Karakomik Filmler

Cem Yılmaz’ın her filminin basın gösterimine koşa koşa giderim. Ben gene neyse de, kendisi de yıllardır her filminin basın gösterimine koşa koşa geliyor, bu beni çok mutlu eden bir detay doğrusu. Filmden önce ufak bir konuşma yaptı, bu konuşmada canımız Sadi Bey’imize geçmiş olsun demeyi de ihmal etmedi. Filmi bizimle birlikte izledi ve çıkışta oyuncuların da katılımıyla basının sorularını yanıtladı. İşini bu denli ciddiye alması ve sorumluluk sahibi olması çok hoş.

Filmle ilgili düşüncelerime ise buradan ulaşabilirsiniz..

Bohemian Rhapsody

Geçtiğimiz hafta Müslüm’ü izledik, sanatçı Müslüm Gürses’in hayat hikayesini konu alan biyografik bir yapımdı, fikirlerimi yazmıştım. Bu hafta Bohemian Rhapsody ile efsanevi Freddie Mercury’nin ve Queen grubunun gerçek hikayesini anlatan başka bir biyografik film izliyoruz. Vizyonda Yılmaz Güney’i konu alan bir belgesel de var ve önümüzde de vizyona girecek bir Whitney Houston biyografik filmi. Çoğunluğu müzikle de ilintili olan, bizi derinden etkileyen kişiler/gruplarla ilgili biyografik yapımlara doyduğumuz aylardayız sözün özü.

Ortaokul-lise dönemimde keşfetmiştim Queen’i. Kaset doldurduğumuz zamanlar, 90’lar. We Will Rock You’lar, We Are The Champions’lar. Ama beni çok etkileyen iki şarkı vardı: Show Must Go On ve Bohemian Rhapsody. Filme de adını veren ikincisi daha önce benzerine rastlamadığım bir tür olduğundan iyice ilgimi çekmişti. Çocukluğunda piyano dersi almış ve müziğe aşık biri olduğumdan, sekiz kulakla dinliyordum bu değişik adamın değişik grubunun benzersiz şarkılarını.

Daha ileriki yaşlarımda dinlemeye, takip etmeye devam ettim elbette grubu, albümleri. Freddie Mercury’nin frapanlığı, feminenliği göze çarpıyordu ve onu çok daha özel ve farklı kılıyordu gözümde açıkçası. Cinsel tercihinin ne olduğunu merak etmek ya da bu konuda eminmişim gibi fikir yürütmek yerine onu olduğu gibi kabul ettiğimi hissettiğimi hatırlıyorum doğrusu.

Bir itirafta bulunmalıyım fakat, bu çok sevdiğim sanatçı ve grubu hakkında açıp çok da fazla okumamışım. Dinlediğim bana yetmiş olsa gerek. Örneğin Freddie Mercury’nin gerçek adının ne olduğunu ya da nereli olduğunu bilmiyordum ve bu filmde öğrendim, epey de şaşırdım doğruyu söylemek gerekirse.

1991 yılında sanatçının AIDS sebebiyle, bu denli genç yaşında öldüğünü öğrendiğim zaman da çok çok etkilenmiş ve üzülmüştüm.

Filme gelecek olursak, her şeyden önce şüphesiz fiziksel olarak canlandırması zor bir kişilikle karşı karşıyayız. Freddie Mercury’nin ağzında fazladan 4 adet diş olması ağzının kapanmasını zorlaştırırken kendi düşüncesine göre sesini güzelleştiren bir detayve bu düşünceyle dişlerinden ameliyat olmayı reddetmiş. Yine zayıf bedeni, oldukça frapan ve iddialı, cesur kılık kıyafeti üstünde taşıyışı, kendine has hareketleri ile onu canlandırmak gerçekten büyük risk. Oyuncu Rami Malek elinden geleni yapmışsa da bedenen biraz sönük kalmış gibi hissettirdi bana, diş detayı ise çok önemli ve altı çizilesi bir konu olmakla birlikte bana yine de estetik olarak biraz fazla geldi, adeta Mercury’le ilgili bir parodi için özellikle abartılmış bir makyaj detayı gibi hissettim.

Dönem olarak 1970’lerde Queen’in oluşumundan 1985’te grubun Live Aid’teki efsanevi performanslarına kadar olan yolculuğunu anlatmayı tercih eden filmin yönetmeni ünlü yapımcı ve özellikle Olağan Şüpheliler‘in yönetmeni olarak tanıdığımız Bryan Singer iken yapım aşamasında bazı sıkıntılar yaşanmıştı. Sete gelmeyen ve bazı tatsız iddialarla suçlanan Singer projeden atılmıştı, filmin yeni yönetmeni, Kartal Eddie filmi ile hatırlanan Dexter Fletcher olacaktı fakat sonradan Singer projeye geri döndü. Bu çalkantıdan film ne kadar ve ne şekilde etkilendi bilemeyiz elbet ama bu denli büyük bir başlığın atıldığı bu kadar büyük bir proje için tüylerimi daha diken diken edecek bir film beklemiştim desem haksızlık etmiş olmam sanırım.

Filmin senaryosu Darkest Hour ve The Theory of Everything filmlerinin de senaristi olan Anthony McCarten ve The Other Boleyn Girl, Rush gibi filmlerin senaristi Peter Morgan’a ait. Senaristlerin Queen’e ve Mercury’e ait anlatılması gereken dönem seçimlerini başarılı buldum, üstelik bu döneme Mercury’nin ailevi hayatı ve geçmişini de eklemeyi ve bu dengeyi kurmayı becerebilmişler. Zira bu tarz biyografik filmlerde malzeme o kadar bol olur ki senarist işin içinden çıkamaz, ya herşeyi anlatmaya çalışır, ya da bir bölümün çok fazla üstüne gider ve iş çığrından çıkar. Müslüm filmi örneğin Gürses’in çocukluğuna çok fazla yer verilirken, hayranlarının durumu daha az anlatıldığı için çoğu izleyici tarafından eleştirildi.

Sadece albümünü dinleseniz tüylerinizin diken diken olacağı bir grubun ve o grubu bugünlere getiren efsanevi sanatçı Freddie Mercury’nin yer aldığı bir filmden çıkarken çok daha fazla etkilenmeyi beklerdim, açıkçası sönük bulduğum bir müzikal biyografik film oldu Bohemian Rhapsody. Üstelik Mercury’nin gay kimliğinin anlatımında da bir pürüz hissettim. Sanki Mercury’nin başına gelen her kötü şey, gay olduğuna karar verdikten sonra gerçekleşmiş, sanki hatası bu olmuş, eğer grup arkadaşları gibi evlenip çoluk çocuğa karışsaymış daha iyi olurmuş gibi bir yargı sezdim. Freddie Mercury’i Freddie Mercury yapan tamamen cesareti, kendi oluşu, içinden geldiği gibi davranmakta her zaman cesur oluşu olmuştu belli ki. Onun sanatını besleyen de buydu. Açıkçası filmin az da olsa “homofobi” içerdiğini düşünüyorum.Fakat filmin, Mercury’nin AIDS’e yakalanışı konusunu bir duygu sömürüsü haline getirmemesi ve filmin modunu genel anlamda pozitif tutması takdire şayan.

Birkaç kez izlemek isteyeceğiniz bir film değil Bohemian Rhapsody, ama es geçin de diyemem, izleyin, anılarınıza gömülün, Queen’i hatırlayıp eve döndüğünüzde albümlere sarılın, o bile yeter. İyi seyirler.

Annelik Zor Zanaat!

Bad Moms vizyona girmişken, annelik yapayım derken çılgın hareketlerle aklımızda yer eden bazı karakterleri sıralıyoruz…

 


The Hangover’ın yaratıcıları Jon Lucas ve Scott Moore , 2013’te “21 And Over (Çılgın Doğumgünü) ’ı yönetmişlerdi en son. 21 And Over da Hangover benzeri bir filmdi aslında. Şu klasik Amerikan hardcore-komedi anlayışı…
Lucas ve Moore bu kez de Bad Moms için yönetmenlik/senaristlik koltuğunu paylaşmışlar ve film ay sonunda ülkemizde vizyona giriyor. Yapımcılığını Judd Apatow’un üstlendiği film yine Amerikan yapımı bir komedi malumunuz. Bad Moms’ın başrollerinde ise Leslie Mann, Mila Kunis, Christina Applegate ve Kristen Bell gibi parlak isimler var. Mükemmel anne olmaya çalışırken bu kadar çabadan bunalıp “kötü” anneler olmaya karar veren kadınların hikayesini anlatan film fragmanından anladığımız kadarıyla epey eğlenceli ve hareketli. 2014 ve 2015’te epeyce dinlediğimiz Nicki Minaj&David Guetta imzalı Hey Mama parçası da filme oldukça yakışmış gibi görünüyor.
Sinemada çılgın anneler diyince aklınıza kimler geliyor? Beyazperde’de izlediğimiz, akılda kalıcı anne karakterlerin bazıları bu dosyada:
Forrest Gump: Sally Field’ın canlandırdığı Bayan Gump kendisini koşulsuz bir biçimde oğluna adamış bir karakterdi. Forrest’ın üzerindeki etkisi büyüktü. Hatta film, o meşhur replikle başlar bilirsiniz: Annem her zaman, hayat her zaman bir kutu çikolata gibidir; şansına ne çıkacağını asla bilemezsin, derdi.”
My Big Fat Greek Wedding: Lainie Kazan’ın canlandırdığı Maria Portokalos aileyi birarada tutan güçlü bir kadın karakter, biraz da çatlak. Konuşma tarzıyla, hareketleriyle epey de sevimli ve akılda kalıcı bir karakter bu anne.
Edward Scissorhands: Dianne Wiest’in canlandırdığı Peg Boggs da epey ilginç bir anne karakteriydi hatırlarsanız. Bir rivayete göre ise, bu karakter filmin senaristlerinden Caroline Thompson’ın kendi annesinden esinlenilerek meydana getirilmiş.
Juno: Erken yaşta hamile kalan ve çocuğunu doğurmaya karar veren fazlasıyla genç anne Juno, bambaşka bir karakter değildi de neydi? Gerçi film erken hamilelik ve annelikle ilgili pek çok tartışmayı da beraberinde getirmişti ama bu Ellen Page’nin canlandırdığı bu karakterin çılgın ve özel biri oluşunu engellemiyor elbette.
The Incredibles: Holly Hunter’ın sesiyle can verdiği Helen Parr adlı çizgi karakter, yani Bayan Incredible, esneklik süpergücüne sahip Elastigirl adında bir süper kahramanken ailesini bir arada tutan muhteşem bir anne olma görevini de başarıyla yerine getiriyordu hatırlarsanız. Otoriter ve kuralcı bir yanı da yok değildi hani.
Baby Boom: 1987 yapımı romantik komedi filmde kariyer sahibi güçlü kadın Wiatt (Diane Keaton), bir anda ölen kuzeninin çocuğuna bakmak zorunda kalan bir ev kadınına dönüşmek zorunda kalıyor ve başına türlü işler geliyor elbette.
Motherhood: 2009 yapımı filmde başrolde sevilen oyuncu Uma Thurman var. Evlilik, iş ve kendi istekleri arasında sıkışan bir kadının domestik hayatta yaşadıklarını anlatan filmde Thurman iki çocuk annesi Eliza’yı canlandırıyor.
I Don’t Know How She Does It: Sarah Jessica Parker’ın Kate’i canlandırdığı film bir roman uyarlaması. 9 farklı ülkenin işlerini yürüten başarılı bir finans uzmanı olan Kate, aynı zamanda evli ve iki çocuk annesi fakat aslında işiyle evli ve ailesine yeterince zaman ayıramıyor. Olaylar gelişiyor. Filmin senaryosunu Şeytan Marka Giyer (The Devil Wears Prada)’i de sinemaya uyarlamış olan Aline Brosh McKenna kaleme almıştı.
Coraline: Ne muhteşem bir stop motion örneğiydi! Coraline ailesi tarafından ihmal edilen bir çocuk. Bir gün Alice gibi gizli bir geçitten geçiyor ve orada paralel bir hayat keşfediyor. Oradaki düğme gözlü insanlarda ailelerin çocukları ile çok ilgili olduğunu görüyor Coraline. Bu paralel hayattaki annesi Coraline’i kendileri ile birlikte sonsuza dek orada yaşamak üzere davet edince, Coraline bunu reddediyor ve olaylar gelişiyor diyelim ve size Coraline’nin korkunç annesi Beldam’ı hatırlatmış olalım..
Throw Momma from the Train: 1987 yapımı filmde Owen’a (Danny DeVito) hayatı zindan eden baskıcı anneyi Anne Ramsey canlandırıyordu. Owen, arkadaşı Larry (Billy Crystal)’ye çapraz cinayet teklifinde bulunuyordu eder, yani Larry, Owen’ın annesini, Owen da Larry’nin eski karısını öldürecek! Filmde ‘anne’ rolünü oynayan Anne Ramsey, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Akademi Ödülü’ne ve aynı dalda Altın Küre’ye aday gösterilmişti.

Not: Yazı cinedergi.com’da yayınlanmıştır.

Yazarlık, Editörlük Sinemaya Konu Olursa…

Yönetmenliğini Michael Grandage’ın üstlendiği Genius 10 Haziran’da ülkemizde vizyona girmişken, benzer türde filmlerden kısa bir derleme…

Yazar Thomas Wolfe ile editör Max Perkins’in arkadaşlığını konu alan Genius bu ay vizyona giriyor. Başrollerde Jude Law, Nicole Kidman, Colin Firth ve Guy Pierce gibi önemli isimleri görüyoruz. Look Homeward Angel kitabının yazarı Thomas Wolfe’u Jude Law, editör Max Perkins’i ise Colin Firth canlandırıyor. Perkins F. Scott Fitzgerald ile de çalışmış bir editör, dolayısıyla filmde Fitzgerald’a da yer var. Zaten Perkins, böyle usta yazarların kendi seslerini duymalarında büyük destek olmuş bir editör. Yönetmenliğini Michael Grandage’ın üstlendiği Genius, Perkins’in anılarından John Logan tarafından senaryolaştırılmış. 10 Haziran’da sinemalara koşalım derim! Benzer otobiyografik yazar/çizer tayfa filmlerinden aklıma gelenleri size de hatırlatmak isterim:
The Rum Diary : Ülkemizde 2012’de Tutku Günlükleri adıyla vizyona giren filmin yönetmenliğini Bruce Robinson üstlenmişti. Hunter S. Thompson’ın 1961’de yazdığı ve ancak 1998’de yayımlanabilen aynı adlı romanından uyarlanan film 1950’lerin sonunda Amerika’da yaşayan alkolik bir gazetecinin Porto Riko’da çıkan bir gazetede iş bulması, kendisini adanın özel içkisi Rom’a kaptırması ve başına gelenleri anlatan film, kendisi de bir alkolik olan Amerikalı yazar Hunter S. Thompson’ın aynı adlı yarı otobiyografik romanından uyarlanmıştı. Johnny Depp uzun zamandan beri romanı sinemaya uyarlamak istiyordu ve kendi yapım şirketini devreye soktu ve filmde aynı zamanda başrolde de oynadı.
Filmde bahsi geçen Gonzo gazeteciliği, Hunter S. Thompson’la özdeşleşmiş olan bir gazetecilik üslubu. Bu üslupta objektif olma iddiası yok, aksine alabildiğine sübjektif bir anlatım var. Thompson’ın alkole düşkün olması, bu üslubun alkol etkisi altında ortaya çıktığı izlenimini vermiştir. “Gonzo” sözcüğünün kökenlerinden birisi de alkolle bağlantılı imiş, çok içse de sızmayan, ayakta kalanlara denen bir lafmış bu.
I’m Not There – 2008’de Todd Haynes yönetmenliğinde izlediğimiz muhteşem film, bir yazar olmasa da bir müzik dehası olan Bob Dylan’ı anlatıyordu. Sanatçının hayatının farklı dönemlerini ve dönüm noktalarını ele alan film, Dylan’ın hayatının saklı kalmış dönemlerine ışık tutarken çok farklı oyuncuları Dylan’ı canlandırmaları adına kılıktan kılığa sokmasıyla konuşulmuştu.
The Diving Bell and the Butterfly: Ülkemizde Kelebek ve Dalgıç ismiyle 2007’de vizyona giren filmin yönetmeni Julian Schnabel. Film, Elle dergisi editörü Jean-Dominique Bauby’nin hayat hikâyesinden alınmıştır, kendisinin hatıraları dışında senaryoyu Ronald Harwood kaleme almıştır. Bauby felç hastalığına tutulmuştur, sadece sol göz kapağı oynamaktadır. Bu sayede basit sorulara evet-hayır karşılıkları verebilir. Bu, dış dünyayla tek bağlantısıdır.
Capote: 2005 yılında Bennett Miller yönetmenliğinde izlediğimiz Capote, Truman Capote isimli muhabir/yazarın hayatını anlatıyor. Filmin senaryosunu Gerald Clarke’ın romanından Dan Futterman uyarlayarak yazmış. “The New Yorker” dergisi için muhabirlik yapan Capote’nin dikkatini gazetesindeki bir makale çeker. Makale bir cinayet ve aynı aile mensubu dört kişinin öldürülmesi ile ilgilidir. Capote, derginin yazı işlerini de ikna ederek, olayı araştırmak üzere çocukluk arkadaşı Harper Lee ile beraber olayın geçtiği yere gider. Olay büyüdükçe Amerikan edebiyatının önemli eserlerinden “In Cold Blood” adlı romanın temeli de oluşmuş olur. Truman Capote’yi, genç yaşta kaybettiğimiz Philip Seymour Hoffman canlandırmıştı.
An Angel At My Table – 1990 yapımı filmin yönetmeni Jane Campion, yazarı Laura Jones.. Filmin baş karakteri Janet Frame, Yeni Zelanda’nın en ünlü, en tanınmış yazarı. Yoksulluk içinde büyümüş; bu da onun hikayesinin bir kısmını oluşturuyor. Film, aynı Janet Frame’in otobiyografisinde olduğu gibi üç bölümden oluşuyor. Yazar; çocukluk yılları, ergenlik yılları ve gençlik yıllarında üç ayrı karakterle canlandırılıyor.
Barfly – 1987 yapımı filmi Barbet Schroeder yönetmiş, senaryo ise meşhur yazar Charles Bukowski’nin, hatta başrollerinde Mickey Rourke ve Faye Dunaway’in oynadığı filmde Bukowski’nin bir cameo rolü bile var. Filmde alkolik yazar Henry Chinaski ve kendisi gibi toplumun dışına itilmiş bir alkolik olan kadın arkadaşı Wanda Wilcox’un bütün gün sefil bir barda geçen konuşmalarını, yaşam biçimlerini izleriz.

Not: Yazı cinedergi.com’da yayınlanmıştır.

Fantastic Beasts and Where To Find Them – Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?

Fantastik dünyalar yaratabilen öykülerin, çizgi romanların sinemaya uyarlanması haliyle çok göz doyurucu, yaratıcı, renkli, şatafatlı oluyor. Dünya çapında son derece büyük ilgiyle okunan, ardından sinema uyarlamaları da büyük coşkuyla karşılanan Harry Potter serisinin ünlü kadın yazarı J.K Rowling, seriye ek olan bazı hikayeler de yazdı.  Örneğin bunların arasından, sekizinci Harry Potter hikayesi  olan ve Harry Potter’ın en küçük oğlu Albus’u konu alan, Harry Potter and the Cursed Child 2015’te, iki sahnelik oyun olarak tiyatro halinde getirildi ve biletler satışa sunulduğu birkaç saat içinde tükendi. 2001’de ansiklopedimsi bir yan kitap olarak yazdığı Fantastic Beasts and Where To Find Them (Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?)’de ise Rowling teker teker büyü dünyasındaki fantastik yaratıkları betimliyordu. Warner Bros, 2013 yılında bu ders kitabı niteliğindeki hikayeyi 3 filmlik bir seri olarak sinemaya aktarmayı kararlaştırdı. Daha sonra 5 filmlik bir seri olarak fikri güncellediler.  Yönetmen koltuğuna,  son dört Harry Potter filminin de yönetmeni olan David Yates oturtuldu. Filmin senaryosu ise tek başına Rowling’e ait.

Hikaye 1920’lerde geçiyor, yani Harry Potter’ın yaşadığı dönemden çok çok öncesine dayanıyor. Bu arada hemen söylemek isterim, filmin Harry Potter serisi ile kıyaslanmasını doğru bulmuyorum. Aynı yazarın, hayal gücüyle hayat verdiği benzer hatta ortak bir büyü evreni yaratmış olması, bu filmin Harry Potter’la kıyaslanmasını gerektirecek bir durum değil bence.

Eddie Redmayne’nin canlandırdığı Newt Scamender, aslında Fantastic Beasts and Where To Find Them isimli bir kitap yazacak olan ve büyü yetenekleri olan, yolu Hogwarts okulundan geçmiş, İngiliz bir yazar. Bu arada Fantastic Beasts and Where To Find Them, fantastik yaratıklar ve onları nerelerde bulabileceğimiz anlamına geliyor fakat maalesef filmin isminde yaratıklar canavarlar olarak çevrilmiş, filmdeki yaratıkların birer canavar olduğunu düşünmüyorum şahsen. Hikayede Scamender New York’a ayak basıyor ve valizindeki yaratıklar teker teker kaçarken ülkede “kötü güç”ün ortaya çıkmasında bunun bir payı olduğu düşünüldüğü için Scamender’ın başı belaya giriyor. Ortaya çıkan yaratıklar da, savaş sahneleri de Yates’in elinde gerçekten şölene dönüşmüş. Fakat savaş sahnelerinin gözü yorduğunu ve bazen takip edilemez hale geldiğini de söylemek gerek. Özellikle filmin aşırı tempolu bir savaş sahnesiyle açılması da izleyiciyi daha ısındırmadan yoran başka bir yönetmen tercihi bana kalırsa. Ezra Miller’ın başarıyla canlandırdığı Credence karakteri, filmin ve hikayenin en önemli unsuru aslında çünkü kötülük onun içinde can bulsa da aslında Credence tacize uğramış ve sevgi görmemiş çocukluğunu oturtacak bir zemin bulamadığından eline geçirdiği kötülük gücünü kontrolsüz bir şekilde kullanmak durumunda kalıyor. Etrafta yaratıklar ve kötücül güç olsa bile, bu kötücül gücün can bulmasına sebep de yine insanlık oluyor aslında ve film meselesini ortaya koymuş oluyor aslında, biz insanlar, yaşamdaki en tehlikeli varlıklarız. Colin Farrell’ın başarıyla canlandırdığı Graves karakteri de filmde  önemli ve içi dolu bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Zaman zaman gerilim ve hatta neredeyse korku filmi izliyormuşuzcasına film noir’a dönüşen atmosferler de yaratılmış, özellikle Credence’ın yaşadığı evdeki sahnelerde ve aksiyonun yoğun olduğu anlarda. Sevimli yaratıklar/hayvanlar da kullanılan CGI tekniğiyle oldukça renkli, canlı ve etkileyici görünüyorlar. Karakterler, mekanlar, dönemin atmosferini yansıtmak açısından da oldukça başarılı şekilde tasarlanmış doğrusu.

Filmde oldukça önemli bir yeri olması gereken büyücü Tina maalesef çok sönük kalmış. Katherine Waterston sanırım bu rolün hakkını verememiş. Herşeyin Teorisi ve Danimarkalı Kız filmlerindeki muhteşem performanslarıyla gönlümüzü kazanan Eddie Redmayne’nin de bu filmde çok etkileyici bir oyunculuk sergilediğini söylemek zor, bu filmdeki favori oyuncu/karakter benim için pastacı Jacob rolüyle harikalar yaratan Dan Fogler oldu. Ona aşık olan Queenie Goldstein rolündeki Alison Sudol da ikinci favorim, bence filmin esas yıldızları onlardı.

Bakalım serinin devamı nasıl gelecek. 3D izlenen, bol bol CGI efektleri kullanılan ve savaş sahneleri olan bu tarz filmlerde göz yorucu uzun sahnelerden kaçınılsa bence bu tarz fantastik dünyaların içine daha rahat girebileceğiz. Şans verin, Harry Potter ile kıyaslamadan başka bir büyü evrenine daldığınızı hayal edin derim. İyi seyirler.

Not: Yazı populersinema.com’da yayınlanmıştır.

Sizi Seviyorum

Sinema okumuş ve bu ülkede sinemayla ilgili işler yapmaya çalışmış biri olarak, sektörün ve şartların zorluğunu bildiğimden, genç ve eğitimli yönetmenler beni her zaman heyecanlandırıyor. Filmin senaristi ve yönetmeni Mustafa Uğur Yağcıoğlu’nun ismini daha önce Son Ders filmini izlediğimde duymuştum.

Ferhan Şensoy gibi bir usta oynadığı için koşarak gittiğim filmden aynı heyecanla çıkamamıştım; çünkü hem komik hem ciddi olmaya soyunmuş, ama sanki ikisini de tam anlamıyla başaramamış bir film vardı karşımda. Gene de yönetmeni merak etmiş, araştırmıştım ve tiyatro kökenli olduğunu da görüp yeni işlerini merakla beklemekteydim.

Sizi Seviyorum, herşeyden önce sırtını Emre Altuğ’a yaslamış bir film olarak kendini gösterdi. Vizyona girmeden önce Emre Altuğ televizyonda oldukça yaptı reklamını filmin ve aslında konusunu da anlatıverdi, pek bir sürpriz bırakmadı. Sevgilisini aldatan, yakalanan ve sonunda her gün başka bir kadınla uyanmaya başlayan adamla ilgili merakta kaldığımız tek konu ‘bu bir rüya mı, büyü mü, oyun mu?’ oldu.

İlginç bir konu, ilginç bir sinopsis, ilginç bir senaryo, fakat gerçekten çok fazla eksikleri var. Bu tarz filmler çok var aslında, vizyon öncesi ilginç bir cümleyle reklamı yapılır, bir de popüler oyuncusu varsa, gişe garanti. Herşeyden önce özensiz sahneler var, salonda her gün değişen kadın fotoğrafları, başucunda her gün değişen Emre Altuğ ve sevgilisinin fotoğrafları, ne kadar da özensiz yapılmış. Ayrıca fikir güzel tamam, ama bir izleyici olarak bile üzerine işlenebilecek başka fikirler de aklımıza gelirken sanki sadece bu fikri bulmak yönetmene yetmiş ve devamını getirmek için uğraşmamış. Mantıklı mı mantıksız mı, umurunda olmamış. Filmin konusu zaten televizyonlarda, internette bu kadar afişe edilmişken, niye şurasını şöyle yapmamış, niye şuna özen göstermemiş diye irdelersem, izlenecek hiçbirşey kalmayacak!

Söylemek gerekir ki, popülerliğine bel bağlanmış olsa da, çok iyi iş çıkarmış Emre Altuğ. Müzik kariyeriyle ön planda olsa da, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Sahne Sanatları Tiyatro Bölümü mezunu olan Emre Altuğ, gerçekten çok iyi bir oyunculuk sergilemiş bu filmde. Oyunculuk söz konusu olduğunda nedense dramatik rollerde başarılı olanlar konuşulur genelde ama komedide de mimiklerini bu kadar iyi kullanabilen, değişik rollere bu kadar iyi adapte olabilen, yakışıklı olmasına rağmen komik de olmayı başarabilen Emre Altuğ’un gerçekten başarılı bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Maalesef Emre Altuğ dışındaki oyunculuklar için aynı şeyi söylemek çok zor.

Vizyona girebilen, ünlü oyuncuları oynatabildikleri filmler üretme şansları varken, eğitimli ve genç yönetmen-senaristlerden daha özenli, daha iddialı yapımlara imza atmalarını bekliyoruz.

Evimde Uzaylı Var (Aliens in the Attic)

Orijinal adı Çatıdaki Uzaylılar olarak da çevrilebilecek olan Evimde Uzaylı Var, fantastik bir aile filmi gibi görünse de, aslında 8-12 yaşa hitap ediyor.Tatil için Maine şehrinde bir ev tutan Pierce ailesi, garip bir aile… Anne baba, tamamen klasik ilgisiz Hollywood aile yapısını yansıtmaktalar. Anne baba gerçekten de yaratıcılık, inandırıcılık veya ilgi çekicilik adına en ufak bir şekilde işlenmiş karakterler değil. Çocuklarıyla çok ilgili gibi gözüküp aslında hiç ilgilenmeyen şu ebeveynlerden…

Matematikte oldukça başarılı, ama bir inek olmaktansa cool bir karakter olmaya çalışan Tom, tek derdi güzellik ve yakışıklı bir sevgili sahibi olmak olan kızkardeş Bethany ve kuzenler, tatil için geldikleri bu evde bir gariplik olduğunu farkederler. Bethany’nin gıcık sevgilisi Ricky de onların bu maceralarına ister istemez katılır.Filmle ilgili olumlu olarak bahsedebileceğim birkaç şey var. Evet, evde uzaylılar var ve bu uzaylılar, gayet başarılı tasarlanmış. Daha önce Sokak Dansı filminden hatırlayacağımız, bu filmde de Ricky’i canlandıran Robert Hoffmann, oynadığı bu karakterle gerçekten iyi bir performans göstermiş. Bir de Everybody Loves Raymond adlı televizyon dizisindeki meşhur anne Doris Roberts’ın bu filmde canlandırdığı karakter ve onun üzerine olan espriler,15 yaş üstünü de güldürmeyi başarıyor.
Günümüzde, sabun köpüğü komediler, aile filmleri, çocuk filmleri ve animasyonlar ciddiye alınacak derecede iyi işler olarak beyazperdeye yansımaya başladı. Bir gençlik filmi de olsa, çocuklara yönelik bir animasyon da olsa hem bütçe, hem senaryonun içinin doluluğu hem de yapımın kalitesi anlamında başarılı filmler izliyoruz. Evimde Uzaylı Var ise, bu kadar ciddiye alınarak yapılan ve her yaştan insanı kendine çekebilen yapımların arasında maalesef sınıfta kalıyor. Hele ki çağımız gençlerinin artık her şeyi çok çabuk kaptıklarını ve ellerindeki imkanlar doğrultusunda tüketebildiklerini düşünürsek, 15 yaşındaki kuzenim Alacakaranlık (Twilight)serisinin kitaplarını okuyup bitirdikten sonra filmlerini ilgiyle bekliyor ve takip ediyorken, bu tarz bir filmin 12 yaş üstü gençleri bile heyecanlandırabileceğini ya da eğlendirebileceğini düşünmüyorum.

Zeytinin Hayali

1940’lı yıllarda Kudüs’ün bir köyünde doğan Meryem isimli bir kızın 62 yıl sonra torunlarıyla birlikte başından geçenleri, yani gerçek bir hikayeyi konu eden çizgi film Zeytinin Hayali, Türkiye’nin ilk uzun metrajlı iki boyutlu çizgi sineması olma özelliğiyle dikkat çekiyor.

Çekiyor çekmesine ama her şeyden önce, daha afişinden fark edilen bir animatif başarısızlık söz konusu filmde. Çizimlerde bir çok hata ve özensizlik dikkatlerden kaçmıyor. Kendi halinde bir çocuk çizgi filmi gibi başlayan yapım, kısa bir süre sonra politik ve propagandif yapısını belli ediyor. Hem de gözümüze soka soka…

Filistin’in İsrail tarafından işgalini konu eden çizgi film, diyaloglarındaki yapay ve muhafazakar tavır ile, savaşa tek taraflı bakış açısı ve keskin çizgilerle birbirinden ayrılan Müslüman=iyi, İsrailliler= kötü yaklaşımı ile, neden bir çizgi film olarak sekiz yaş üstü çocuklara hitap edebilirmiş gibi bir havada vizyona girmiş, merak uyandırıcı…

Filmin ismi, konunun iskeleti diyebileceğimiz, kendi topraklarında yetişmek isteyen bir zeytin dalı temasıyla hoş bir buluş olabilecekken, filmin açık açık propaganda yapıyor olması, bu güzel zeytin dalı hikayesini de içinde eritiyor adeta… Filmin verdiği “Güçlü olmak için önce korkularından arınmak gerekir, ilk düşmanın korkularındır” mesajı gayet genel geçer ve faydalı bir mesajken, Filistin toplumunu anlatırken çizdiği muhafazakar toplumsal hayat tablosu, özellikle her cümlenin içinde birden fazla yer alan Allah kelimesi ile, film bu mesajı da alıp götürüyor.

Filmin animatif özensizliği, müziklerin uyumsuzluğu, filmin derdinin başarılı bir çizgi film yapmak değil, propagandalarını yapıp sahneden ayrılmak olduğunu iyice gözümüze sokuyor. Bu noktada aklımıza ister istemez Persepolis geliyor. Son derece sade ve son derece özenilmiş çizgilerle, sempatik karakterlerle hem teknik açıdan başarılı olabilen, hem çocuklara hitap edebilen hem de içinde hüzünlü ve politik bir hikayeyi barındıran ödüllü politik çizgi film Persepolis, İran İslam Devrimi zamanında çok çekmiş bir ailenin küçük kızı üzerinden hikayesini sürdürürken, göze batan en ufak bir çıkıntı yoktu. Zeytinin Hayali ise, büyük harflerle bağırdığı tavrı ve özensizliğiyle, büyük bir hayal kırıklığı…

Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds)

Soysuzlar Çetesi, nasıl ki Tarantino için zor bir sınavsa, bir Tarantino filminin kritiğini yazmak da benim için o denli zor. Zor, çünkü hissettiklerimi, hissettirdiklerini kelimelerle ifade ederken sanki yetersiz kalacak birşeyler var.

Tarantino western filmlerini seviyor. Tarantino uzakdoğu filmlerini seviyor. Tarantino sinemayı seviyor. Tarantino spagetti western de denilen bu janraları yalamış yutmuş. Artık yönetmenliğini, yapımcılığını, yardımcı yönetmenliğini bilen biz izleyiciler, Tarantino’ya ait bazı takıntılardan haberdarız. Seçtiği müzik, seçtiği kadrajlar, seçtiği renkler, seçtiği diyaloglar, artık “Tarantino filmi” denen algıyı yaratmış durumda.

Buna feci halde karşı çıkanlar da var tabii, tevellüt olarak daha da gerileri bilen, geçmiş zaman olur ki westernlerini Tarantino kadar olmasa da yalayıp yutan bir izleyici kitlesi de var ki, onlar Tarantino’nun bu işleri için, geçmişten birebir kadraj, senaryo, fikir çalıp, modernleştirip, pop haline getirip yeniden üretip satıyor diyorlar. Bu doğruysa bile, bence bir başarı.

Tarantino takıntımızı bir kenara bırakırsak (o kendi takıntılarını bir kenara bırakmıyor ama…), film ikinci dünya savaşının sonlarına doğru Nazi işgali altındaki Fransa’da geçiyor. Tarantino ilk kez Adolf Hitler gibi gerçek tarihi karakterlerle karşı karşıya getiriyor bizi. Evet, çok ciddi. Ama merak etmeyin, Tarantino esprileri her yerde, bu kadar ciddiyetle bu kadar ciddiyetsizliğin birarada olduğu başka film yoktur belki de…

İkinci Dünya Savaşının sonlarında geçtiğine bakıp da savaş izleyeceğinizi sanıyorsanız aldanıyorsunuz, evet şiddeti gözümüze soka soka izletmeyi seven Tarantino, kesik başlar, yüzülmüş deriler gösterecek elbette bize, ama her zaman olduğu gibi gene derdi, savaşı anlatmak, tarihi bir film çekmek değil Tarantino’nun. Savaşı eline bir boya gibi alarak, sinema yapmak onun amacı… Sinemayla neler yapabileceğini kanıtlamak adeta… Uzun, anlamlı, hastalıklı diyaloglar, içlerine girebildiğimiz, her bir mimiğinin elle tutulur olduğu karakterler, dramatik bir kurgu, aksanlar ve dilleri kullanarak adeta oyun oynayan bir yönetmen var karşımızda bu kez de…

Filme en hakim olan duygu gerginlik… Başladığı andan itibaren izleyicide “birşey olacak, bir fırtına kopacak, kopsun artık” hissi yaratıyor ama bunu klasik dın dın dın dın effektleriyle değil, bilakis, sessiz, müziksiz, sadece planlar ve diyaloglarla başarıyor.

Brad Pitt ve Christoph Waltz’un performansları tartışılmaz…

Gereksiz ve laubali bir film gibi görülebilir. Ne yapmaya çalışıyor bu adam ya dedirtebilir. Ama bu filmin resmiyetten uzak bir film olduğunu kabul ederek izleyecekleri güzel bir deneyim bekliyor.

Son olarak da beni düşündüren şu oldu, Naziler, İngilizler, Yahudiler, Almanlar… Vahşet, kin, hırs, cinayet, satılmışlık, ihanet, düşmanlık…. Ve Tarantino, tarzının farklılığıyla, bütün bunlardan değil de sinematik duruşundan konuşturmayı başarıyorsa, saygıyla eğiliyorum. Ülkemizde bu tarz hassas noktaları kaşıyan bir film, üzerine üstlük, laubali bir tavır takınsaydı, ne tarz iç savaşlar çıkardı film sonrası, düşünülesi…