizle – kamera, müzik, kurgu, karakterler, renk vs – ortaya koyabilirsiniz.

“Lost in Translation/Bir Konuşabilse” ve “Somewhere/Başka Bir Yerde” gibi filmlerinden anladığımız kadarıyla Coppola, “ünlü” olmanın getirdiği sıkıntılara epey kafa yormakta. Belki kendisi de ünlü bir ailenin artık ünlü olmuş kızı olduğundan, empati kuruyor meseleyle, kimbilir… Fakat “Lost In Translation” filminin senaryosundaki başarıyı maalesef yakalayamamaya başladı sanki son son . Lost in Translation’da bulup, “Somewhere” ve “The Bling Ring”’de bulamadığımız şey aslında karakterlerin derinliği ve yönetmenin filmi yönlendirişi, kendi bakış açısını hissettirmesi sanırım. Gerçi Coppola röportajlarında izleyiciyi yönlendirmeyi sevmediğini, durumu anlatıp, kalanı izleyiciye bırakmayı tercih ettiğini söylüyor. İzleyiciyi aptal yerine koymak istemediğini söyleyen ve sinemada alışılmış göze sokma tekniklerini kullanmadan, kimi seçimleriyle vermek istediği mesajı dolaylı yoldan veren çok yönetmen var ve bu yaklaşımı da takdirle karşılamak lazım. Fakat bu durum, o durum değil. The Bling Ring o kadar yönsüz bırakıyor ki meseleyi, sanki bir haber programı izliyoruz. Kamera, olanlara şahit olmak dışında hiçbir görev üstlenmiyor adeta.

Konu ihtişamla, zenginlikle, şan şöhretle ilgili, ee film de şıkır şıkır bir görselliğe sahip. Lüks arabalar, şık gece kulüpleri, barlar, şık sosyetik insanlar, lüks evler, mücevherler, elbiseler, saçlar, makyajlar…. Bling Ring filmi de, posterinden basın bültenine, jenerikte kullanılan fontlardan müziğe kadar, yeterince “makyajlı” ve “abartılı”. Bu anlamda filmin teknik başarısından, filmden sonra rahmetli olan ünlü görüntü yönetmeni Harris Savides’in sinematografik açıdan harikalar yarattığından bahsedebiliriz. Fakat birşeyi anlatmak için onu tam da olduğu gibi göstermek mi gerekir, işte burasını tartışırım. Keşke pırıltının abartısını anlatmak için pırıltının abartısını sunmasaydı bize Coppola…

Gelelim oyunculuklara… Filmde bu gençleri canlandıran oyunculardan “ünlü” olanı sadece Emma Watson, diğerlerinin ilk oyunculuk deneyimleri. Fakat Watson dahil hepsi çok iyi oyunculuk sergiliyorlar. Zaten sorun oyunculuklarda değil, senaryoda yazılmış olan karakterlerde. Bu karakterlerin sığlığında… Evet, yaşanmış bu olaya tepeden bakarsanız, “sığ ve içi boş birkaç gencin şımarıkça ünlülerin evlerine dalması ve hırsızlık yapması, yakalanınca dahi ders almayıp bu şekilde ünlü olmaktan bile haz almaları, bu çocukların bu yaptıklarıyla Amerikan popüler kültür fantezisine hizmet etmekten başka bir işe yaramamaları” olarak değerlendirebilirsiniz olup biteni ama o zaman da böylesine içi boş bir öyküden neden film yapasınız ki? Ancak eğer biraz daha eğilebilirseniz duruma, toplumsal bir eleştiri getirebilirsiniz bu yaşanmışlık üzerine, ya da “y kuşağı” denen bu gençlerin psikolojik durumlarına dem vurabilir, her türlü maddi imkanın gencecik insanların elinde olması, internetteki gelişmeler sonucu artık hiçbir özel hayatın kalmaması, kimsenin ulaşılmaz olmaması, bilgiye saliselerle ulaşabiliyor olmamız sonucu yaşanan travmalar, eksiklikler, doyumsuzluklar, başıboş kalmışlıklar, idealsizlik, düşülen boşluklar ve gidişatın nerelere varabileceği gibi çok yönlü çıkarımlar yapabilir, bunun üzerine kurabilirsiniz tüm sinemasal örgünüzü. Belki Sofia Coppola, olanları sadece olduğu gibi vererek, eh seyirci de kendi çıkarımlarını yapsın diyor ama olayı bize izletişi o kadar uzaktan, o kadar tepeden bir bakışla ki… Ya yorum yapmaktan kaçınarak kolaycılık yapıyor ya da bu çocukların anlatılacak başka hiçbir tarafları yok demek istiyor ve bir bakıma onları küçümsüyor… Ben gene de kolaycılık olduğuna inanıyorum…

Coppola sosyolojik açıdan önemli bir konuya sahip olan filminde görselliğe verdiği önemi senaryosuna da verseydi, karşımızda çok önemli bir yapıt duruyor olabilirdi kanımca.

Sıkılacağınız bir film değil Pırıltılı Hayatlar. Size pırıltılı bir film sunuyor, modern hip hop örneklerinden Kanye West, Sleigh Bells, Deadmau5 ve Frank Ocean parçalarıyla, göze olduğu kadar kulağınıza da hitap etmeyi biliyor. Velhasıl, doğru formüller, eksik senaryo. İzleyin, yaşanmış bu gerçek hikayeyi rengarenk izleyerek öğrenin. Eleştirmesi size kalmış…

jOBS

Bu hafta çok uzun süredir merakla beklenen JOBS vizyona giriyor. Teknolojiyle yakından ilgiliyseniz – ki bu çağda teknolojiyle ilgili olmamak neredeyse mümkün değil – Steve Jobs adını mutlaka duymuşsunuzdur. jOBS, yakın zamanda kaybettiğimiz, Apple markasının kurucusu Steve Jobs’ın hayat hikayesinden bir kesit sunuyor bize.

“Bu çağda teknolojiyle ilgili olmamak pek de mümkün değil” gibi bir çıkarım da aslında Steve Jobs’ın sebeplerinden biri olduğu, basit bir sosyolojik tahlil diyebiliriz. Zira bilgisayar dediğimiz aygıtın bugün hayatımızdaki varlığı malum. İş dolayısıyla ofislerimizde kullandığımız bilgisayarlar bir yana, cebimizdeki telefon ve gün içinde kullandığımız daha bir çok akıllı aygıt bu bilgisayarlar ve teknolojik gelişmeler sayesinde gerçekleşiyor. Jobs’ın yarattığı gelişmelerin diğerlerinden ayrılan tarafı ise bu teknolojik gelişmeleri “kişisel” ihtiyaç haline çevirebilmesi… Zira bilgisayarlar elbette varolacaktı, belki belirli bir iş hayatında ve belirli profesyonelliklerin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılacaktı. Steve Jobs ise bunu sokaktaki her insanın “ihtiyacı” haline getirdiği noktada farklı bir boyuta taşıdı. Filmde de çokça geçiyor, olmayan bir pazar, olmayan bir talep yarattı kendisi. Bir hayale inandı, onu gerçeğe çevirdi ve hepimizin dünyasını değiştirdi.

Filme dönecek olursak, önce Jobs’ı canlandıran Ashton Kutcher ile söze başlayalım. Kimi yakıştırmadı, kimi cuk oturduğunu düşündü oyuncunun, henüz filmi izlemeden. Biyografik filmlerde elbette önemli bir şahsiyeti canlandıracak kişinin o şahsiyete benzemesi beklenir ve yönetmenden beklenecek hüner de onu gerek makyaj/saç gibi dış detaylarla o kişiye benzetmek, gerekse daha en baştan oyuncu seçiminde benzer hatlara sahip bir oyuncuyu bulmaktadır. Fakat bana soracak olursanız dış görünüşün benzemesi konusuna çok da fazla takılmamak lazım. O kişinin aurası, hali, tavrı, konuşma şekli, hareket ve kendine özgü tavırları oyuncu tarafından verilebiliyorsa, neden çok benzememiş diye hayıflanmam bir izleyici olarak. Bazen fazla fazla yapılan makyajlar ters etki yaratabiliyor. Örneğin Hitchcock filminde performansıyla her zaman göz kamaştıran Hopkins, makyajın abartısı yüzünden adeta mimiklerini konuşturamıyordu. Diana adlı filmi ise henüz izlemedik ama en azından görsellerden ve videolardan makyajın çok yerinde olduğu, gereksiz bir abartıya girilmediği ve Watts’ın en azından ilk bakışta Diana’ya çok benzediği dikkat çekiyor. Yine “Lincoln” filminde Daniel-Day Lewis, gerek makyaj, gerek performans başarısı sonucu ortaya çıkan Abraham Lincoln tiplemesiyle Oscar’ı sonuna kadar haketmişti. Steve Jobs, daha çok saçı dökük, beyaz saç-sakalıyla biliniyor bizler tarafından, gençliğine ait görüntüsü hafızalarımıza kazılı değil, ancak internette araştırırsanız bulabilirsiniz. Film ise bizim bildiğimiz haline benzetilmiş kısa bir Ashton Kutcher görüntüsü ile açılıyor fakat filmin devamından sonuna kadar genç, uzun siyah saçları olan bir Steve Jobs tiplemesiyle başbaşayız. Dolayısıyla, benziyor benzemiyor tartışmaları yapmak biraz yersiz bana kalırsa. Örneğin uzun ince bacakları ve içe doğru basan, telaşlı, öne öne yürüyüşünü çok iyi canlandırmış Kutcher bana sorarsanız. Konuşma tarzını, bakışlarını, halini tavrını da çok iyi vermiş olduğunu düşünüyorum. Jobs’ın gözlerindeki pırıltıyı, o zeka ve heyecan birleşimini Kutcher’ın gözlerinde de görebilmek mümkündü, rolüne çok iyi girebilmiş ünlü oyuncu.

Steve Jobs’ın gençlik yıllarını biraz araştırırsanız kendisinin biraz savruk, düzensiz, rahatına düşkün, ot içen, ayakkabı giymeden dolaşan, saçlarını taramayan, adeta bir hippi gibi yaşayan bir genç olduğunu görürsünüz. Filmin de, bu yıllara daha çok odaklandığından, aslında bohem bir hali var. Bu denli teknolojiden bahseden bir film olarak, capcanlı, gıcır gıcır modernlik kokan bir yapımla karşı karşıya kalmayacaksınız, burnunuza mekanik aletler kokusundan çok tütsü ve ot kokuları gelebilir izlerken…

Gelelim filmin bize sunduğu kesite. Ben filmde Jobs’ın son dönemlerde hayatımıza neler getirdiğini, ölmeden önceki son 10 senesinde nelerle uğraştığını göreceğimizi düşünmüştüm ama bu konuda bir hayal kırıklığı yaşadım. Bana kalsa Steve Jobs’ın öğrencilik yılları, kafayı mekanik-teknolojik gelişmelere takışı, arkadaşlık ve aşk ilişkileri filmin en fazla ilk 20-25 dakikasında verilmeli, Apple’ı kurduktan sonra yaşananlar bugüne dek çekilmeliydi. Fakat film Jobs’ın başarısına ve yaşadıklarına ait son yıllara değinmiyor ve adeta havada asılı bırakıyor bazı şeyleri. Acaba bir Jobs 2 mi gelecek diye düşünmedim değil, çünkü istense devamı çekilebilecek derecede eksiklik hissi uyandırıyor. Fakat öyle yapılacaksa da Jobs 1 Jobs 2 diye baştan işin adı konmalıydı ilk süreç son süreç gibisinden. Öyle bir duyum almadığımıza göre tüm film bu olsa gerek. Filmde Jobs’ın kişilik yapısı ve kişisel problemlerinin de içine bir nebze girilmiş ama onlar da çok havada kalmış, hiçbir şekilde temellendirilememiş. Belgesel olmayan biyografik filmlerde bu kısımların yorumlanmasını ve temellendirilmesini bekliyoruz doğal olarak.. Burada Sosyal Ağ/The Social Network’ü anmadan geçemeyeceğim, film yaşanan olaylara dayansa da, temposuyla, işlediği konu seçimleriyle, karakter derinlikleri ve kaoslarla tam bir sinema filmiydi, Facebook ile ilgili gerçek hikayeyi hiç bilmeyen birine de izletseniz, bu bir kurgu senaryo deseniz, inanacağı ve heyecanlanacağı türden bir filmdi. Jobs, bu gözle baktığımızda epey sönük kalıyor.

Her halükarda bu filme gidilmesi ve Steve Jobs hakkında düşünülmesi, meraklanılması, filmden çıkıp eve gelince internette bol bol Steve Jobs aramaları yapılması tavsiyelerimdir. Elimize, kulağımıza yapışan, sanki onlarsız yaşanılmazmış gibi düşündüğümüz kişisel bilgisayarlar, akıllı telefonlar, tabletler nasıl düşünülmüş, tasarlanmış, nasıl bir hırs, inanç ve cesaretle yıllarca üzerlerinde çalışılmış, bilelim, öğrenelim derim. Hatta feyz alalım, yaratıcılığımızı, fikirlerimizi, farklı düşüncelerimizi bastırmayalım, buradan da Elif Bilgin’e selam yollayalım mesela. Elif Bilgin de kim mi? Açın tabletlerinizi arayın canım!

Karanlık Cinayetler / The Frozen Ground

Ülkemizde o hafta vizyona giren filmler arasında Wolverine’den sonra en çok Karanlık Cinayetler/Frozen Ground dikkat çekmişti. İki sebebi var bunun, birincisi filmin başrollerinde John Cusack ve Nicolas Cage gibi deneyimli ve popüler iki oyuncunun yer alması, ikincisi de filmin gerçek bir hikayeden yola çıkan bir film olması şüphesiz.

80’li yıllarda Alaska’da yaşanan gerçek bir olayı senaryolaştırıp filmleştiren Scott Walker‘ın ilk uzun metraj film denemesi bu. Robert Hansen isimli seri katil, 17-40 yaş arası 20 küsur kadına tecavüz ettikten sonra onları av tüfeğiyle vurarak öldürüyor. Polis ise birkaç ceset bulsa da kesin deliller elde edemiyor. Hansen’ın elinden kurtulmayı başaran bir genç kadın ise o dönem bu işin başına yeni getirilmiş ve aslında emekliliğinden önceki son işi olan polis memuruna (Nicolas Cage) yaşadıklarını anlatınca katilin kim olduğu açığa çıkıyor. Fakat evli, çocuklu ve toplum içinde gayet prestijli, sevilen sayılan biri olan Robert Hansen’ı yetersiz delille suçlamak istemiyorlar. Kahraman polis ise kendi hayatını ve ailesini dahi riske atarak var gücüyle bu adamın suçlu olduğunu kanıtlamak için uğraşıyor ve sonunda başarıyor da…

Filmin konusu da, gerçek hikaye de aynen böyle işliyor. Filmde sapık seri katil olarak John Cusack karşımıza çıkıyor, bunu söyleyerek filmle ilgili bir sürprizi açığa çıkarmış değiliz zira film kimin kim, neyin ne olduğunu saklayan, sürprizli bir film değil.

Filmde teknik olarak beni rahatsız eden kamera hareketleri oldu. Hareketli, titreyen, sallanan, hızlı kamera hareketleri gerçekten can sıkıcı, gereksiz derecede fazla ve yorucuydu. Tabii ki yönetmen bunu düşünecek değil filmini çekerken ama özellikle filmi sinemada altyazısıyla takip etmek durumunda olanlar için büyük eziyet böyle çekimler. Hikayeyi yaşatmak, gerçek kılmak adına yapılan bir yöntem bu evet ama keşke arada, bazı gerekli sahnelerde kullanılsaymış, filmin neredeyse bütününde olmasaymış. Hikayenin Alaska’da geçiyor olması ise şüphesiz filme güzel görüntüler, etkileyici planlar olarak geri dönmüş. Oyunculuklar da sıkıntısız, özellikle katilden paçasını kurtarabilen genç kız rolünde Vanessa Hudgens, performansıyla filmde epey dikkat çekiyor.

Yaşanmış hikayeden yola çıkan filmlerde sanırım seyirci olarak artık biraz farklı hikayeler öğrenmek istiyoruz. Elbette yaşanan her hikaye kendine has ve önemlidir, aslında internette Alaska-1983- Robert Hansen gibi aramalar yaparsanız yaşanan gerçek olayla ilgili karşınıza çıkanlar daha çok ilginizi çekebilir, Hansen’ın neden böyle bir sapık katile dönüştüğüne dair izler bulabilirsiniz örneğin. Fakat sinemada bu konu çok fazla işlendi ve yeni bir şey söyleniyor değil. Bir sapık vardır, ortada cinayetler ve işkenceler vardır, bir polis genelde bu konuya çok fazla kafasını takar ve olaylar çözülür ya da nadiren çözülmez. Bu tarz filmlerde merak unsuru ya da ters köşeler varsa ilgi çekici olabilir ancak. Özellikle bu polisin de kendi hayatında hassas noktalar olur hep nedense, ya kızı vardır, ya birini kaybetmiştir… Nicolas Cage verdiği bir röportajda o polisle cidden tanıştığını ve neler yaşandığını birebir kendisinden dinlediğini anlatmıştı, dolayısıyla o polisin özel hayatının detayları gerçek mi yoksa yönetmenin senaryoya eklediği bir örgü mü bilmiyorum ama her halükarda izleyici için bir klişe! Nicolas Cage ve John Cusack’ı karşılıklı izlemeyeli çok oldu, polisiye de severim diyorsanız, belki tatmin edici olacaktır bu film.

Gönlümü Çaldın /One Small Hitch

Romantik komedileri hiçbir zaman küçümsemedim. Belki izlenmesi oldukça kolay olduğundan ve genelde benzer, hafif konular etrafında döndüğünden çok da önemsenmez gibidir romantik komediler. Elbette istisnalar da vardır, romantik komedi olsa da dram yönü ağır basan ve herkesin ciddiye aldığı filmler, ilk aklıma gelenler: When Harry Met Sally, Ghost, Music and Lyrics, A lot Like Love, Notting Hill, Sleepless In Seattle, Eternal Sunshine, Amelie…

Moonrise Kingdom, Silver Linings Playbook, Up In The Air: bu üç film ise komedi ve romantizm ögelerine rağmen dramatik yönleriyle dikkat çeken ve son zamanların bu türde en çok ciddiye alınan filmlerinden aklıma gelenler. Sözün özü, böyle romantizme, böyle komediye can kurban!

Yukarıdaki filmlerden bazıları gibi dramatik yönü üzerine bir iddiası yok filmin belki ama yine de bu Cuma vizyona giren One Small Hitch/ Gönlümü Çaldın için farklı bir “romantik komedi” demek maalesef mümkün değil. Benzer konular etrafında dönen tür filmlerinin düşecekleri en kolay tuzak “klişe” olmaksa, yukarıda saydığım filmlerin başarılı olmalarının en büyük nedeni de herhalde bu tuzağa ya hiç düşmemeleri, ya da kaçınılmaz durumu oldukça iyi kurtarmalarıdır. Gönlümü Çaldın için ise söylenecek en bariz cümle: “klişe bir romantik komedi örneği” olduğu…

Her film sürpriz içermeli diye bir kaide yok elbet fakat ne olacağı daha ilk beş dakikadan belli olan filmlere de sabrımız yok artık açıkçası. Üstelik göze çok fazla sokulmaya çalışılan, seyirciyi aptal yerine koyan, ya da en iyi niyetle seyirciye hiç vakit kaybettirmemek isteyen (!) bazı sahneler benim canımı sıktı açıkçası. Örneğin filmin açılış sahnesi. Oldukça yakışıklı ve aslında mimiklerini çok iyi kullanmakta olan Josh (Shane Macrae), seksi bir sarışınla öpüşüp koklaşırken gözü kızın çantasına ilişir, kızın çantasından fırlamakta olan magazin dergileri sadece evlilikle ilgilidir ve Josh kızın kendi kendine gelin güvey olduğunu bize ilk dakikadan hissettirerek , “çapkınım hovardayım, evlilikle işim olmaz” karakterinde biri olduğunu hap gibi yutturuvermiştir. Ah o dergi sahnesin gereksizliği ve yapaylığı…

Şimdi klişelere gelelim. Josh kız arkadaşından bu şekilde ayrılarak en yakın erkek arkadaşının annesinin düğününe gitmek için (niye bu kadar zorlamışlarsa…) uçağa yetişmeye çalışırken, en yakın arkadaşının kızkardeşi Molly (Aubrey Dollar) de annesinin düğünü için aynı uçağa binmeye çalışır ve bu esnada erkek arkadaşının evli olduğunu öğrenip yolda ondan ayrılır. Bu dakikadan itibaren, aa bu iki ilişkilerinde başarısız insan biraraya gelecek ve ömür boyunca mutlu olacaklar, çok güzel, diyerek salonu terketme ihtimaliniz yüksek. Ama, tamam, biraz daha şans verelim zira erkek karakterimiz ne kadar yakışıklıysa kadın karakterimiz de bir o kadar sempatik. Yanyanayken aralarında güzel bir uyum olduğunu söylemem lazım ve bu tarz filmlerde bu önemli, konu sarmasa da, karakterler arasındaki uyum filmi sonuna kadar izletebiliyor. Bu konuda Morganlar Nerede filmini anmadan geçemeyeceğim, Hugh Grant ve Sarah Jessica Parker arasında o kadar olumsuz bir kimya vardı ki, film bir noktadan sonra izlenmez hale geliyordu, gerçekten antipatiktiler!

Gönlümü Çaldın’da aile bağlarının sağlamlığı, “çapkınım hovardayım ama konu annem babam olunca herkesten çok insanım” diyen Josh karakterinin içinin doluluğu, arada geçen ufak espriler, filmi sevimli kılan ve “klişe de olsa izlerken vakit kaybetmiyorum” hissi yaratan, keyifli detaylar filme ait… Beklentileri yüksek tutmadan, vakit geçirmek için izlenebilecek bir film velhasıl. Daha önce sadece kısa filmlerde tecrübesi olan yönetmen için belki temiz, eli yüzü düzgün bir ilk uzun metraj deneyimi ama biz bununla yetinmeyiz, duyurulur!

Vadimdeki Gözyaşları /The Valley of Tears

Ülkemizde 2009 yılında gösterime giren Beşir’le Vals isimli animasyon film, 82’de Lübnan’da yaşanan Sabra ve Shatila katliamını konu almış, derinden etkileyici bir filmdi. 30 küsur sene öncesine dayanan bir insanlık dramı olsa da, dünyada hala süregelen şiddeti gözler önüne seren, bu anlamda “maalesef” güncel bir hikayesi vardı. Sabra ve Shatila katliamını konu eden izlediğim ikinci film oldu Maryanne Zehil’in bu hafta ülkemizde vizyon şansı bulan filmi Vadimdeki Gözyaşları. Yönetmenle röportaj yapma şansına eriştiğimde öğrendim ki Zehil, Beşir’le Vals’ten çok etkilenip, aynı olayı farklı bir açıdan ele almak istediği için bu filmi yapmaya karar vermiş. Bir yandan da elinde belgesel çekecek materyal varmış ama bir takım aksilikler sonucu o belgesel gerçekleşememiş ve o da dramatik bir senaryo yazarak bu konuyu filminin odağı yapmış.

Film Quebec’te açılıyor. 40’larının sonlarında, iddialı, sarışın bir kadını takip ediyoruz. Yalnız bir kadın ama günlük ilişkileri oluyor. Özgür bir kadın, bara gidip birileriyle tanışabiliyor, zamanında patronuyla bir ilişki yaşamış, hasta annesini ziyaret ettiği hastanedeki erkek hemşirelerden birinin de eski erkek arkadaşı olduğunu anlıyoruz mesela. Bir yayınevinde editör olarak çalışıyor Mary. Daha önce Ruanda katliamı ile ilgili bir kitap basmış olan Mary’e imzasız zarflar gelmeye başlıyor, içinde Lübnan’da mülteci kampında büyümüş olan Filistin’li Ali hakkında bir hikaye var, zarflar geldikçe Mary kendisini hikayeye daha da çok kaptırıyor ve sonunda bu zarfları gönderen Joseph ile tanışıyor. Joseph kendi hikayesini anlatıyor elbette bu zarftaki karalamalarda. Mary Joseph’ten etkileniyor, hikayesini birebir dinlemek istiyor. Joseph herşeyi anlatsa da bir sırrım var diyor ama ne olduğunu söylemiyor. Mary bir yandan Joseph’e bağlanırken bir yandan da hikayenin gelişimini öğrendikçe bir gizemin içine doğru çekiliyor. Joseph mülteci kampında akrabalarının öldürüldüğüne şahit olmuştur gencecik yaşında ve annesi onların öcünü alması için Joseph’in beynini yıkamıştır adeta. Kin ve intikam duygusuyla büyümüş, aslında büyüyememiş bir çocuk ruhudur Joseph’teki. Mary’de daha çok anaçlığı bulur, koynunda ağlar. Halbuki Mary’nin de annesiyle olan ilişkisi sorunludur ve bu onun da tüm hayatına yansımıştır.

Filmle ilgili çok fazla sürpriz bozmak istemiyorum. İkinci uzun metraj filmini çekmiş olan Maryanne Zehil, Lübnanlı ve Kanada’da yaşıyor. Bu anlamda Zehil’in kendi öz toplumu ve yaşadığı toplum arasındaki tezatlardan etkilendiği ve bu tezatları filmine yansıtmak istediği çok net. Doğu ve Batı’yı biraraya getiriş tarzı çok ilginç bir kontrast oluşturmuş, hem modern hem oryantalist yaklaşımlar var ama eleştirmekse iki tarafı da eleştirerek, olumlu yanlarını vermekse iki tarafı da olumlayarak. Yönetmen senaryosunda da diyalogları çok net belirlemiş, yayınevinde çalışan sekreterin Filistinli boyacı Joseph’in gerçek kimliğini öğrendikten sonra “ben bir de ona kahve vermiştim” demesi, yayınevi sahibinin gelen yazılarla ilgili, “böyle bir hikayeyi kim okumak ister ki, sadece bu konuyu birebir yaşamış olanlar ilgilenir ve böylelikle kitap iş yapmaz” yaklaşımı… Aslında bu yaklaşım, filmin ta kendisi ile de ilgili bir gönderme, filmin ilk projelendiği aşamada konusu nedeniyle burun kıvıranlar olmuş ama film şu an dünyanın dört bir yanından ilgiyle karşılanıyor, çünkü bu konu aslında global bir konu.

Teknik açıdan tertemiz planları var filmin. Quebec ve Lübnan çok hoş yansımış beyazperdeye. Nathalie Coupal ve Joseph Antaki rollerinin hakkını vermişler. Filmin hafif belgeseli çağrıştıran anları da var, tempo ve kimi planlar açısından. Farklı bir sinematografisi, farklı bir estetiği var aslında filmin, başta hafif yadırgatan ama hikaye ilerledikçe sanki yerli yerine oturan. Burada hissettiğim o yadırgamada, Doğu-Batı arasındaki o kontrastın yansıması da etken olabilir. Farklı mekanlara göre farklı müzik seçimleri de çok yerinde olmuş, tüm filmde güzel yedirilmiş, farklarına rağmen birbirleriyle zıtlaşmamış müzikler.

Filmin en başarılı yanı, karakterlerin içlerinin doluluğuydu. Bu denli önemli, sosyal ve politik bir konuyu ele almasına rağmen karakterlerini sadece bu hikayeyi anlatmaya odaklamamış, kendi dünyalarında ne yaşadıklarını, psikolojik ve toplumsal açıdan nasıl bir geçmişe ait olduklarını da derinlemesine ortaya koymuş yönetmen, üstelik bu detayların zenginliğine rağmen, film detaylarda boğulmamış, bu, bir filmin hikaye örgüsünde bana kalırsa dengeyi yakalaması en zor konulardan biri.

Türkiye olarak içinden geçtiğimiz süreçte bu filmin 4 kopya ile de olsa vizyona girmesine çok sevindim. Seneler önce yaşanmış bir hikayeden yola çıkarak da olsa, bugün de insan hakları, zorbalık, özgürlük kısıtlanmaları, insan kayıpları maalesef gündemimizde. Beyni kah ailesi, kah eğiticileri, kah yöneticileri tarafından yıkanan nice insan bugün can alıyor, hatta kendi canına kıyıyor. Bize ise “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dememek ve konuya duyarlı olup elimizi taşın altına koymak düşüyor, ki filmde Mary de bunu yapıyor. Kaçırmamanızı tavsiye edeceğim, değerli bir film Vadimdeki Gözyaşları….

Sadece Tanrı Affeder / Only God Forgives

Bu sene yarıştığı ama ödülsüz döndüğü Cannes’da izleme fırsatı bulduğum Only God Forgives, öğrendiğim kadarıyla yönetmenin Drive’dan önce projelendirmesine rağmen bazı sebeplerle Drive’dan sonra çektiği bir film olmuş. Only God Forgives de Drive gibi izleyici kitlesini tam ortadan ikiye bölerek, ya fanatiklik derecesinde sevilen ya da hiç mi hiç sevilmeyen bir film olarak konuşulmakta Cannes’dan beri.

Zaten filmden bahsederken Drive’ı hatırlamak işten bile değil, iki filmin de Refn&Gosling birlikteliği içermesi bir yana, bu filmlerdeki benzer kitsch tonlar, estetik kaygılar, müzik, tempo gibi ortak bazı detaylar bizi ister istemez bir kıyasa itecek.

Only God Forgives, Bangkok’ta geçiyor. Yıllar önce bir cinayete adı karışan Julian karakterini canlandırıyor Ryan Gosling. Julian, Bangkok’ta bir sürgün hayatı yaşamak zorunda. Kardeşi Billy ile bir boks kulübü işletiyorlar fakat arka odalarda bir uyuşturucu ağı kurmuş durumdalar. Film bu boks kulübünden kısa ama estetik sahnelerle açılıyor, uzakdoğu dövüş sanatları filmin önemli öğelerinden. Filmin başında karakterlerimizi şöyle bir görür gibi oluyoruz, daha sonra hızla Tom Burke’nin canlandırdığı Billy karakterini takip ediyoruz. Billy 14 yaşındaki genç kızlarla birlikte olmak isteyen, onları hırpalayan biridir ve sonunda bir genç kızı öldürür. Tüm bu olaylar hızlıca olur, Billy de ölür ve artık geriye bu olayın intikamının alınması meselesi kalır. Bu iki oğlanın yalnız, iddialı, bayağı ve sorunlu “sarışın femme fatale” annesi çıkagelir ve her zaman kayırdığı oğlu Billy’nin öcünü almasını ister Julian’dan. Fakat buradan başka bir intikam hikayesi doğacaktır zira filmde neredeyse hiç konuşmayan, hiçbir mimik kullanmayan, adeta uyurgezer gibi dolaşan hissiz Julian, sapık Billy ve ruh hastası annesi arasındaki tuhaf ilişki yaşanan herşeyi bu hale getirmiş olan, dengeleri oluşturan baş konudur belli ki. (Yönetmen Cannes röportajında Yunan mitolojisini filminde masaya yatırmayı hep çok istediğini anlatıyor)

Aslında filmden “konu” itibariyle böyle bahsedince, ortada elle tutulur bir hikaye varmış gibi gözüküyor ama inanır mısınız, izlerken hiç de öyle değil. Bu hikayeyi, yönetmen adeta “şiddeti estetize edebileceğim bir hikaye omurgam olsun da, ben onun üzerinde istediğim gibi şık, stilize, renkli, ışıklı, karanlık, net, ilgi çekici, kışkırtıcı resimler biraraya getirebileyim, Drive’da olduğu gibi mükemmel bir elektronik müzik soundtrack’iyle temposuz ve duygusuz bu filme belirli bir tempo ve duygu katayım, gerisi önemli değil” demek için kullanmış diyebiliriz.

Genç yönetmenin minimal anlatımla olağanüstü şık, olağanüstü stil sahibi görüntüler yakalamaktaki başarısını reddetmek imkansız. “Zevkler ve renkler” diyemeyeceğimiz kadar güzel, her izleyiciyi kendine çekecek eşsiz bir deneyim gibi çoğu karesi filmin, kaldı ki, Drive’da da çok benzer bir estetik anlayışı hakimdi, orada da müzik ve şık görüntülerin dansı bazen izleyiciyi filmin ne anlattığından kopartıp, olduğu haliyle “etki”liyordu, Only God Forgives’de bu etkinin zirvesine ulaşılmış olduğunu söylemeliyim. Gerçi şiddet öğesi filmde azımsanamayacak kadar büyük yer kaplıyor, izlemesi zor olan sahneler yok değil, “bu şıklık için teşekkürler ama ben gözlerimi başka tarafa kaydıracağım” dediğim işkence sahneleri mevcuttu. Yine Drive ile benzeştirebileceğim bir ikinci nitelik, filmin, maalesef Türkçe’de tam karşılığı olmadığı için kullanmak zorunda olacağım “cool duruşu. Film çürükler, şiş gözler, kan ve kırık kemiklere rağmen tertemiz planlarıyla, seçtiği renklerle, müziğiyle, şiddete rağmen sakinliği, durağanlığıyla, tek kelimeyle “cool” bir film. Hayranlarının toz kondurmadığı, benimse “stil tamam ama ya hikaye?” diye yaklaştığım Drive’dan sonra Only God Forgives ile Refn bana, “öyle mi, al sana Drive’ın aşırı makyajlanmış (çok daha şık) ve bu kez iyice suskun senaryosuyla, adeta sürreal (Bunuel çağrışımları yok değil), rüya dolu, kabus dolu, şımarıkça abartılı hali” diye cevap veriyor adeta!

Bangkok sokakları, iç mekanlardaki duvarların o kırmızı-siyah-sarı-mavi ışıklı renkleri, ses efektlerinin ve olağanüstü etkileyici müziğin görüntülere cuk oturuşu, kameranın her zaman doğru yerde oluşu, anti bir anne karakteri yaratmış Kristin Scott Thomas’ın özellikle o meşhur yemek sahnesinde ve elbette filmin bütününde kendini aşan performansı ve bu tarz alışılagelmemiş detaylar için izlemeye değer bir yapım. Biçimsel anlamda gözünüzü doyuracağından hiç kuşkunuz olmasın. Fakat bu kendisinin bilinçli tercihi olsa da, senaryoda “neden” diye asılı kalan sorularımızla, sadece gereğini veren ve ötesini sorgulamamıza izin vermeyen -böylelikle içleri asla dolmayan- karakterleriyle, Refn’in bu son iki filminde sinema anlamında bana hala eksik gelen birşeyler var…

Kayıp Umutlar / Promised Land

Bir Gus Van Sant hayranı olduğumu söyleyemem. My Own Private Idaho adlı o kendine özgü (unique) filmi 90’ların sonunda izlemiştim bilinçsizce ve o zaman açıkçası filmin yönetmeninden haberim yoktu ama filmin kendine özgülüğü, şiirselliği beni çok etkilemişti. Hollywood’un bize alıştırdığından farklı bir gençlik filmi olmasıyla, oyunculuklarıyla, farklı anlatım tarzıyla, hiçbir zaman popüler olmasa da dikkate değer bir film olarak sıklıkla adından bahsettiren bir yapım.

İşin ilginç yanı ,yönetmenin filmografisinde, farklı farklı zamanlarda, kimini Gus Van Sant’ın filmi olduğunu bile farketmeden izlemiş olduğum Good Will Hunting, Psycho, Paris J’etaime (kısa filmlerden biri), Paranoid Park, Milk ve Restless da beğenerek, başarılı bularak izlediğim filmler. Fakat Restless eleştirimde de yazmış olduğum gibi bunları toplayınca kafamda tek bir yönetmen oluşmuyor. Hollywood’da bazı yönetmenlerin sadece proje yönetmeni olduklarını biliriz, senaryosunda ya da fikrin oluşmasında herhangi bir katkıları yoktur, proje onlara hazır gelmiştir, onlar yönetmenlik zanaatlarını kullanırlar ve bunda bir sorun yoktur fakat Gus Van Sant, kendi bağımsız filmlerini çeken bir yönetmenken filmografisinin sanki başkalarının projelerini hayata geçiriyormuşçasına birbirini çağrıştırmaması, filmlere kendi imzasını atamıyor oluşu, kendi kokusunun sinemiyor oluşu bana hep enteresan gelmiştir.

Bu sene festivalde izlediğim son filmi Promised Land’de ise durum daha da değişik. Dave Eggers’ın romanını John Krasinski ile birlikte senaryolaştıran Matt Damon, aynı zamanda yöneteceği bu filmi sıkışık bir takvimde yönetemeyeceğini farkedince, sen çeker misin diyerek daha önce de keyifle çalıştığı Gus Van Sant’e götürür ve olumlu yanıt alınca filmin başrolüne de rahatlıkla yerleşir. Filmin hikayesi ise beni etkiledi açıkçası: Steve ve Sue başarılı bir enerji şirketinde çalışıyorlar. Taşradaki bir kasabanın yeraltındaki değerli doğalgaz kaynaklarını ele geçirmek için toprak sahiplerinden o alanları ucuza almak hedefiyle yola çıkarlar. İşlerinin ehli, ağzı iyi laf yapan, sevimli ve pozitif görünen Steve (Matt Damon) ekonomik krizden etkilenmiş olan halkın yapacakları en ucuz teklife bile ihtiyaç duyduklarını düşünmektedir ama işler onun düşündüğü kadar kolay gitmeyecektir. Direnişçiler olacak ve foyasını meydana çıkaracaklardır.

Filmde en çok hoşlandığım, Steve karakterinin oturtulduğu yer oldu. Aslında şirketinde başarılı olmak adına her türlü katakulliyi yapacak karakterde biri olmasına karşın, filmde Steve bize salt alışık olduğumuz “kötü, acımasız, fırsatçı karakter” olarak tanıtılmıyor. İş için yapması gerekeni yapan, ama vicdanı da olan, duygusal, gerçekten de sevimli biridir Steve. Yaptığı işe kendini de inandırmıştır sadece ve olayları derinine analiz etmemeyi tercih etmiştir sanki. Fakat işler sarpa sardıkça o da çalıştığı şirketi, yaptığı işi ve verdiği kararları sorgulamaya başlayacaktır.

Film sinematografik açıdan bizi çok da besleyen bir yapıya sahip değil. Taşrada, kasaba halkının yaşayış biçimi, giyiniş tarzı, konuşma tarzı, esprileri, evlerinin, eşyalarının hal ve durumları güzel resmedilmiş, o monotonluğun içindeki saf ve mutlu halk perdeye güzel yansımış hepsi bu. Fakat konunun ilginçliği ve karakterin içinin doluluğu, filmi belki etkileyici bir sinema görseli gibi değil de, bir tv dizisi kıvamında da olsa, dikkatle takip etmenizi sağlıyor.

Son kertede karşımızda yine Gus Van Sant imzasına rastlamadığım bir film var, üstelik yine beğenerek izlediğim bir film oldu, fakat Promised Land sinema tarihinde ya da bir yönetmen filmografisinde herhangi bir yere koyabildiğim bir film değil. Sıradanlığı yavan değil, aksiyon filmlerinin hareketli ve fazla mükemmel yapısından sıkılmış seyirciye nefes, mola gibi gelebilecek sıradanlıkta. Işıltısız, hikayesini derli toplu anlatan ve düşündüren, senaryosuyla daha güçlü olan bir yapım. Hele ki son son “hakkı yenen halk, yalan vaatler, birlikte hareket etmenin gücü, çevre bilinci” gibi konularda toplum olarak hassasken, günümüzde yaşadıklarımızı ufak da olsa çağrıştıracak, manevi değerlerimizi hatırlatacak, vasatın üstünde bir yapım.

Arkadaşım Max

Televizyon sinemayı sinema televizyonu besler nicedir, biliriz. Bu kez televizyonda yer alan bir yarışma/show’un içinde katılımcı bir çok insanı altederek birinci olmuş bir köpek, bir sinema filminin başkahramanı: Arkadaşım Max.

Border Collie cinsi Max çok zeki bir köpek, eğitmeninden aldığı komutları harfiyen yerine getiriyor, çok da sevimli. Zeki ve sevimli bir köpek sinema için bulunmaz nimet, nice örnekleri vardır, K-9, Lassie, Hooch ilk akla gelen örnekler… Bizim sinemamızda Tarkan’ın köpeği Kurt geliyor aklıma. Bir de dizimizin birinde akıllı, eğitimli bir maymunumuz vardı sevimli hayvanları düşünecek olursak. Max ülkemizdeki böyle bir boşluğu kapattı diyebiliriz, artık bizim de zeki, sevimli hayvan başrollü çocuk filmimiz var.

Filmde çok sevimli bulduğum bir tiyatro sanatçımız var, bu filme ve role de çok yakışmış: Ani İpekkaya. Hikayeye göre Max onun canlandırdığı Aliye Hanım’ın çok sevgili köpeği. Aliye Hanım Bozcaada’da yaşıyor, oranın en önemli gelir kaynağı olan zeytin fabrikası kendisine ait. Gönlü zengin, karakterli bir kişi Aliye Hanım fakat yeğeni Burhan maalesef kendisi gibi karakterli biri değildir, aksine paragöz, fırsatçı, olgunlaşmamış bir tiptir. Aliye Hanım’ın mirasına göz koyan Burhan (Burçin Bildik) ve kokoş karısı Şermin (Hande Katipoğlu) türlü entrikalarla mirası ele geçirmek ister, Aliye Hanım’ı kaçırır ve kasayı keşfeder ama kasanın anahtarını yutan akıllı Max, fellik fellik kaçar. İşsizlik nedeniyle İstanbul’dan Bozcaada’ya göçen ve fabrikada işçi olan Özkan (Murat Akkoyunlu)’ın oğlu Deniz (Ataberk Mutlu) ise hiç arkadaş edinemediği için yalnız ve mutsuzken karşısına Max çıkar. Olaylar gelişir diyelim.

Film bir proje ve bu projeyi yönetmek için de Murat Şeker seçilmiş, bence iyi bir tercih, Şeker filmleri naif filmler olur genelde, romantik komedi ağırlıklıdır filmografisi, bu kez de bir naif, sevimli bir çocuk filmine imza atmış oldu. Şeker’in yönetmenliği teknik anlamda da her zaman temiz, derli toplu, yerindedir. Canlı renkler kullanır, eğlenceli bir hale sokar perdeye yansıyanı. Popüler işlerin varlığını ve başarısını reddetmez, bu yüzden filmlerine ağırlık katmak için zorlamalar eklemez, hafif, rahat izlenen, keyifli, masum filmlerdir onun filmleri, röportajlarında da her zaman samimiyetle ifade etmiştir bu duruşunu. Bu projeyi de hakkınca yönetmiştir bu açıdan bakarsak.

Dünya sinemasında, 3D animasyonlar olsun, masal uyarlamaları ya da çizgi filmler olsun, artık çocuklar hedef alınırken, onları sinemaya götüren anne babalar da önemseniyor, onların da izlediklerinden zevk alması, izlerken mizah anlayışlarının zorlanması gözetiliyor artık, alt metinler, göndermeler yapılıyor, belki çocuk o an çizilmiş olandan etkilenirken ebeveyni de duyduğundan bir espri kapsın, mutlu olsun diye. Ben bu film için de bunun gözetilmesini beklerdim açıkçası, tam da Max televizyondan çıkmış, çıkışı çocukla değil aslında hayvanseverlerle olmuş bir kahramanken. Bu filme hayvanseverler de gidecektir Max’ın marifetlerini görmek adına ama hayal kırıklığına uğrayacaklardır çünkü senaryo, konuşmalar, espriler tamamen çocuk hedefli. Çocukları ve ebeveynlerini ise gerçekten mutlu edecek, onları güzel, faydalı öğretilerle salonlardan çıkaracak bir film.

Yahşi Cazibe’deki rolüyle gönüllerde taht kuran ve şahsen izlerken “komiklikte cesur bir genç kadın oyuncumuz var ne mutlu ki” dediğim Hande Katipoğlu ise beni gerçekten hayal kırıklığına uğrattı, hem Yahşi Cazibe’deki karakterini devam ettirip üzerine hiçbirşey katmaması, hem de aşırı abartılı oyunculuğuyla… Belki kendisinden beklenen de tam buydu, Yahşi Cazibe’deki karakterin aynısı lazımdı Şermin’in içini doldurmak için ama keşke bu kadar göze sokulan bir karton karakter haline bürünmeseydi. Murat Akkoyunlu ve Ataberk Mutlu ise filmdeki favorilerim, oyunculuklarıyla filmi gerçekten daha da bir izlenir kıldılar, Ataberk gelecek vadeden aşırı sevimli bir çocuk oyuncu. Hedef kitlesi belli, masum bir çocuk filmi.