Bu sene kişisel yoğunluklarım sebebiyle takip edememiş olduğum 43. İstanbul Film Festivali’ni son günlerinde iki film izleyerek ucundan yakalayabildim. İlki yakın arkadaşım yönetmen Eylem Kaftan’ın Bir Gün 365 Saat adlı belgeseli, ikincisi ise bu yazının konusu Danimarka, İsveç, Norveç, İzlanda, Hollanda, Finlandiya ortak yapımı, Kalak.
Bir babanın genç oğluna oral seks yapışıyla açılıyor film. Baba oğul olduklarını sonradan öğreneceğiz. Bir sonraki sekansta, oğul daha ilerki yaşlarında geleneksel bir Grönland dans dersinde görülüyor. Öğretmen maske dansı için kendi yüzünü boyuyor ve bir yandan da maskenin üç bölümden oluştuğunu açıklıyor: komedi, cinsellik ve ruhlar krallığı. Ve üç renkle boyuyor yüzünü: kanı ve yaşamı simgeleyen kırmızı, ruhlar krallığını ve gizemi simgeleyen siyah ve atalarımızın anısı olan kemikleri anlatan beyaz. Son olarak, öğretmen ilkel bir şekilde dans ederken güçlü bir müzik devreye giriyor.
İsveçli sinemacı Isabella Eklöf’ün Kim Leine ve Sissel Dalsgaard Thomsen ile birlikte yazdığı, başrollerini Emil Johnsen, Asta Kamma August ve Søren Hellerup’un paylaştığı ikinci uzun metrajlı filmi Kalak bu şekilde etkileyici bir açılışa sahip. Sanki filmde de mizah, cinsellik ve atalarımızdan gelenlerin anlatımının bir karışımı var. Film, Kim Leine’in aynı adlı romanından uyarlanmış ve ergenlik çağındayken babası tarafından cinsel istismara uğrayan bir erkeğin gerçek hikâyesini konu alıyor. Jan artık otuzbeşlerinde bir erkek hemşiredir ve karısı ve iki çocuğuyla Danimarka’dan Grönland’a taşınmışlardır; burada yerel kültüre entegre olmaya ve bir “kalak” olmaya çalışır – Filmde Kalak kelimesinin, hem “gerçek” hem de “kirli” bir Grönlandlı olmayı ifade eden çift anlamlı bir terim olduğu açıklanıyor.
Jan’ın geçmişinden kaçma yolculuğuna dayanan Kalak, çocukluğumuzda bizi etkileyen ve hayatımız boyunca bizimle kalan yaralar ve bu yaraların hayatımıza etkileri hakkında çarpıcı bir film. Ana karakterimiz Jan evli olduğu halde başka Grönlandlı kadınlarla ilişkiye giriyor ve bu ilişkiler esnasında, diyaloglarda tüm insanların içsel yalnızlığına, sevme ve sevilme arzusuna ve bunu seks, kabul görme ve yakınlık yoluyla arayışına bakmak adına açılımlar gerçekleşiyor. Jan’ın iletişim kurduğu her kadın birbirinden çok farklı, Jan çocuksu bir merakla onları tanımak ve her biriyle yakınlaşmak istiyor, fakat her birinin farklı farklı travmaları da var ve hepsi Jan’ın o çocuksu heyecanında derin yalnızlık duygularını ve acılarından kaçınma ihtiyaçlarını paylaşıyor. Jan ile bu kadınlardan biri arasında geçen ve belki de filmin özünü ortaya koyan sarsıcı bir diyalog vardı: Jan kadınlardan biri için adeta bir takıntı haline geliyor, yalnızlığını Jan ile gidermek ona ilaç gibi gelmiş durumda, Jan ise artık kadından uzaklaşmak istiyor, kadın ona çok yalnız olduğunu söylüyor ve Jan da ona aslında herkesin yalnız olduğunu, herkesin paramparça olduğunu söylüyor. Filmin geneline baktığımızda hepimizin içten içe bildiği bu gerçeğin bir özetini izlediğimizi fark ediyoruz. Kendi travmalarıyla yüzleşmeye çalışırken yalnızlaşan ve birbirine değerek içindeki boşluğu yenmeye çalışan insan evladı…
Filmde karakterler çok iyi tasarlanmış, hikayenin içinde izleyiciye kişilerin yakınlıkları ve aralarındaki ilişkiler anlamlı diyaloglar ve biraraya gelmeler yoluyla çok güzel aktarılıyor, söyledikleriyle de söylemedikleriyle de… Karakterlerin karmaşıklığı ve sebepleri, çatışmaları, duygularının alt tonları, insanın çelişkili doğası ve aynı anda hem birbirlerini incitip hem de sevebilmeleri…Hepsi çok net. Sade bir anlatıma sahip film, kasvetli bir yanı da var, mizahi dokunuşlarla o kasvetten çıktığımız anlar da var ama genel olarak yavaş tempoda bir film. Bir saldırı ve bir yangın meselesiyle temponun yükseldiği ve seyiryici heyecanlandıran anlar var. Film hafiflik ve derinlik arasında gidip geliyor, seyirciyi ustalıkla harekete geçiriyor. Jan’ın kalbine, arayışına, yalnızlığına ve bununla birlikte ruhunun en karanlık yerlerini keşfetmesine doğru çıktığı yolculukta ona eşlik ediyoruz.
Jan’ın ilişkileri bir yandan örtük bir siyasi anlam da içeriyor olabilir: Bir sahnede Grönland ile onu sömürgeleştirmiş olan Danimarka arasındaki huzursuz ilişkiye işaret ettiğini düşünebileceğimiz bir grafiti parçası görüyoruz ‘NAZI DANE GO HOME’ (Danimarkalı Nazi, evine dön) yazıyor. Jan ise kaçmayı seçtiği topluma tamamen entegre olma ihtiyacı hissediyor ve bir Kalak olarak anılmak istiyor.
Filmde mekansal olarak Grönland’in hem kırsalına hem kentsel yerleşimine ait güzel ve sade manzaralarla karşılaşıyoruz. Kutup havası adeta iliklerimize işliyor.
Jan’ı canlandıran Emil Johnsen, mimikleriyle, gözleriyle, beden diliyle duygularını izleyiciye geçirme yönünden olağanüstü bir performans sergiliyor. Uzun süredir bir rolü bu kadar üstüne giymiş ve içselleştirmiş bir oyuncu izlememiştim diyebilirim. Sevgi dolu bir aile babası olan Jan’ın hem hayranlık uyandıran yönlerini hem de o sakin ve güleryüzlü, çocuksu yüz ifadesinin altındaki yıkıcı cehennem ateşini seyirciye geçirmeyi başarıyor genç oyuncu. Jan’ın babası rolündeki Hellerup’un performansı da dikkat çekici. Sadece kendine hizmet eden o kayıtsız özgürlükçülük konuşmaları, ensest ve pedofil hallerinden asla pişmanlık duymayan halleriyle ahlaksız baba rolünü hakkıyla yerine getiriyor o da. Sonuçta karşımızda sakin sessiz olduğu kadar kutup havası gibi iliklerimize işleyen ve tüylerimizi ürperten bir hikayeye sahip, düşündürücü ve akılda kalıcı bir film var.