Başka Çarşamba’nın En Kalabalık Gösterimi: Climax!

Gaspar Noé’nin 2 Kasım’da vizyona girecek filmi Climax’in ön gösterimi, dün Başka Çarşamba kapsamında seyirciyle buluştu. Başka Çarşamba’nın düzenlendiği yedi salonun da tam kapasite gösterim yapmasıyla film, Başka Çarşamba’nın en kalabalık gösterimini gerçekleştirmesini sağladı. Film Başka Sinema gösterimleri arasında rekor kırdı.

Her şeyin kontrolden çıktığı bir partiyi konu alan filmde; danslar, müzikler, neon renkler ve durmak bilmeyen bir kamera ile çılgın yönetmen Gaspar Noé bir kez daha kendine özgü bir dünya yaratmayı başarıyor.

Filmin etkisinden çıkamayanlar, tekrar seyretmek isteyenler ve seyretme şansı bulamamışlar için CLIMAX,  2 Kasım’dan itibaren Başka Sinema dağıtımıyla seyircileriyle buluşuyor.

Uzay Yolcuları / Passengers Geliyor!

Aurora ile Jim, 120 yıl boyunca uyuyarak başka bir gezegene gitmekte olan yolcuların arasındaki iki kişidir. Fakat uyku kabinleri onları yanlışlıkla 90 sene önce uyandırır. İkisi de bu hatanın sebebini bulmak ve binlerce yolcuyla uzayda ilerlemekte olan gemilerinin kaderini değiştirmek zorunda kalırlar.

Jennifer Lawrence (Aurora) ve Chris Pratt (Jim) bu heyecanlı ve gerilim dolu bilim kurgunun baş rollerinde yer alıyorlar.

Yönetmenliğini Enigma filmi ile dikkatleri çeken Morten Tyldum’ın üstlendiği yapımın senaryosu ise Doctor Strange’in senaristi Jon Spaihts tarafından yazılmış.

Vizyon tarihi ise 13 Ocak 2017. Merakla bekliyoruz!

 

 

LEGO® Batman Filmi Geliyor!

Warner Bros. Pictures ve Warner Animation Group yapımı olan “LEGO®  Batman Filmi” dünya çapında bir fenomen haline geldi. “LEGO® Batman Filmi”  tüm dünyayla aynı zamanda Türkiye’de de 10 Şubat 2017’de 3D ve Türkçe dublajlı olarak vizyona girecek.

Türkçe Dublajlı Fragman burada:

Fantastic Beasts and Where To Find Them – Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?

Fantastik dünyalar yaratabilen öykülerin, çizgi romanların sinemaya uyarlanması haliyle çok göz doyurucu, yaratıcı, renkli, şatafatlı oluyor. Dünya çapında son derece büyük ilgiyle okunan, ardından sinema uyarlamaları da büyük coşkuyla karşılanan Harry Potter serisinin ünlü kadın yazarı J.K Rowling, seriye ek olan bazı hikayeler de yazdı.  Örneğin bunların arasından, sekizinci Harry Potter hikayesi  olan ve Harry Potter’ın en küçük oğlu Albus’u konu alan, Harry Potter and the Cursed Child 2015’te, iki sahnelik oyun olarak tiyatro halinde getirildi ve biletler satışa sunulduğu birkaç saat içinde tükendi. 2001’de ansiklopedimsi bir yan kitap olarak yazdığı Fantastic Beasts and Where To Find Them (Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?)’de ise Rowling teker teker büyü dünyasındaki fantastik yaratıkları betimliyordu. Warner Bros, 2013 yılında bu ders kitabı niteliğindeki hikayeyi 3 filmlik bir seri olarak sinemaya aktarmayı kararlaştırdı. Daha sonra 5 filmlik bir seri olarak fikri güncellediler.  Yönetmen koltuğuna,  son dört Harry Potter filminin de yönetmeni olan David Yates oturtuldu. Filmin senaryosu ise tek başına Rowling’e ait.

Hikaye 1920’lerde geçiyor, yani Harry Potter’ın yaşadığı dönemden çok çok öncesine dayanıyor. Bu arada hemen söylemek isterim, filmin Harry Potter serisi ile kıyaslanmasını doğru bulmuyorum. Aynı yazarın, hayal gücüyle hayat verdiği benzer hatta ortak bir büyü evreni yaratmış olması, bu filmin Harry Potter’la kıyaslanmasını gerektirecek bir durum değil bence.

Eddie Redmayne’nin canlandırdığı Newt Scamender, aslında Fantastic Beasts and Where To Find Them isimli bir kitap yazacak olan ve büyü yetenekleri olan, yolu Hogwarts okulundan geçmiş, İngiliz bir yazar. Bu arada Fantastic Beasts and Where To Find Them, fantastik yaratıklar ve onları nerelerde bulabileceğimiz anlamına geliyor fakat maalesef filmin isminde yaratıklar canavarlar olarak çevrilmiş, filmdeki yaratıkların birer canavar olduğunu düşünmüyorum şahsen. Hikayede Scamender New York’a ayak basıyor ve valizindeki yaratıklar teker teker kaçarken ülkede “kötü güç”ün ortaya çıkmasında bunun bir payı olduğu düşünüldüğü için Scamender’ın başı belaya giriyor. Ortaya çıkan yaratıklar da, savaş sahneleri de Yates’in elinde gerçekten şölene dönüşmüş. Fakat savaş sahnelerinin gözü yorduğunu ve bazen takip edilemez hale geldiğini de söylemek gerek. Özellikle filmin aşırı tempolu bir savaş sahnesiyle açılması da izleyiciyi daha ısındırmadan yoran başka bir yönetmen tercihi bana kalırsa. Ezra Miller’ın başarıyla canlandırdığı Credence karakteri, filmin ve hikayenin en önemli unsuru aslında çünkü kötülük onun içinde can bulsa da aslında Credence tacize uğramış ve sevgi görmemiş çocukluğunu oturtacak bir zemin bulamadığından eline geçirdiği kötülük gücünü kontrolsüz bir şekilde kullanmak durumunda kalıyor. Etrafta yaratıklar ve kötücül güç olsa bile, bu kötücül gücün can bulmasına sebep de yine insanlık oluyor aslında ve film meselesini ortaya koymuş oluyor aslında, biz insanlar, yaşamdaki en tehlikeli varlıklarız. Colin Farrell’ın başarıyla canlandırdığı Graves karakteri de filmde  önemli ve içi dolu bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Zaman zaman gerilim ve hatta neredeyse korku filmi izliyormuşuzcasına film noir’a dönüşen atmosferler de yaratılmış, özellikle Credence’ın yaşadığı evdeki sahnelerde ve aksiyonun yoğun olduğu anlarda. Sevimli yaratıklar/hayvanlar da kullanılan CGI tekniğiyle oldukça renkli, canlı ve etkileyici görünüyorlar. Karakterler, mekanlar, dönemin atmosferini yansıtmak açısından da oldukça başarılı şekilde tasarlanmış doğrusu.

Filmde oldukça önemli bir yeri olması gereken büyücü Tina maalesef çok sönük kalmış. Katherine Waterston sanırım bu rolün hakkını verememiş. Herşeyin Teorisi ve Danimarkalı Kız filmlerindeki muhteşem performanslarıyla gönlümüzü kazanan Eddie Redmayne’nin de bu filmde çok etkileyici bir oyunculuk sergilediğini söylemek zor, bu filmdeki favori oyuncu/karakter benim için pastacı Jacob rolüyle harikalar yaratan Dan Fogler oldu. Ona aşık olan Queenie Goldstein rolündeki Alison Sudol da ikinci favorim, bence filmin esas yıldızları onlardı.

Bakalım serinin devamı nasıl gelecek. 3D izlenen, bol bol CGI efektleri kullanılan ve savaş sahneleri olan bu tarz filmlerde göz yorucu uzun sahnelerden kaçınılsa bence bu tarz fantastik dünyaların içine daha rahat girebileceğiz. Şans verin, Harry Potter ile kıyaslamadan başka bir büyü evrenine daldığınızı hayal edin derim. İyi seyirler.

Not: Yazı populersinema.com’da yayınlanmıştır.

Captain Fantastic – Kaptan Fantastik

Kaptan Fantastik isimli bu müthiş filmi Adana Film Festivali’nde izleme şansı bulmuş ve umarım vizyona da girebilir demiştim, çok şükür ki vizyon şansı buldu. Film bir geyik avıyla başlıyor. Ormanda farklı yerlere saklanmış çocukların yüzlerini gözlerini boyamış şekilde geyiği gözlediklerini, sonra içlerinden birinin geyiği vurduğunu, cansız bedenini taşıdıklarını, hatta derisini yüzdüklerini vs  izliyoruz ve vahşi bir hikayenin içine çekildiğimizi düşünüyoruz. Sonra işin aslını öğreniyoruz.

Amerika’nın Kuzeybatı Pasifik ormanlarında 6 çocuğu ile birlikte medeniyetten uzak bir hayat kurmaya karar vermiş bir çiftin çocukları bunlar. Aile, çocuklarını okula göndermemiş, kendileri eğitmek istemişler. Ama ne eğitim! Tüm klasikleri okutarak, dünyada olup biten politik, çevresel, ne var ne yoksa öğreterek, ama asla ezber bilgi de öğretmeden, her şeyin mantığını kavratarak, tüm müzikleri dinleterek ve hatta çaldırarak, söyleterek, doğada karşılarına çıkabilecek her türlü zorluğa karşı taş gibi güçlü olmalarını sağlayarak; bu uğurda canları tehlikede olsa bile… Örneğin dağ tırmanışı yapıyorlar, çocuklardan biri elini incitiyor ve bu asla bir dramaya dönüşmüyor, aksine bu tarz zorlukların sonuçları, kazanılmış bir madalya gibi karşılanıyor.

Karısının hastalanması ve hastanede tedavi görmeye başlaması üzerine çocuklarını tek başına bu şekilde yetiştirmeye devam eden baba Ben’i izliyoruz biz. Ben, bir süre sonra karısının öldüğünü öğreniyor ve çocuklarıyla bu acı gerçeği pat diye paylaşıyor. Karısının ailesi Ben’e kızgın, neredeyse düşman. Bu yaşam stiline karşılar ve çocukları “uygun bir şekilde”, modern -ve kapitalist- düzenin içinde yetiştirmek istiyorlar. Annelerinin cenazesine katılmak isteyen, ama babalarını bırakmak istemeyen çocuklar, modern dünyayla karşılaştıklarında sudan çıkmış balığa dönüyorlar ve babalarını sorgulamaya başlıyorlar. Onlarla birlikte, biz de…Biz de dedim çünkü film, hiçbir yaşam stilinin tarafını tutmuyor, hatta seyirciye bu konuda şaşırtmaca yaptığını da söyleyebiliriz hikayenin akışının. Zira, ilk başta izlerken, “evet, bu şekilde eğitim harika, kapitalist sisteme karşı durabilmek müthiş, böyle bir dünya mümkün”  gibi duygularla takip ediyorsunuz Ben’in aldığı kararları, hikayenin akışı, Ben’i gözümüzde bir kahraman, güçlü ve ne yaptığını bilen bir erkek haline getiriyor. Şehirde yaşananlardan sonra ise Ben’in kararlarını sorgularken, aynı adama baktığımızda, ne yaptığını bilmeyen, zayıf bir adam da görebiliyoruz. Burada Ben’i muhteşem bir performansla hayata getiren oyuncu Viggo Mortensen’i de alkışlamak gerek kuşkusuz. Oyunculuğa değinmişken, bahsettiğimiz bu altı çocuğun altısı da oyunculuk başarılarıyla ağzımızı açık bırakıyor adeta.

Filmin senaryosunu yazan ve yönetmenliğini yapan isim Matt Ross, bizi bu yapımla çok heyecanlandırdı doğrusu. Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü almış olması isabet. Sıradışı bir öyküyü, muhteşem bir sinematografi, hayran olunacak derecede doğal oyunculuklar, güzel müziklerle harmanlamayı başarmış Ross. Aile olmak, anne baba olmak,  gündelik hayat, Amerika’nın modern yapısı, insan aslında ne ister, başarı nedir gibi büyük sorular soran, değerli bir film. Sakın kaçırmayın, bu günlerce aklınızdan çıkmayacak filmi, beyazperdede izlemenin tadına varın.

Filmin “hippi” ruhuna uygun kostüm/dekor detayları muhteşem. Özellikle öldüğünde yakılmak istediği halde kadına düzenlenen cenazeyi çocukları ve kocası olarak ışıl ışıl, pastel renkli kıyafetlerle bastıkları sahne, akıldan çıkacak gibi değil, hem işin dini boyutu ve meselesi, hem de yaratılan atmosfer ve  görsel başarı itibariyle.

Not: Yazı populersinema.com’da yayınlanmıştır.

Doctor Strange – Doktor Strange

2000’lerin başında özellikle,  teknolojinin geldiği noktayla, yıllar öncesinin çok satılan çizgi romanlarının beyazperdeye aktarılması kaçınılmazdı. 2009’da Walt Disney tarafından satın alınan meşhur çizgi roman yayımcısı Marvel;  Iron Man, Thor, Captain America gibi efsanevi karakterlerinin sinematik evrendeki karşılığını hemen oluşturdu tabii ki büyük bir iştahla. Çizgi romanın halihazırda varolan hayranları da, sinemada yüksek bütçeli, süper-kahraman odaklı blockbuster izlemeyi seven sinemaseverler de,  elbette getirdikleri milyonlarca dolarlık gişe hasılatlarıyla, yapımcılara doğru yolda olduklarını gösterdiler. (Aynı zamanda Marvel imzalı TV dizileri de oldukça başarılı oldu.) Bu yeni oluşmuş sinematik evreni bayıla bayıla izlesek de bir süre sonra formülü çok basitçe oturtulmuş bir yapıyla karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Teknolojik açıdan, görsel tasarım anlamında harikalar yaratsa da bu yapımlar, hikayeleri bizi çok da tatmin etmemeye başladı aslında. Artık bir  süper kahraman hikayesini beyazperdede izleyeceğini bilen her izleyici, filmlerin başını sonunu, kimin iyi, kimin kötü olduğunu ve bu gibi temel detayları tahmin eder oldu.

 

En son Captain America: The Winter Soldier filminde Doctor Strange ismini duyduk ve heyecanlandık. Zira Doctor Strange’in hikayesi diğer süper kahramanlardan biraz farklıydı çizgi romandan itibaren. Kahramanımız modern dünyada yaşayan, gayet “normal”, ve fakat işinde çok başarılı,  bu yüzden oldukça kibirli, hatta küstah bir beyin cerrahı. Yaşama bağlı olduğu tek olgu başarı ve para olan, yakışıklı bir cerrah Strange. (Üstelik bu hikayede diğer hikayelerde görmediğimiz başka olgular da karşımıza çıkacak: paralel evrenler, astral boyutlar, uzay-zaman olguları, büyüler, büyücüler, bilgelik, mistisizm…)

İşte bu başarılı cerrah Stephen Strange (filmde, gayet başarılı bir performansla Benedict Cumberbatch), iş hırsı yüzünden bir trafik kazası geçiriyor ve işinin en önemli enstrümanı olan ellerindeki sinirler zarar görünce artık mesleğini yapamaz hale geliyor. Tibet’te yaşamakta olan The Ancient One (İncil’de Tanrı isimlerinden biri olarak geçen “Ancient of Days”, genelde  beyaz saçlı bir erkek olarak resmedilmiştir. Bu figürden yola çıkılarak oluşturulmuş olan The Ancient One karakteri çizgi romanda da yaşlı bir erkekken, filmde dazlak bir kadın – caanım Tilda Swinton- olarak karşımıza çıkıyor.) adlı büyücünün varlığını öğrenmesi, onun için yeni bir umut oluyor, çünkü elleri olmadan asla kimsenin hayatına dokunamayacağını ve mutlu olamayacağını düşünüyor. Eski sevgilisi ona, “hayatlara başka şekilde de dokunabilirsin, bu hırsı bırak” demiş olsa da…

Daha önce genellikle gerilim ve korku türünde filmler çekmeyi tercih etmiş olan yönetmen Scott Derrickson, alternatif gerçeklerin ne olabileceği üzerine oturtulmuş bu hikayeyi sinemaya aktarırken muhteşem bir kaleydoskopik evren yansıtmayı başarmış beyazperdeye. Hollandalı grafik sanatçısı M. C. Escher’ın işlerinden ilham aldığını söyleyen görüntü yönetmeni Ben Davis’in adını anmadan olmaz burada tabii.  Bu arada yapımcıların Derrickson’la çalışmayı tercih etmelerinin bir sebebi de yönetmenin bu çizgi romana hakimiyeti , bu hikaye üzerinden sinemaya yansıtmak istediklerini ifade edişi ve önceki doğaüstü filmlerinin başarısıymış.

Saykodelik, rengarenk altyapısı bir yana, Derrickson, kahramanlarımızın içinden geçtikleri paralel evrenleri kurarken,  Inception filminde gördüğümüzde bizi epey şaşırtmış ve etkilemiş olan binaların eğrilip bükülmelerinin bir benzerini  de yaratmış. IMAX 3D izlendiğinde neredeyse halisünatif etki yaratacak boyutta gözü yanıltan, şaşırtan, etkileyen görsel efektlerle bezemiş böylelikle filmi. Demin de bahsettiğimiz gibi, Derrickson’ın kendini bulma serüveninde karşımıza çıkacak olan  “gerçek nedir, güç nedir, ruh nedir, ego nedir, gurur nedir, bilim nedir, inanç nedir” konularının kullanımı da, çok derine iniyor olmasa da, filmi diğer süper kahraman filmlerinden ayıran bir özellik neticede.

Gelelim Marvel evrenindeki şu “sonsuzluk taşı” meselesine.  Malum büyük kötü karakter Thanos’a doğru gidiyor tüm Marvel filmleri ve tek bir noktada buluşacağa benziyor tüm hikayeler. Altı adet Tanrısal güç taşıyan sonsuzluk taşı var: Uzay, Zaman, Zihin, Güç, Ruh, Gerçeklik. Zaman taşı dışında diğer tüm taşlar diğer filmlerde kendilerini bir biçimde göstermişlerdi. Zaman taşı ise meçhuldü. Filmde Doctor Strange’nin ulaştığı ve boynuna takarak zaman kırılmalarını sağladığı The Eye of Agamotto’nun içinde parıldayan zaman taşı değil de nedir?

Son olarak çizgi romana hakim olanların bileceği, Strange’in kızkardeşinin henüz çocuklarken boğulması ve Strange’nin bu sebeple doktorluğa özenmesi gibi detaylar filmde yok ama aslında çekmişler ve çok büyük ihtimalle “kesilmiş sahneler” bölümüyle DVD ya da Blueray’de yerini alacakmış, bunu da bizden duymuş olun. Diyeceğim o ki, içi dolu bir kahramanlık öyküsü izlemenin keyfine vardığımı söyleyebilirim, sadece insanoğlu doyumsuz, yetinemediğim durumlar yok değil. Zira bu tarz spiritüel meseleleri sinemayla birleştirmek aslında o kadar dahice ve bir o kadar da değerli, bir o kadar da zevkli ki kanımca, örneğin Matrix filmlerini hatırlayalım, sinematografik açıdan pek çok yeniliği barındıran bir bilim kurgu olduğu için hayran olmamız bir yana, içerdiği felsefi söylemlerle de yıllarca hakkında konuşturmuştu. Bu tarz felsefi doluluğu olan filmlere açken ve Doctor Strange de bir yanıyla buna soyunmuşken, daha da sağlam söylemler içeren bir senaryo ile karşımıza çıkabilirdi diye düşünüyorum. Son kertede, koşa koşa IMAX’de izleyin, sonra üzerine konuşalım. 

Az kalsın unutuyordum;  Marvel filmlerinde çoğunlukla olan bir geleneği yine de hatırlatma ihtiyacı duyuyorum. Film bitti zannedip salondan çıkmak için acele etmeyin. Jenerikten sonra karşınıza çıkacak olan, after-credits adı verilen ve devam filmlerine selam çakan önemli sahneleri kaçırmayın.

Not: Yazı populersinema.com’da yayınlanmıştır.

Diriliş / The Revenant

Altın Küre’de çeşitli ödüllere layık görülen ve Oscar için 12 dalda aday gösterilen Diriliş‘i (The Revenant, 2015) hakkını vererek izleyebilmek için İstinye Park’ta IMAX sistemli salonu tercih ettim doğrusu, iyi de yapmışım. Diriliş, Michael Punke’un yazmış olduğu The Revenant: A Novel Of Revenge kitabından uyarlanmış. Kitapsa yaşanmış bir hikayeyi anlatıyordu. İsveçli avcı Hugh Glass (filmde Leonardo DiCaprio) 1800’lü yılların Amerika’sında, şimdinin Dakota bölgesinde ekibiyle avlanırken, bir ayının saldırısına uğrayarak çok ağır bir şekilde yaralanıyor. Hayatta kalma umudu çok düşük olan Glass, ekip arkadaşları tarafından vahşi doğada ölüme terkediliyor, melez oğlu da ekip arkadaşlarının biri olan John Fitzgerald (Tom Hardy) tarafından gözlerinin önünde öldürülüyor. Müthiş bir dayanma gücüyle hayatta kalmayı başaran Glass, oğlunu öldüren John Fitzgerald’dan intikamını alabilmek için, vahşi doğayla var gücüyle mücadele ediyor.

Filmin yönetmeni Alejandro Gonzalez Inarritu, 2007’de çok sevdiğim Babil filmi ile Oscar’da en iyi yönetmen ve en iyi film ödüllerine aday gösterilmişti. Geçen sene (2015) ise nedense çok ısınamadığım, yönetmenin de kendi tarzına uzak Birdman ile en iyi yönetmen, en iyi film ve en iyi özgün senaryo ödüllerine layık görüldü ve elbette son son bu başarılarıyla çok konuşuldu. Bu sene de bu denli iddialı bir filmle Oscar yarışında 12 dalda aday olması, kendisinin yönetmenlik iddiasını kanıtlıyor şüphesiz. Yönetmenin eski işlerinden Biutiful ve 21 Grams da şahsen çok başarılı bulduğum filmler. Inarritu’nın beyazperdeye attığı imzalara şöyle bir baktığımızda genelde dayanılması güç, acı verici olayları anlatmayı seçtiğini, ama bunları yönetmenlik anlamında doğal ve sert bir şekilde yüzümüze vurarak anlatmayı tercih ettiğini görüyoruz.

Diriliş, temposu çok yüksek bir sıcak savaş sahnesiyle açılıyor ve bizi içine çekmeyi anında başarıyor zaten. Filmin %95’i dış mekanda, gerçek mekanlarda, çoğunlukla da doğal ışık kullanılarak çekilmiş. Muhteşem bir doğa, film boyunca hikayeye eşlik ediyor ve geniş, uzun, temiz planlar sayesinde, yaşanan onca sert mücadeleye rağmen çevreyi seyre doyum olmuyor. Muhteşem bir yeşillik sürekli bizimle. Dağlar, kar, nehir… Vahşete rağmen her şey şiir gibi. Geniş planlar o kadar başarılı ki, izlerken adeta oradayız. Görüntü yönetmenliğine şapka çıkarmalı!

Gerçek hikayeden uyarlama olmasına rağmen elbette abartılar yok değil. Hugh Glass’ın yaşam mücadelesini izlerken, yok artık, buna rağmen mi ölmüyor, nasıl yani, hala devam edebiliyor mu, eh, bu kadar da olmaz demekten kendinizi alamıyorsunuz. Zira filmimiz bir süper kahraman filmi değil ve madem gerçek hayat hikayesi ve gerçek bir yaşam mücadelesi, keşke aslına daha uygun kalsaymış demeden edemiyoruz. Uzun süredir Oscar ödülünü haketmesine rağmen alamadığı için türlü şakalara konu olan Leonardo DiCaprio’nun performansı gayet yerinde. Fakat filmde oyunculuk deyince Tom Hardy’nin bu alışılmışın dışındaki performansı beni o kadar etkiledi ki, gözüm bir süre sonra DiCaprio’yu görmemeye başladı. Teksas aksanlı İngilizcesi’nin başarısı bir yana, karakteri izlerken çoğunlukla onun Hardy olduğunu unutuyorsunuz, ki bence başarılı oyunculukta en önemli kriterlerden biri bu. Örneğin DiCaprio’yu izlerken bu pek olmuyor şahsen bende, karakterinin sunduklarının içinde kaybolamıyorum. Umarım bu sene en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü Hardy alır.

Bir intikam hikayesi Diriliş. Ama bu intikam hikayesine insanın doğayla olan mücadelesi de ekleniyor elbette. İnsan, hayvan gibi değil. Medeni ve vicdanlı bir yaratık ama onun da içinde kötülük var. Ayırım var. Zorda kaldığında vahşet var. Yalan var. Yarı yolda bırakma var. Sineklerin Tanrısı’nı hatırlatan bir yapısı da var Diriliş’in. Medeniyet/ilkellik, iyilik/kötülük, Kızılderililer, Fransızlar, Amerikalılar üzerinden farklı okumalara da açık. Diriliş, vahşet açısından izlemesi zor sahneler de içeriyor, yine doğal, yine suratımıza tokat gibi!

Filmde herhangi bir kadın ya da aşk hikayesi yok. Tamamen maskülen, sert bir film.

65 mm dijital çekilen Diriliş’in, mümkünse sinema salonunda, değilse de büyük bir perde ya da ekranda, iyi bir ses sistemiyle izlenmesi gerekiyor bana kalırsa. Neredeyse gözlüksüz 3D deneyimiymiş gibi izlemek isterseniz, IMAX olan salonlarda izlemenizi önereceğim.

Kelimenin tam anlamıyla lezzetli bir sinema filmi Diriliş. Oscar yarışında hangi ödülleri alır bilinmez ama şimdiden yılın en iyi filmlerinden biri olduğunu söylememiz için ödüllerini beklememize gerek yok. İyi seyirler.

Not: Yazı, filmin vizyon haftasında kulturmafyasi.com sitesinde yayınlanmıştır.

Zootopia / Zootropolis: Hayvanlar Şehri

Geçtiğimiz haftalarda Alice Through The Looking Glass/Alis Harikalar Diyarında 2: Aynanın İçinden izleyip olmayan alemlerde, harika diyarlarda, zamansız zamanlarda gezmiş ve hem görselliği hem de içerdiği felsefesiyle beslenmiş, adeta zevkten ölmüştüm. Bu hafta da bir animasyon vasıtasıyla, olmayan ütopik mekanlarda dolaşıp kendimi kaybettim, mutluyum: Zootopia ya da Türkçe adıyla Zootropolis: Hayvanlar Şehri.  Disney yapımı film, Amerika’da bir ay önce vizyona girmişti, bizdeyse bu Cuma (10 Haziran 2016) itibariyle vizyonda.

Animasyon filmler söz konusu olduğunda elbette çizilmiş karakterlere sesiyle can veren dublaj sanatçıları da önem kazanıyor. Bunların popüler isimler olması ise filmin reklam boyutunu zenginleştiren bir unsur ister istemez. Ülkemizde Yekta Kopan, Uğur Yücel, Haluk Bilginer, Tolga Çevik gibi isimleri seslendirme kadrosunda gördüğümüzde o animasyonla ilgili kat kat heyecanlandığımız bir gerçek. Zootopia’nın orijinal seslendirme kadrosunda, başroller diyebileceğimiz tavşan Judy Hopps’u Ginnifer Goodwin, tilki Nick’i ise Jason Bateman seslendiriyor. Bizde ise tavşanımız Aysun Topar, tilkimiz Cem Yılmaz! Filmleri her ne kadar orijinal sesleriyle izlemeyi tercih etsek de, ülke olarak dublaj sanatında başarılı olduğumuz da bir gerçek, ve özellikle de Cem Yılmaz’ın sevimli ve kurnaz tilkiyi çok başarılı biçimde seslendirdiğini, işini düz bir okumayla değil, karaktere ruh katarak yaptığını eklemek isterim. Genel anlamda da bu filmi dublajlı izlemek gayet keyifliydi.

Gelelim filmin kendisine; hem konusuna, hem de teknik başarısına. Filmin senaryo kadrosunda bir ben yokum zaten : Jared Bush, Phil Johnston, Byron Howard, Rich Moore, Josie Trinidad, Jim Reardon ve Jennifer Lee muhteşem lezzette bir iş çıkarmışlar doğrusu. Kahkahalarla güleceğiniz zeki ve güncel esprilerin yanı sıra “şiddete ve sana benzemeyeni  ötekileştirmeye son ver” mesajını hayli yerinde kullanan sağlam bir senaryoya sahip Zootropolis. Yönetmen koltuğunu paylaşan  Byron Howard (Tangled), Rich Moore (Wreck-It Ralph) ve Jared Bush gibi isimlerin bir araya gelişi de yapımda benzer bir sihir meydana getirmiş. Örneğin küçük büyük her türden hayvanın aynı şehri paylaşması aslında gayet karmaşık bir düzen oluşturacakken her hayvanın boyutuna göre onlara özel kapıların, binaların vs tasarlanmış olması, muhteşem bir görsel deneyim haline gelmiş filmde. Yine fragmanlarda da izleyeceğiniz tembel hayvanlı sekanstaki mimikler, farklı karakterlerle oluşturdukları Godfather ve Chinatown göndermeleri sizi gülmekten öldürecek.

Konuya geri dönmek gerekirse, modernleşen ve insanlaşan (evrim geçirerek iki ayak üstünde duran, kıyafet giyerek işe, okula giden vs) hayvanlar dünyasında kasabasında ailesiyle yaşayan tavşan Judy Hopps, haksızlıklara katlanamayan, cesur ve hırslı bir küçük tavşandır.  Hayvanlar dünyasının ütopyası olan Zootropolis’te yaşamak ve polis olmak, orada görevler alarak dünyayı daha iyi bir yer yapmak istemektedir. Boyutundan ve acemiliğinden dolayı başta trafik polisi olarak atanan Judy, bu görevi kendine yakıştıramaz ve kayıp hayvan vatandaşların bulunması için harekete geçer. Bu uğurda karşısına çıkan üç kağıtçı tilki Nick ile işbirliği yapmak durumunda kalır ve fakat Judy ve Nick zamanla iyi arkadaş olacaklardır. Karşılarına çıkan olaylarda ise hayvanlar arasındaki tahammülsüzlük ve önyargılar ortaya çıkacaktır. Polisiye bir animasyon olan Zootropolis hem çok komik, hem çok tempolu ve renkli, hem de çok ciddi konulara değinen,  içi fazlasıyla dolu, bu nitelikleriyle benzerine az rastlanan bir yapım olmuş.

Yabancı basında, filmin insanların ırkçılık, önyargı gibi dertlerini hayvan “cinsleri” üzerinden anlatmanın sıkıntılı tarafları olduğu düşüncesinde olan bazı eleştiriler okudum ama aynı fikirde değilim. Hayvan dostlarımızın her zaman insanoğluyla benzerlik gösteren tarafları olmuştur ve sanat eserlerinde bu her zaman kullanılmıştır. Bana kalırsa “canlı” olmanın, varoluşun kaygıları, tasaları her zaman bir noktada birleşir, bu yüzden, özellikle çocuklara ve gençlere bazı mesajları sevimli hayvanlar üzerinden vermenin sakıncalı olduğunu düşünmüyorum.

Çocuklara da yetişkinlere de bir yandan ırkçılık ve ötekileştirmenin ne olduğunu, öte yandan şiddet, vahşet ve düşmanlıkla, kin ve hırsla hiçbir şeyin çözülemeyeceğini göstermek için didaktik olmayan bir ders niteliğinde. Haftanın en iyi filmlerinden, yılın en iyi animasyonlarından biri. Şimdiden Oscar ihtimali konuşulmaya başladı bile…

Not: Bu yazı filmin vizyon haftasında populersinema.com’da yayınlanmıştır.