43. İstanbul Film Festivali’nde İzledim: Kalak

Kalak Official Trailer

Bu sene kişisel yoğunluklarım sebebiyle takip edememiş olduğum 43. İstanbul Film Festivali’ni son günlerinde iki film izleyerek ucundan yakalayabildim. İlki yakın arkadaşım yönetmen Eylem Kaftan’ın Bir Gün 365 Saat adlı belgeseli, ikincisi ise bu yazının konusu Danimarka, İsveç, Norveç, İzlanda, Hollanda, Finlandiya ortak yapımı, Kalak.

Bir babanın genç oğluna oral seks yapışıyla açılıyor film. Baba oğul olduklarını sonradan öğreneceğiz. Bir sonraki sekansta, oğul daha ilerki yaşlarında geleneksel bir Grönland dans dersinde görülüyor. Öğretmen maske dansı için kendi yüzünü boyuyor ve bir yandan da maskenin üç bölümden oluştuğunu açıklıyor: komedi, cinsellik ve ruhlar krallığı. Ve üç renkle boyuyor yüzünü: kanı ve yaşamı simgeleyen kırmızı, ruhlar krallığını ve gizemi simgeleyen siyah ve atalarımızın anısı olan kemikleri anlatan beyaz. Son olarak, öğretmen ilkel bir şekilde dans ederken güçlü bir müzik devreye giriyor.

İsveçli sinemacı Isabella Eklöf’ün Kim Leine ve Sissel Dalsgaard Thomsen ile birlikte yazdığı, başrollerini Emil Johnsen, Asta Kamma August ve Søren Hellerup’un paylaştığı ikinci uzun metrajlı filmi Kalak bu şekilde etkileyici bir açılışa sahip. Sanki filmde de mizah, cinsellik ve atalarımızdan gelenlerin anlatımının bir karışımı var. Film, Kim Leine’in aynı adlı romanından uyarlanmış ve ergenlik çağındayken babası tarafından cinsel istismara uğrayan bir erkeğin gerçek hikâyesini konu alıyor. Jan artık otuzbeşlerinde bir erkek hemşiredir ve karısı ve iki çocuğuyla Danimarka’dan Grönland’a taşınmışlardır; burada yerel kültüre entegre olmaya ve bir “kalak” olmaya çalışır – Filmde Kalak kelimesinin, hem “gerçek” hem de “kirli” bir Grönlandlı olmayı ifade eden çift anlamlı bir terim olduğu açıklanıyor.

Jan’ın geçmişinden kaçma yolculuğuna dayanan Kalak, çocukluğumuzda bizi etkileyen ve hayatımız boyunca bizimle kalan yaralar ve bu yaraların hayatımıza etkileri hakkında çarpıcı bir film. Ana karakterimiz Jan evli olduğu halde başka Grönlandlı kadınlarla ilişkiye giriyor ve bu ilişkiler esnasında, diyaloglarda tüm insanların içsel yalnızlığına, sevme ve sevilme arzusuna ve bunu seks, kabul görme ve yakınlık yoluyla arayışına bakmak adına açılımlar gerçekleşiyor. Jan’ın iletişim kurduğu her kadın birbirinden çok farklı, Jan çocuksu bir merakla onları tanımak ve her biriyle yakınlaşmak istiyor, fakat her birinin farklı farklı travmaları da var ve hepsi Jan’ın o çocuksu heyecanında derin yalnızlık duygularını ve acılarından kaçınma ihtiyaçlarını paylaşıyor. Jan ile bu kadınlardan biri arasında geçen ve belki de filmin özünü ortaya koyan sarsıcı bir diyalog vardı: Jan kadınlardan biri için adeta bir takıntı haline geliyor, yalnızlığını Jan ile gidermek ona ilaç gibi gelmiş durumda, Jan ise artık kadından uzaklaşmak istiyor, kadın ona çok yalnız olduğunu söylüyor ve Jan da ona aslında herkesin yalnız olduğunu, herkesin paramparça olduğunu söylüyor. Filmin geneline baktığımızda hepimizin içten içe bildiği bu gerçeğin bir özetini izlediğimizi fark ediyoruz. Kendi travmalarıyla yüzleşmeye çalışırken yalnızlaşan ve birbirine değerek içindeki boşluğu yenmeye çalışan insan evladı…

Filmde karakterler çok iyi tasarlanmış, hikayenin içinde izleyiciye kişilerin yakınlıkları ve aralarındaki ilişkiler anlamlı diyaloglar ve biraraya gelmeler yoluyla çok güzel aktarılıyor, söyledikleriyle de söylemedikleriyle de… Karakterlerin karmaşıklığı ve sebepleri, çatışmaları, duygularının alt tonları, insanın çelişkili doğası ve aynı anda hem birbirlerini incitip hem de sevebilmeleri…Hepsi çok net. Sade bir anlatıma sahip film, kasvetli bir yanı da var, mizahi dokunuşlarla o kasvetten çıktığımız anlar da var ama genel olarak yavaş tempoda bir film. Bir saldırı ve bir yangın meselesiyle temponun yükseldiği ve seyiryici heyecanlandıran anlar var. Film hafiflik ve derinlik arasında gidip geliyor, seyirciyi ustalıkla harekete geçiriyor. Jan’ın kalbine, arayışına, yalnızlığına ve bununla birlikte ruhunun en karanlık yerlerini keşfetmesine doğru çıktığı yolculukta ona eşlik ediyoruz.

Jan’ın ilişkileri bir yandan örtük bir siyasi anlam da içeriyor olabilir: Bir sahnede Grönland ile onu sömürgeleştirmiş olan Danimarka arasındaki huzursuz ilişkiye işaret ettiğini düşünebileceğimiz bir grafiti parçası görüyoruz ‘NAZI DANE GO HOME’ (Danimarkalı Nazi, evine dön) yazıyor. Jan ise kaçmayı seçtiği topluma tamamen entegre olma ihtiyacı hissediyor ve bir Kalak olarak anılmak istiyor.

Filmde mekansal olarak Grönland’in hem kırsalına hem kentsel yerleşimine ait güzel ve sade manzaralarla karşılaşıyoruz. Kutup havası adeta iliklerimize işliyor.

Jan’ı canlandıran Emil Johnsen, mimikleriyle, gözleriyle, beden diliyle duygularını izleyiciye geçirme yönünden olağanüstü bir performans sergiliyor. Uzun süredir bir rolü bu kadar üstüne giymiş ve içselleştirmiş bir oyuncu izlememiştim diyebilirim. Sevgi dolu bir aile babası olan Jan’ın hem hayranlık uyandıran yönlerini hem de o sakin ve güleryüzlü, çocuksu yüz ifadesinin altındaki yıkıcı cehennem ateşini seyirciye geçirmeyi başarıyor genç oyuncu. Jan’ın babası rolündeki Hellerup’un performansı da dikkat çekici. Sadece kendine hizmet eden o kayıtsız özgürlükçülük konuşmaları, ensest ve pedofil hallerinden asla pişmanlık duymayan halleriyle ahlaksız baba rolünü hakkıyla yerine getiriyor o da. Sonuçta karşımızda sakin sessiz olduğu kadar kutup havası gibi iliklerimize işleyen ve tüylerimizi ürperten bir hikayeye sahip, düşündürücü ve akılda kalıcı bir film var.   

Un beau matin/One Fine Morning/Güzel Bir Sabah

2022 Film Ekimi kapsamında Kadıköy Sineması’nda izleme fırsatı bulduğum Un beau matin/One Fine Morning/Güzel Bir Sabah, Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve’ın altıncı uzun metrajı imiş, benim ise izlediğim ikinci filmi.

Sinema kariyerine oyuncu ve ‘Cahiers du cinéma’ dergisinde film eleştirmeni olarak başlayan Hansen-Løve’a ait 2021 yapımı Bergman Island/Bergman Adası filmini izlediğimde kendine has tarzından etkilenmiş ve yönetmenin diğer filmleriyle ilgili minik bir araştırma yaptıysam da başka izleme fırsatı bulamamıştım. Oyunculuğunu çok beğendiğim Lea Seydoux’un yönetmenin bahsetmekte olduğumuz son filminde oynadığını öğrenince bu iki kadının birlikte nasıl bir iş çıkardığını oldukça merak ederek aldım biletimi.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki sadece iki filmini izlemiş olsam da yönetmenin sade ve küçük hikayeleri devleştirebilme yeteneği olduğunu hissediyorum, en azından izlediğim iki filmi de bunu geçiriyor seyirciye bana sorarsanız. Devleştirme derken iki filmde de büyük olaylar, şoke edici gelişmeler, katarsisler gerçekleşmiyor ancak hikayenin etkisi devleşiyor sanki, anlatılan hikayenin kendisinin kağıt üzerindeki naifliğiyle kıyaslandığında.

Güzel Bir Sabah adlı filmin hikayesi Fransa, Paris’te geçiyor. Önce Seydoux’un canlandırdığı Sandra karakteriyle tanışıyoruz. Kendisi başarılı bir mütercim tercüman ve Paris’te 9 yaşlarındaki kızıyla yalnız yaşıyor. Kısacık saçlı, aşırı derecede sade giyinen, makyaj yapmayan, sessiz, uyumlu bir kadın Sandra. Çalışmadığı zamanlarda hasta babasının evine giderek onunla yakından ilgileniyor. Babası Georg herkesin hayranlık ve saygı duyduğu bir felsefe öğretmeniyken zor bir hastalığa yakalanmış. Sandra’nın anne babası zamanında ayrılmışlar ve babası başka bir kadınla evlenmiş. Hastalığı dolayısıyla zihni bulanık olan babanın ağzından düşürmediği tek isim ise yeni eşi. Hastalık durumundan dolayı bir bakımevine yerleşmesi gerektiği kararını ise ailece karar vermek zorunda kalıyorlar, Sandra’nın annesi, annesinin yeni eşi, Sandra’nın kız kardeşi ve eşi, Sandra. O bakımevi senin bu bakımevi benim dolaşıyorlar ve bazı sorunlar yaşandığında hemen yeni bir bakımevine alınıyor yaşlı adam. Babasına düşkün ve hassas Sandra için zor günler…

Sandra çalışmadığı ve babasıyla ilgilenmediği zamanlar ise kızıyla veya tek başına parka gidiyor, yürüyüş yapıyor. Bu yürüyüşlerin birinde kaybettiği eşinin arkadaşlarından Clement ile karşılaşıyor. Bu karşılaşma sonrası Clement ile sık görüşmeye başlıyorlar ve hızlı bir şekilde aralarında bir çekim oluyor ancak Clement’in başka bir şehirde eşi ve çocukları var. Clement ve Sandra’nın yaşadığı aşk ise tutkulu ve gerçek. Clement Sandra’ya karşı hep dürüst oluyor ve ara ara “bu ilişki bu şekilde devam edemez” diyerek eşinin, çocuklarının yanına dönüyor ama daha sonra yine kendini Sandra’ya çekilmiş olarak buluyor.

Sandra hayatının tüm aşamalarında pasif bir tutum sergilemek durumunda kalmış görünüyor. Babası için elinden gelen mücadeleyi verse de onun elinde olmayan durumlar var ve bu onu üzüyor. Clement’e ise vazgeçilmez derecede aşık ancak onun da gelip gitmelerine karşı hiçbir tavır sergileyemiyor, sadece ergenliğe yeni girmiş genç kızlar gibi sevgilisi gelince seviniyor, gidince üzülüyor ve ondan gelecek bir cep telefonu mesajına hasret günler geçiriyor.

Sandra babasının gün geçtikçe hafızasını daha çok yitirmesine, kendisini neredeyse hiç hatırlamamasına, tek sayıkladığı kişinin ikinci eşi olmasına aslında çok içerliyor, kalbi çok kırılıyor. Ancak babasını ziyaret etmeye, onun isteklerini karşılamaya devam ediyor. Kendi hayatını yaşamak adına sınırlarını da koymaya çalışıyor ve bir ölçüde başarabiliyor diyebiliriz.

Aşık olduğu adamın da her şeyi bırakarak ona gelmesini, sadece onun olmasını istiyor elbette ama ailesini bırakamamasını da bir yerde anlıyor ve canı çok yansa da sevdiği adamın bir gün tamamen ona geleceği günü beklemeyi, bu umutla yaşamayı tercih ediyor.

Bu hikayeyle yönetmen bir açıdan bize sevginin bedellerini betimlemeye çalışıyor sanki.  Bizi ne kadar incitse de hayatımızda sevgi olmadan devam edemediğimizi açık ediyor.

Babasının hayatta en çok değer verdiği şey olan kütüphanesi ve yüzlerce kitabını ne yapacaklarını şaşırıyorlar ailece evi boşaltırlarken ve çoğunu ona hayran öğrencilerine vermeye karar veriyorlar. Öğrencileriyle sohbet ederken Sandra bir yerde, babası hala yaşamaktayken bile, onun ruhunu ancak bu kitapların arasında hissedebildiğini, bakımevinde yatmakta olan bedenin sadece bir araç olduğunu, babasını babası yapan şeyin bu kitap seçkisi ve bu bilgiler ışığında yarattığı dünya olduğunu söylüyor. Gerçekten de sevdiğimiz kişilerin sevdiği, kıymet verdiği şeyler onları yaşatmaya devam eden önemli detaylar haline geliyor. Bu noktada film başrole babayı da alıyor, hastalığından dolayı tanıyamadığımız bu adamın sağlığındaki yaşamında kendine ve çevresine kattıklarını müzikler, kitaplar sayesinde biraz da olsa koklamış oluyoruz sanki. Bir gün Sandra babasının günlüğünü buluyor ve günlüğüne hastalığının başlarında yazmış olduklarını okuyor, babası hafızasını yitirmekten korktuğu için kendi hayat hikayesini bir anı kitabı olarak yazmak istediğini not almış ve kitabın adı da: Güzel Bir Sabah olacakmış. Ne yazık ki bu otobiyografik kitap hiçbir zaman yazılamayacak ama fark ediyoruz ki Georg, ailesine, öğrencilerine kattıklarıyla yaşayacak… Yakın bir akrabamın bakımevinde olduğu, hayatta en sevdiğim insan olan anneannemi de yeni kaybettiğimiz bir dönemde bu filmi izlemiş olmamın beni kişisel olarak ayrıca etkilediğini söylemem gerek.

Filmin en büyük artısı ise bu denli duygusal yönü ağır basan, gerçekçi, hayatın içinden konulara rağmen, filmin ambiyansının hafifliği, hafif mizahi bir dille o ağır yükü üzerimizden alışının başarısı. Mekanlar, giysiler, diyaloglar renkli, lezzetli. Gözleriniz yaşlı çıkmıyorsunuz salondan ama filmin etkisi üzerinizde bir süre kalıyor. Seydoux, sevgilisi rolünde Melvil Poupaud ve babası rolünde Pascal Greggory bu gerçekçi hikayeye oyunculuklarıyla çok şey katıyorlar. Güzel Bir Sabah, güzel bir sabah pencereden baktığınızda göreceğiniz bir kuşun size mutluluk vermesi ve rüzgarın sizi üşüterek tedirgin etmesi kadar gerçek ve doğal bir film.

Yazı Sadibey.com sitesinde yayınlanmıştır.

Kutu (The Box) Adlı Kısa Filmimizin İlk Özel Gösterimi Kadıköy’de Gerçekleşti

Ekipten ve oyuncularından biri olduğum Çağrı Dörter’in ilk kısa metraj filmi Kutu (The Box)Uluslararası Lift Off Sessions FilmFestivali ve Uluslararası First Time Filmmaker Sessions Film Festivali’nde yarışmak üzere resmi seçkiye katılmaya hak kazandı.

Yaşadıklarından sonra her şeyi bırakıp kimsenin onu bulamayacağı uzak bir köy evine kaçan bir kadının, kapısına dayanan ve elindeki paketleri alması için ısrar eden garip ve gizemli bir postacı tarafından huzurunun kaçırılmasını konu alan Kutu’da, gerilim ve gizem aynı anda artıyor.

The Box (Kutu) filmi, festival süreçleriyle birlikte Türkiye’nin çeşitli yerlerinde özel gösterimlerle de seyircilerle buluşacak. Geçtiğimiz Pazar filmimizin ilk özel gösterimini yaptık. Tüm katılımcılara ve destekçilere teşekkür ediyoruz.

Kutu (The Box) adlı kısa filmimizin fragmanlarına buradan ulaşabilirsiniz. 

Wonder Wheel/Dönme Dolap Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nde!

 

Kate Winslet

5. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali 17 Kasım, Cuma günü başlıyor. Dünyanın dört bir yanından tam 107 filmin gösterileceği festivalin merakla beklenen filmlerinden biri de, usta yönetmen Woody Allen’ın yazıp yönettiği “Wonder Wheel / Dönme Dolap” olacak. Amerika’da 1 Aralık’ta gösterime girecek film, Türkiye galasını 5. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nde yapacak ve 18, 21 ve 23 Kasım tarihlerinde seyirciyle buluşacak.

Film, gangsterlerle dolu 50’ler Amerika’sında yaşanan melankolik bir aşk hikâyesini anlatıyor.

 

Moonlight / Ay Işığı

Not: Yazıda filme dair bazı sürprizler bulunmakta.

Bizler Oscar öncesi La La Land’i izlemiş ve hayran olmuş bir şekilde hayatımıza devam ededuralım, Moonlight (Ay Işığı), 74. Altın Küre Ödülleri’nde 6 dalda adaylık elde edip drama dalında en iyi film ödülünü kazanmıştı bile. Amerikan Film Enstitüsü tarafından da 2016’da çekilmiş en iyi 10 filmden biri seçilen Moonlight, Berry Jenkins imzalı. Filmin senaryosu ise yönetmen tarafından In Moonlight Black Boys Look Blue adlı kitaptan uyarlanmış. Aynı zamanda yakınlarda ‘Gay-Lezbiyen Eğlence ve Eleştiri Topluluğu’ tarafından da 170 yapım arasında yılın en iyi filmi seçildi.

Bu sene Oscar öncesi en çok öne çıkan üç filmden biri Moonlight şüphesiz. Manchester By the Sea ve La La Land ile birlikte bu üç yapıma baktığımızda birbirinden öyle farklı üç tonda filmle karşılaşıyoruz ki… Hepsinde hayran olunacak farklı özellikler mevcut. Moonlight’a dönelim. Siyahilerin çoğunlukta olduğu bir mahallede uyuşturucu satıcılarının etrafında dolanıyoruz bir süre, daha sonra ise küçük bir siyahi çocukla ilerliyoruz filmde. Bu çocuğun hayatı boyunca yaşadığı üç ayrı yaş kesitini farklı isimler vererek, bölümlere ayırarak sunuyor bize yönetmen. 1- Küçük, 2- Chiron, 3- Siyah başlıklarıyla Chiron’un yaşamının şekillenişine şahit oluyoruz. ( Üç ayrı dönemi canlandıran üç ayrı oyuncu birbirlerine ancak bu kadar benzeyebilirler, mimik, beden dili gibi detaylar da çok iyi çalışılmış ve son derece inandırıcı geçişler çıkmış ortaya.) Çelimsiz ve içine kapanık olduğundan arkadaşları tarafından itilip kakılan, alay edilen Chiron’un babası yoktur, annesi ise adı çıkmış, uyuşturucu bağımlısı, sorumsuz bir kadındır. Uyuşturucu satıcısı Juan ise özünde iyi ve adil bir adamdır, Chiron’a sevgi duyar, sevgilisi Teresa ile birlikte Chiron’u bağırlarına basarlar, ona yaşayamadığı anne baba/huzurlu aile duygusunu yaşatırlar.

Çelimsizliği ve kendini “bir erkek gibi” ortaya koymadığı için küçük yaşında “ibne” diye dalga geçilen Chiron, Juan ve Teresa’ya sorar: ibne ne demektir? İkili bunun gay kişileri aşağılamak için kullanılan bir sözcük olduğunu, eğer gay’se bunun bir sorun olmadığını ve zamanı gelince bunun olup olmadığını zaten hissedeceğini anlatırlar Chiron’a, muhteşem bir açıklık ve anlayışla. Chiron ile okulda dalga geçmeyen, onu adam yerine koyan tek arkadaşı ise Kevin’dir. Bir akşam sahilde sigara içerlerken aralarında yaşanan yakınlaşma Chiron’un hayata tüm bakışını değiştirir.

Bir erkeğin psikolojik gelişimini tüm çıplaklığıyla anlatan film, safi eşcinsel bir hikaye anlatmanın değil, bir insanın başka bir insana yakın hissetmesinin, sevgi, aşk, güven duymasının hikayesini anlatmanın peşinden gidiyor ve bu anlatımı da bu denli farklı ve cesur sularda ilerleyerek yapmayı tercih ediyor. Chiron’un gerçekten de çocukluğundan beri kendini gay olarak mı hissettiği, yoksa maruz kaldığı itilip kakılma ve yalnızlık sonucunda kendini yakın hissettiği tek arkadaşı Kevin’le yaşadığı yakınlaşmadan dolayı mı bu yönelimde olduğu bir soru işareti… Belki de, Kevin’in yıllar sonra karşısına geçip sorduğu gibi, “sen kimsin Chiron?”un cevabı aslında ne yazık ki Chiron 40’lı yaşlarına geldiğinde bile, kendisi tarafından dahi verilemeyecek durumda, çıkarımını yapabiliriz. Chiron’un annesinin sevgisizliğinin nedenlerini sorguladığınızda ise ekonomik eşitsizlikler, ataerkil sistem yapısının getirdiği haksızlıklar, bu haksız düzende parasızlığın, geçim derdinin insanı nasıl da sevgisiz bir canavara dönüştürebileceğiyle yüzleşiyorsunuz. Film hem bu açıdan, hem de kimlik sorunları ve cinsiyet kodları açısından zengin okumalara, sorgulamalara açık. Filmin müzik, çerçeveleme, ışıklandırma, renklendirme seçimlerinin de hikayenin hissinin seyirciye geçmesine hizmet etmesi bağlamında dört dörtlük seçimler olduğunu söylemek gerek.

Yaklaşık 2 saatlik bir film Moonlight fakat ikinci yarıda tempo düşüklüğüne uğruyor ve sanki çok uzamış ve toparlaması gerekiyormuş hissine kapılabiliyorsunuz izleyici olarak. 2016 Akademi Ödülleri döneminde Oscar adaylarının genellikle beyaz sanatçılardan oluştuğu, adayları belirleyen jürinin de “yaşlı ve beyaz erkeklerden oluştuğu, ödüllerde ırkçılık mı var söylemiyle tartışılmıştı. Bu sene adaylıklarda siyahi oyuncular da, siyahilerin yaşadıklarını anlatan filmler de epey fazla. Bu durumun ödül kazanacak filmlerin pozitif ayrımcılığa uğramasına sebep olup olmayacağı konuşuluyor şimdilerde. Son kertede Moonlight, ele aldığı konunun benzersizliği, başarılı oyunculukları ve dikkat çekici sinematografisiyle kuşkusuz iyi bir film. Yılın en iyi filmi kadar büyük bir iddiası olduğunu düşünmesem de, Oscar yarışında ön sıralarda olmayı hak eden, değerli bir çalışma.

Not: Yazı populersinema.com sitesinde yayınlanmıştır.

Beklenen, Merak Edilen Film: Passengers/Uzay Yolcuları

 

Uzay Yolcuları Afiş

Not: Bu yazı sürprizbozan (spoiler) içerir. Filmi izlemeden okumanızı tavsiye etmem.

Passengers, uzun süredir beklenen, bilim-kurgu türünde bir film, bu Cuma (13.01.2017) vizyona giriyor, biz ise Perşembe basın gösteriminde izleme şansı bulduk.

On yıl önce senarist Jon Spaihts, Warner Bros çatısı altında, Keanu Reeves ve partneri Stephen Hamel ile biraraya gelerek Shadow 19 isimli bir proje üstüne çalışmaya başlamışlar. Spaihts’in kafasındaki fikir aslında bir adamın yaşadığı bazı olaylar sonucu uzayda yapayalnız kalmasıyla sonuçlanan bir fikirmiş, Reeves ve partneri ise, ya hikaye oradan başlarsa nasıl olur demişler ve Spaihts’in fikrini bu yönde geliştirmişler. On yıldır yazılmakta ve geliştirilmekte olan proje, oynayacak kişiler konusunda epey evrim geçirmiş ve bir türlü nihai sonuca ulaşamamış, 2014’te Sony’nin filmin haklarını satın almasıyla oyunu kadrosu son halini daha hızlı bir şekilde alabilmiş, Reeves de yapımcılar arasında yer almaya karar vermiş. Bu uzun süreçte Spaihts, Prometheus, Doctor Strange, ve The Black Hole’un yeniden çekiminde başka senaristlerle birlikte kalem sallama şansına da sahip oldu fakat bu tamamen kendisinden çıkan ilk senaryosu.

Norveçli yönetmen Morten Tyldum ismini ise özellikle 2014’te Oscar ödüllerinin favorilerinden olan The Imitation Game’den hatırlıyoruz.

Dünyadan Homestead II adındaki bir gezegene tam 120 yıl boyunca yapılacak olan yolculukta 250 mürettebat ve 5000 yolcu var ve bunlar donuk uyku denen bir sistemle uyutulmuşlar, böylelikle ölmeden, yaşlanmadan yeni gezegende kaldıkları yerden devam edecekler. Bu yolcular çeşitli sebeplerle böyle bir deneyime gönüllü olmuşlar. Her birinin hikayesi bilgisayarlara kaydedilmiş. Film, yolcuların mürettebatla birlikte 120 yıl sonra uyanması gerektiği gemide Jim’in (Chris Pratt), henüz sadece 30 yıllık mesafe kat edilmişken uyku kapsülünün aktifleşmesi ve uyanmasıyla açılıyor. Jim önce bir problem fark etmiyor, her şey normal zannediyor, çünkü süper akıllı gemide robotlar, ekranlar ona yardım ediyor, onu odasına, yemekhaneye, oyun odalarına yönlendiriyorlar. Jim kısa bir süre sonra diğerleri nerede sorusunu soruyor ve teknik bilgileri takip edebildiği bir odada 90 yıllık bir yolculuğun içinde tek uyanık kişi olduğunu fark edip adeta çıldırıyor. Kendine bakmamaya başlıyor, kendisini içkiye veriyor, saç sakal birbirine karışıyor. Uyumakta olan yolcuların arasında gezerken birden içlerinden biri dikkatini çekiyor. Aurora’nın (Jennifer Lawrence) bilgilerine ulaşıyor ve onun güzel olmakla birlikte akıllı, esprili bir yazar da olduğunu öğreniyor. Bir yıl boyunca gemide yalnız yaşamış ve teknisyen olduğu için geminin sorunlarını çözmeye çalışmış ama başaramamış olan Jim, günlerce kendisiyle mücadele etse de sonunda dayanamıyor ve Aurora’yı uyandırıyor. Onu uyandıranın kendisi olduğunu söylemeden elbette. Başta aynı Jim gibi panikleyen Aurora, bir süre sonra Jim’in ona verdiği ilgi ve sevgi sayesinde sakinliyor, birbirlerine aşık olan ikili, öleceklerini kabul edip geminin avantajlarının ve aşklarının tadını çıkarmaya bakıyorlar. Muhteşem bir performans sergileyen Michael Sheen’in canlandırdığı android barmen Arthur onlara bunu ara ara hatırlatıyor: Nereye gideceğinizi, ne olacağınızı bırakın, yolculuğun (anın) tadını çıkarın. (Chris Pratt ve Jennifer Lawrence arasındaki kimya fena olmamış doğrusu.)

Jim (CHRIS PRATT) chats with bartender Arthur (MICHAEL SHEEN) at the Grand Concourse Bar in Columbia Pictures’ PASSENGERS.

Hikayeye devam edelim. Aurora’nın gerçeği öğrenmesiyle büyü bozuluyor. Aurora Jim’in yaptığının cinayet olduğunu düşünüyor, ondan nefret ediyor ve uzaklaşıyor. Bu noktada Jim’in Aurora’yı uyandırdığı andan itibaren, aşklarını yaşarken bile mimikleriyle, gözleriyle pişmanlığını yansıtması muhteşemdi tek kelimeyle.

Film bu romantizmi ve çelişkiyi yaşatırken bize, bir anda teknik bir hata yüzünden gemide uyanık üçüncü bir kişi oluyor ve şans o ki bu kez uyanan kişi mürettebattan biri: Gus (Laurence Fishburne). Geminin çok büyük teknik sorunları olduğunu, eğer müdahale edilmezse sadece üçünün değil, gemideki herkesin cayır cayır yanarak öleceklerini fark ediyorlar. Gus hasta, ölmek üzereyken onlara gemide daha fazla yetki hakkı olan bilekliğini teslim ediyor ve birbirinizin kıymetini bilin diyerek ölüyor. Jim ve Aurora artık sadece kendileri için değil gemideki herkes için umudu sağlam tutmak zorunda, ellerinden geleni yapmak zorunda!

Film eleştirilerinde filmin hikayesini bu denli detaylı anlatmak hiç huyum değildir, hele ki filmin tanıtımlarında, fragmanlarda Aurora’yı uyandıranın Jim olduğunun bir sır oluşu gibi bir durum varken ortada. Fakat bunu irdelemeden geçemezdim, bu yüzden yazının başına uyarımı koydum. Tüm basın eleştirilerinde, hatta yönetmen ve senaristle yapılan röportajlarda bile konuşulan bir konu var. Jim’in Aurora’yı uyandırmasının çok “ahlak dışı” bir durum olması, filmde Aurora’nın dillendirdiği gibi bunun bir cinayet olması ve bu durumun seyirciyi filmden uzaklaştırması… Pardon, siz, ciddi misiniz?

Her şeyden önce, ne zamandan beri filmleri insanların yapması gereken “en doğru” davranışları gösteren birer ilahi güç olarak izlemeye, değerlendirmeye başladık? Hani arada kalan çelişkili karakterleri daha çok seviyorduk, insanların çok güzel ya da çok çirkin, çok iyi ya da çok kötü, çok akıllı ya da çok aptal sergilenmesinden sıkılmıştık? Bir süredir sinemada süper kahramanlar dahil olmak üzere insanın defoları daha çok ilgimizi çekmiyor mu? O zaman daha rahat empati kurmuyor muyuz? Filmlerdeki hikayeler bu şekilde daha doğal olmuyor mu? Biz olsak ne yapardık‘ı düşündürmüyor mu?

Jennifer Lawrence and Chris Pratt star in Columbia Pictures’ PASSENGERS.

Ben senaristin de yönetmenin de bu filmi yapmaktaki amaçlarının: bakın insanoğlu böyle davranmalıdır, doğru olan budur, Jim tabii ki de Aurora’yı uyandırmadı, haydi şimdi ayağa kalkıp erdemlerimizi alkışlayalım demek olduğunu sanmıyorum. Şahsen bir uzay gemisinde bir sene boyunca yalnız yaşayıp, ömrümün geri kalanında o geminin içinde tek başıma kalıp öleceğimi düşünseydim, evet birine haksızlık edeceğimi, onun özgür iradesini hiçe sayacağımı bile bile, onu uyandırmayı ben de düşünür, değerlendirirdim. Yapabilirdim, yapmayabilirdim. Pişman olurdum, olmazdım. Bunlar insan olmamızla ilgili zaten. İnsan demek her zaman erdem demek değil ne yazık ki. Kaldı ki Jim iyi ve sevgi dolu biri, sadece menfaatleri için birini uyandırıp bencilce ihtiyaçlarını karşılamıyor, Aurora’yı hiçbir şey için zorlamıyor, karşılıklı bir alışveriş yaşatıyor, gözlerinde her an pişmanlığı taşıyarak…

Jim’in yaptığı şeyin doğru ya da yanlış olması değil, yapılabilir bir şey olup olmaması bence mesele. Siz gerçekten de “ben asla yapmazdım” diyor musunuz?

Etik meseleyi bir yana bırakacak olursak, Yunan filozof Epiktetos’un sözünü akla getiren bir felsefesi yok değil filmin: “Mutluluk gidilen yolun üzerindedir, yolun sonunda değil.” Görsel açıdan da doyurucu, lezzetli bir film Passengers. Uzay gemisinin atraksiyonları izleyiciyi eğlendirecek, mutlu edecek cinsten kurgulanmış. Fakat bilim kurgu türünde bir film için, içinde mantıken pek çok saçmalığı barındırdığını ve bunun filmin ciddiyetini bozduğunu söylememiz mümkün, örneğin bu denli komplike bir akıllı uzay gemisinde, acil durumlar nasıl düşünülmüş olamaz? Uyku kapsülü asla bozulamaz nasıl bir cevaptır… Çok komplike durumlar çözülebiliyorken, çok daha basit görünen sorunlar nasıl çözülemez?

İzlemeyi, üzerine düşünmeyi hak eden bir film Passengers, fakat son zamanlarda bu türde Arrival gibi, Snowpiercer gibi, Interstellar gibi içi çok daha dolu, çok daha özenerek yazılmış filmler izlemişken, Passengers’dan “wow!” nidalarıyla çıkmak bir hayli zor.

 

La La Land / Aşıklar Şehri!

La La Land / Aşıklar Şehri

Doğruyu söylemek gerekirse, müziği sinemadan daha çok sevdiğini düşünüp duran bir sinema yazarı olarak benim için müzikle sinemanın iç içe geçtiği her proje bir hazine.  2014 sonunda bizi oldukça şaşırtan bir film izledik: Whiplash.  Takıntılı ve hırslı bir bateri öğrencisi ile hastalıklı derecede sert öğretmeninin müzik ve disiplin üzerinden yürüyen ilişkisini muhteşem bir sinema duygusuyla anlatabilmiş olan bu yapımı 1985 doğumlu bir yönetmenin çektiğini öğrendiğimizde daha da fazla şaşırmıştık. Damien Chazelle’in ikinci uzun metrajıydı Whiplash ve ne mutlu ki Oscar’a kadar uzanan bir yolculuğu oldu bu bağımsız filmin. Yönetmenin ilk uzun metrajı ise, ülkemizde vizyona girmemiş olan bir müzikaldi. Guy and Madeline on a Park Bench, Boston ve New York sokaklarında, 35 mm ve siyah beyaz çekilmiş bir müzikal. Kendisi de müzik öğrencisi olan Chazelle, önce kısa film olarak çekmiş bunu ve sonra uzun metraja çevirmekte karar kılmış. Variety dergisine göre bu yapım Godard ile Miles Davis’in; Morris Engel ile The Umbrellas Of Cherbourg’un iç içe geçtiği müzikal bir şölen gibi.

Ülkemizde yıl sonunda vizyona giriyor olsa da uzun süredir haberlerini aldığımız ve meraklandığımız bir film La La Land. Önce Chazelle ile Whiplash başarısından sonra yapılan röportajlarda gelmeye başladı tüyolar, sonra da film biter bitmez festival festival dolaşıp övgüleri, ödülleri toplamasıyla aldık haberlerini. Bizde de önce İKSV galalarında gösterildi film, şimdi ise vizyona giriyor çok şükür.

Aşıklar Şehri olarak başarılı bulduğum bir Türkçe isme sahip film günümüzde geçiyor, Amerika’da çoğunlukla. Fakat yönetmen filmin dokusunu oldukça Retro bir tarzda oluşturmuş. Bu noktada sanat yönetmeni Austin Gorg’a da şapka çıkartabiliriz. Karakterleri sıkışmış trafikte ve ellerinde cep telefonları ile görmesek filmin 60’larda geçtiğini rahatlıkla düşünebiliriz. Evet karakterler; baş karakterlerimiz Mia (Emma Stone) ve Sebastian (Ryan Gosling) ile tanışıyoruz büyük bir hızla, etrafı film seti kaynayan bir Los Angeles caddesinin işlek bir cafe’sinde garson olarak çalışan ve fakat ünlü bir oyuncu olma hayalleriyle yaşayan Mia ile neredeyse takıntı derecesinde jazz müziğine sevdalı, para kazanmak için lokantalarda yemek müziği çalarak üç kuruş kazanan bir piyanisti önce kendi hayatlarında, iç değerlerini dış dünyayla kesiştiremedikleri anlarda izliyoruz. Daha sonra ise kendi yolunu arayan bu iki ölümlüyü tesadüflerle biraraya getiriyor kader ve tabii ki sırada aşk var! Birbirini yükselten bir aşk hem de, adeta iki eksi artı ediyor…gibi görünüyor.

Aşk yavaş yavaş karakterlerimizin içinde filizlenirken biz onların flörtüne müzikal koreografiler eşliğinde şahit oluyoruz. . Film sırasıyla, adını koyarak Kış-Bahar-Yaz-Sonbahar mevsimlerini takip ettiriyor bize. İsveçli görüntü yönetmeni Linus Sandgren, müzikal sekanslarda nefis görüntüler yakalamış. Kulaklarımızın pasını alan bu şarkıların daha önceden bilinen jazz şarkıları olmadığını fark ediyoruz. Evet, filmin en özgün kısımlarından biri de baştan sona filme özel yazılmış parçalara sahip olması belki de.

Bu arada filme bir es verip Ryan Gosling’in müzisyenliğiyle ilgili iki kelam etmek isterim. Geçen yıl Spotify’da Dead Man’s Bones adlı muhteşem bir grup keşfedip, kimmiş bunlar diye baktığımda karşıma Ryan Gosling çıkmıştı. Meğer Gosling 2006’lardan beri müzikle uğraşırmış. Dolayısıyla, filmde göreceğiniz tüm klavye ve piyano performansları gerçekten de Gosling’e ait! Herhangi bir dublör ya da farklı bir kurgu kullanılmış değil! Bunu ünlemli ünlemli yazmamın sebebini filmi izlediğinizde anlayacaksınız. Broadway’de Cabaret oyununda rol almakta ve bir süredir bu sebeple de yoğun şekilde şarkı söylemekte olan Emma Stone ve sesini zaten profesyonel olarak kullanmakta olan Ryan Gosling, yepyeni bir müzikal soundtrack’i hediye etmiş oldu bize. Dans performanslarını da es geçmemek lazım. Renkli kostümler, iki oyuncunun beden dillerini kullanışları ve aralarındaki zor bulunur kimya sayesinde ortaya çok lezzetli görüntüler çıkıyor performanslar sırasında.

Retro bir 21. yüzyıl tablosunun içinde yepyeni caz müzikleri ile modern bir müzikal oluşturmaksa amacınız, elbette klasiklere karşı birtakım saygı duruşlarına ihtiyaç duyarsınız. Bu konuda saygıda kusur etmemiş genç yönetmen, telaşlanmayın. Casablanca, Rebel Without a Cause, All That Jazz, Chicago, 8 ½, Singing In The Rain, Meet Me In St. Louis gibi filmlerden aldığı referansları filmine özenle serpiştirmiş.

Hikayedeki çatışmalar, kırılmalar, genel olarak karakterlerimizin aşkına gölge düşüren kişisel kararlar, güçsüzlükler oluyor.  Filmin en kalbe dokunan ve yaratıcı kısımlarından biri ise sondaki “ya öyle değil de böyle olsaydı” sekansı. O kadar güzel kurgulanmış, tasarlanmış, düşünülmüş bir fantezi ki, bir yandan bunların paralel evrende gerçekleşmiş olduğunu düşünüyorsunuz. Kendi hayatlarımızda da, bu hataları yapmasaydım, orada bunu değil de şunu deseydim, şu kayıpları yaşamasaydım dediğimiz anlar gibi… Film bir yandan toplumun bireyden beklentilerini umursamadan kendi iç sesine kulak vermesini salık verirken, öte yandan başarı hayallerinizi gerçekleştirmek midir yoksa hep yanınızda olmasını istediğiniz insanı kaybedip kaybetmeme meselesi midir gibi sorular sorduruyor. Muhteşem bir görsel hazla, nefis müzikler eşliğinde hem de. Eh, daha ne olsun. Yaşasın sinema!

Not: Yazı populersinema.com’da yayınlanmıştır.

La La Land / Aşıklar Şehri İKSV Galalarında

Hollywood müzikallerinin cazibesine bir övgü niteliğinde olan, modern bir romantizme sahip film Aşıklar Şehri, İKSV galaları kapsamında 21 Aralık Çarşamba, saat 21.00’da Cinemaximum City’s Nişantaşı’nda sinemaseverlerle buluşacak.

Filmin oyuncu kadrosunda Emma Stone, Ryan Gosling, John Legend, J.K. Simmons ve Rosemarie Dewitt yer alıyorlar. Yönetmen ve senarist Damien Chazelle bir önceki filmi Whiplash’te, caz dünyasını usta-çırak ilişkisindeki bir davulcu ve öğrencisi üzerinden ele almış ve hepimizi büyülemişti.

La La Land / Aşıklar Şehri İKSV Galası’nın biletleri 6 Aralık Salı saat 10.30’dan itibaren Biletix, ana gişe İKSV ve gösterim günü 18.00 itibariyle Cinemaximum City’s Nişantaşı’nda satışa sunuluyor olacak.

Annelik Zor Zanaat!

Bad Moms vizyona girmişken, annelik yapayım derken çılgın hareketlerle aklımızda yer eden bazı karakterleri sıralıyoruz…

 


The Hangover’ın yaratıcıları Jon Lucas ve Scott Moore , 2013’te “21 And Over (Çılgın Doğumgünü) ’ı yönetmişlerdi en son. 21 And Over da Hangover benzeri bir filmdi aslında. Şu klasik Amerikan hardcore-komedi anlayışı…
Lucas ve Moore bu kez de Bad Moms için yönetmenlik/senaristlik koltuğunu paylaşmışlar ve film ay sonunda ülkemizde vizyona giriyor. Yapımcılığını Judd Apatow’un üstlendiği film yine Amerikan yapımı bir komedi malumunuz. Bad Moms’ın başrollerinde ise Leslie Mann, Mila Kunis, Christina Applegate ve Kristen Bell gibi parlak isimler var. Mükemmel anne olmaya çalışırken bu kadar çabadan bunalıp “kötü” anneler olmaya karar veren kadınların hikayesini anlatan film fragmanından anladığımız kadarıyla epey eğlenceli ve hareketli. 2014 ve 2015’te epeyce dinlediğimiz Nicki Minaj&David Guetta imzalı Hey Mama parçası da filme oldukça yakışmış gibi görünüyor.
Sinemada çılgın anneler diyince aklınıza kimler geliyor? Beyazperde’de izlediğimiz, akılda kalıcı anne karakterlerin bazıları bu dosyada:
Forrest Gump: Sally Field’ın canlandırdığı Bayan Gump kendisini koşulsuz bir biçimde oğluna adamış bir karakterdi. Forrest’ın üzerindeki etkisi büyüktü. Hatta film, o meşhur replikle başlar bilirsiniz: Annem her zaman, hayat her zaman bir kutu çikolata gibidir; şansına ne çıkacağını asla bilemezsin, derdi.”
My Big Fat Greek Wedding: Lainie Kazan’ın canlandırdığı Maria Portokalos aileyi birarada tutan güçlü bir kadın karakter, biraz da çatlak. Konuşma tarzıyla, hareketleriyle epey de sevimli ve akılda kalıcı bir karakter bu anne.
Edward Scissorhands: Dianne Wiest’in canlandırdığı Peg Boggs da epey ilginç bir anne karakteriydi hatırlarsanız. Bir rivayete göre ise, bu karakter filmin senaristlerinden Caroline Thompson’ın kendi annesinden esinlenilerek meydana getirilmiş.
Juno: Erken yaşta hamile kalan ve çocuğunu doğurmaya karar veren fazlasıyla genç anne Juno, bambaşka bir karakter değildi de neydi? Gerçi film erken hamilelik ve annelikle ilgili pek çok tartışmayı da beraberinde getirmişti ama bu Ellen Page’nin canlandırdığı bu karakterin çılgın ve özel biri oluşunu engellemiyor elbette.
The Incredibles: Holly Hunter’ın sesiyle can verdiği Helen Parr adlı çizgi karakter, yani Bayan Incredible, esneklik süpergücüne sahip Elastigirl adında bir süper kahramanken ailesini bir arada tutan muhteşem bir anne olma görevini de başarıyla yerine getiriyordu hatırlarsanız. Otoriter ve kuralcı bir yanı da yok değildi hani.
Baby Boom: 1987 yapımı romantik komedi filmde kariyer sahibi güçlü kadın Wiatt (Diane Keaton), bir anda ölen kuzeninin çocuğuna bakmak zorunda kalan bir ev kadınına dönüşmek zorunda kalıyor ve başına türlü işler geliyor elbette.
Motherhood: 2009 yapımı filmde başrolde sevilen oyuncu Uma Thurman var. Evlilik, iş ve kendi istekleri arasında sıkışan bir kadının domestik hayatta yaşadıklarını anlatan filmde Thurman iki çocuk annesi Eliza’yı canlandırıyor.
I Don’t Know How She Does It: Sarah Jessica Parker’ın Kate’i canlandırdığı film bir roman uyarlaması. 9 farklı ülkenin işlerini yürüten başarılı bir finans uzmanı olan Kate, aynı zamanda evli ve iki çocuk annesi fakat aslında işiyle evli ve ailesine yeterince zaman ayıramıyor. Olaylar gelişiyor. Filmin senaryosunu Şeytan Marka Giyer (The Devil Wears Prada)’i de sinemaya uyarlamış olan Aline Brosh McKenna kaleme almıştı.
Coraline: Ne muhteşem bir stop motion örneğiydi! Coraline ailesi tarafından ihmal edilen bir çocuk. Bir gün Alice gibi gizli bir geçitten geçiyor ve orada paralel bir hayat keşfediyor. Oradaki düğme gözlü insanlarda ailelerin çocukları ile çok ilgili olduğunu görüyor Coraline. Bu paralel hayattaki annesi Coraline’i kendileri ile birlikte sonsuza dek orada yaşamak üzere davet edince, Coraline bunu reddediyor ve olaylar gelişiyor diyelim ve size Coraline’nin korkunç annesi Beldam’ı hatırlatmış olalım..
Throw Momma from the Train: 1987 yapımı filmde Owen’a (Danny DeVito) hayatı zindan eden baskıcı anneyi Anne Ramsey canlandırıyordu. Owen, arkadaşı Larry (Billy Crystal)’ye çapraz cinayet teklifinde bulunuyordu eder, yani Larry, Owen’ın annesini, Owen da Larry’nin eski karısını öldürecek! Filmde ‘anne’ rolünü oynayan Anne Ramsey, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Akademi Ödülü’ne ve aynı dalda Altın Küre’ye aday gösterilmişti.

Not: Yazı cinedergi.com’da yayınlanmıştır.