Jurassic World

Michael Chrichton‘ın romanından Steven Spielberg tarafından 1993 yılında sinemaya uyarlanmış olan, tüm zamanların en başarılı sinema deneyimlerinden birisi olarak kabul edilen Jurassic Park ve devam filmleri, zamanına göre görsel efektlerin şaşırtıcı kullanımı, dengeli senaryosu, başarılı oyunculuklarıyla tüm sinemaseverlerin gönlünü kazanmıştı. Eğlence ve aksiyonlu gerilim dozajını iyi ayarlayan serinin ilk filmini 2013 yılında 3D versiyonuyla yeniden sinema salonlarında izledik.

Bugün ise Spielberg’in yönetmen değil de yapımcı koltuğunda oturduğu Jurassic World var vizyonda, yine 3D olarak.

Jurassic World, senaryonun en başarılı görsel efekt filmlerinde bile ne denli önemli olduğunu bir kez daha hatırlatan, ama tersten hatırlatan bir yapım oldu ne yazık ki…

Zira, ne izleyeceksem izleyeyim, karakterlerin, hikaye örgüsünün bizi kendisine bağlayan yapıda olması birincil dikkat ettiğimdir sinemada. Hele ki Jurassic World gibi sinemanın bir büyü oluşunu kullanan, yani teknik olanaklar sayesinde olmazı olur, gerçeği masal, zamanı oynak kılabilen örneklerde… Zira hikayenin ve karakterlerin içi boş olduğunda, kullanılmış efektlerle, teknik oyunlarla, bilgisayar nimetleriyle, bazen kuru gürültüyle başbaşa kalıyorsunuz ve o zaman tüm büyü bozuluyor işte. Bu konuda Maymunlar Cehennemi‘nin son örnekleri çok başarılı örneklerdir kanımca, hikayeye,kişilere öylesine kaptırırız ki kendimizi, aksiyon ve efekt dolu sahneler su gibi akar gider, herşey sanki gerçektir, hep olduğu gibi, yaşadığımız hayat gibidir sanki de şaşırmaya bile fırsat kalmaz…

Sinemada bir hikayenin izleyiciye birden çok türü harmanlayıp vermesi; hem komedi, hem romantizm, hem aksiyon, hem gerilim, hem naiflik, hem korku türlerinde gezinmesi genel anlamda ne kadar iyi bir formül, tartışılabilir ama Jurassic World, bu konuda hamuru öyle bir tutturamamış ki… Film, bir çocuk filmi naifliğinde başlıyor, aşırı karton karakterler olan çocukların Jurassic World’e giderek orada çalışan işkolik teyzeleriyle bir haftasonu geçireceklerini öğreniyoruz, öyle ki acaba Jurassic World’e varmalarıyla bize sadece belgesel gibi birtakım CGI dinozorlar gösterecekler ve film bitecek mi diye düşündüren naifliklerle dolu başlangıç, epey de uzun tutuluyor. Aile ilişkilerinin hikayede hiçbir şeye hizmet etmeyen ve aralara serpiştirilen detayları da cabası…

İki karton karakter ağabey kardeşleri neredeyse unutup şimdi de Jurassic World dünyasına sızıyoruz. Adeta bilgileri alma bölümüne geldik filmde. Dinozorlarla çok iyi anlaşan eğitmen Owen (Chris Pratt), birşey çevirdiği, başka planları olduğu çok belli olan Vic karakteri (Vincent D’Onofrio),  işkoliklikten ne bir ilişki yürütebildiği ne de Jurassic Park’la bir bağ kurabildiğini anladığımız ufaklıkların teyzesi  Claire (Bryce Dallas Howard) ile tanışmamız için planlanmış, hafif, bol esprili, dinozorlar konusunda “eğitici” ve uzun sahnelerden sonra birdenbire bu iki hikaye birleşiyor, aksiyon tüm hızında başlayıp yerini gerilime bırakırken, aslında “ben o kadar da hafif bir film değilim, yeri gelir iki erkek kardeşin ya da başrol karakterlerin acı çektiğini, çok zor durumlarda kaldığını, belki de yaralanacaklarını, öleceklerini size düşündürtecek kadar cesur, gerilim dolu sahneler ekleyebilirim” diyor yapım bize sanki. Arada Owen ile Claire’nin flörtleşmelerinin yapaylığına, Claire’nin hatalarla dolu, hafif saf halden bir anda vicdan azabının verdiği güçle bir süper kadın kahramana dönüştüğü sahnelere, Pi’nin Yaşamı ve Sefer Tası adlı müthiş filmlerde büyük keyifle izlediğim Irfan Khan‘ın filmdeki harcanmışlığına ise fazla değinip uzatmak istemiyorum. Filmin son sahneleri adeta bir korku filmi artık, fakat etkilenmek için geç kalmış vaziyetteyiz, biz hala 10 dakika önceki esprilere gülüyor, karakterlerin inandırıcı olmayan hikaye ve ilişki şekillerine gıcık olmakla meşgul oluyoruz.

Elbette yıl 2015’ken filmdeki CGI efektler, dinozorlar, çevre, mekanlar çok etkileyici. 93’te bile çok etkileyiciydi, eh olsun o kadar artık! Bundan dolayı Jurassic World’ü güzelleyemeyeceğim doğrusu. Yönetmen Colin Trevorrow‘un ilk uzun metrajı Safety Not Guaranteed, tek kelimeyle bayıldığım bir çalışmadır, izlemediyseniz mutlaka bulun ve izleyin. Keşke o tatta filmler çekmeye devam etse başarılı yönetmen. Spielberg’lüğe oynamak için biraz erken mi ne?

Hikayenin altmetninde insanların kendilerini üstün ırk olarak görmeleri, dünyayı sadece kendi zekalarıyla yönetip aslında dünyayı, yaşamı paylaştığımız hayvanları da istedikleri gibi gerektiğinde bir eğlence aracına dönüştürebilecekleri düşüncesinin eleştirisi ve belki de intikamı var. Kapitalizm eleştirisi var, kabul, fakat o kadar kör gözüm parmağına ki? Topuklu ayakkabılarını çıkarmadan dinozorlardan kaçan, yoğunluktan yeğenlerinin kaç yaşında olduğunu bile bilmeyen işkolik kadın rolüne söyletilen cümlelerle, “bu hayvanların daha cool gözükmeleri için onları bu kadar güçlü kılan biz olduk” söylemleriyle, aşırı derecede itici bir “mesaj verme” tekniği..

Ben böyle konuşadurayım, Jurassic World, dünya çapında gişe rekorlarını kırmakla meşgul, eee, ne demişler, zenginin malı, züğürdün çenesini yorarmış. Senaryoda da zengin hikayeler izlemek dileğiyle, bu züğürt susar, herkese iyi seyirler.

 

 

Loft/Daire Film Eleştirisi

Erik van Looy’un 2008 yılında çektiği, Belçika tarihinin en fazla gişe yapan filmi Loft’u, 2010’da Hollanda’lı bir kadın yönetmen, Antoinette Beumer yeniden çekmişti. O yıl, ilk filmin yönetmeni van Looy’un Loft’u bir kez daha, bu kez Hollywood’da farklı oyuncularla çekmeye başlamış olduğu bilgisi gelmişti. Biz de sormuştuk, acaba aynı filmi 3 yıl içinde 3. kez çekmeyi bu kadar cazip hale getiren nedir? Şaşırtıcı gişe başarısı olsa gerek… Ve yönetmenin kendi filmini Hollywood kodlarıyla yeniden çektiği yapımLoft/Daire, bu hafta ülkemizde vizyonda.

5 evli erkek arkadaş, rahat kaçamak yapabilmek için aynı çatı katı (bu kez asma kat gerçi) dairesini düzenli olarak kullanır. Bir gün dairede yatağa kelepçelenmiş sarışın bir kadını ölü bulurlar. Tabii ki 5 arkadaş birbirinden şüphe etmeye başlar. İşlenen cinayet, bu 5 iyi arkadaşın aslında birbirleri hakkında ne kadar az şey bildiklerini ortaya çıkarır. Katil ise asla tahmin edilemeyecek şekilde filmin hikayesine saklanmıştır.

Aslında erkek egemen bu hikayeye bir kadın yönetmenin bakış açısı önemliydi ama Beumer pek de yeni bir şey söylememişti doğrusu, bu eğlenceli “katil kim” oyunuyla kafamızı karıştırmak ona da yeterli gelmişti. Önceki filmleri izlememiş olanlar için usta işi bir yönetmenlik ile kaç kere çekilirse çekilsin merak uyandırıcı, şaşırtıcı, sürükleyici olacak bir yapısı var hikayenin. Yani hikaye öyle sağlam ki, gişe başarısı kadar işin keyfi de motive ediyor olsa gerek yönetmenleri, eldeki bu ürünle “oynamaya”… Hollywood işi yapımda oyuncuların daha “şık”, daha “güzel”, daha albenili seçildiklerinin de altını çizelim. Özellikle Lord of The Rings üçlemesinden tanıdığımız Karl Urban ve X Men üçlemesi, Superman Returns gibi filmlerden hatırlayacağımız James Marsden hem yakışıklılıklarıyla hem de başarılı oyunculuk performanslarıyla filme yakışmışlar.

Sadakat, ahlak, dürüstlük, aşk, evlilik, aidiyet gibi kavramları sorgulatan, başından sonuna heyecanı ayakta tutan, haftanın şans verilmesi gereken filmlerinden biri…

İFSAK Kısa Film Festivali Röportajı

1978 yılında başlayan Türkiye’nin en eski kısa film yarışması olan İFSAK Ulusal Kısa Film Yarışması’nda, bugüne kadar Türk Sinemasının çok değerli yönetmenlerinin eserleri yer aldı. Bu sene 21.Ulusal Kısa Film Festivali 16-17 Mayıs 2015’te Tiyatro Gerçek,Maya Cüneyt Türel Sahnesi’nde… Derneği ve festivali festival genel koordinatörü Arzu Sanlı ve İFSAK Sinema bölümü başkanı Tolga Büyükada ile konuştuk…

 

 

 

Öncelikle  İfsak’ tan bahsedebilir miyiz, tanımayanlar için ?

Elbette. Öncelikle İfsak kadar önemli bir dernekte bu dönem Kısa Film Festival koordinatörlüğü yapmaktan inanılmaz zevk aldığımı söyleyerek söze başlamak isterim. İfsak 1959 yılında kurulmuş yaşayan en eski fotoğraf ve sinema derneğidir. Aslında dernekler yasasına göre kurulmuş bir sivil toplum örgütüdür.

Bence kendini geliştirmek isteyen, gönüllü insanların özveriyle görevler aldığı, öğrenmek, öğretmek adına sinema ve fotoğraf konusunda yetkin insanların zevkle çalıştığı bir topluluktur diyebilirim İfsak  için.

 

İFSAK genel itibariyle fotoğrafçılık yönüyle biliniyor ama şu an bir kısa film festivali söz konusu ve sinema eğitimleri de gayet ön planda aslında, bu konuda neler söylemek istersiniz?

 

Evet ,haklısınız,  İfsak genel de fotoğraf derneği olarak biliniyor. Daha doğrusu belki son yıllarda böyle diyebiliriz. Çünkü geçmiş yıllara bakarsak Hilmi Etikan’la başlayan ve Türkiye için çok güçlü isimlerin bu konuda desteklerini, çalışmalarını görmek mümkün. Aslında ben de fotografçıyım ancak iyi bir sinema  izleyicisi olduğumu düşünüyorum. Dönem  dönem  sekteye uğrasa da sinemanın İfsak için vazgeçilmez olduğunu ve kendimin de sinema bilgisini İfsak’ta tanıdığım değerli insanlara borçlu olduğu söyleyebilirim. Gerek verilen eğitimler, gerek seminerler gerekse yapılan sohbetler bunu kanıtlamakta diye düşünüyorum.

 

Kısa film festivali ne zamandır devam ediyor, jüride kimler oluyor, ödüller, gösterimler, festivalin genel ilerleyişini anlatır mısınız?

 

İfsak’ta ilk film gösterimi 13 Mart 1964’de 16mm’lik filmle başlamış. 1978-1979 yılında ilk kısa film yarışması düzenlenmiş. 1979-1980 yılında 2.Ulusal Kısa Film festivalinde jüri olarak ise Atilla Dorsay, Erdoğan Aksel, Hilmi Etikan, Semra Özdamar, Yavuz Özkan, Sami Şekeroğlu, Ahmet Yüzüak’dan oluşuyor.  Daha sonra ki isimler de Atıf Yılmaz, Ömer Kavur, Vedat Türkali, Vecdi Sayar ,Oğuz Makal ,Hilmi Etikan , Sinan Çetin , Gani Turanlı, Rekin Teksoy , Ali Özgentürk , Tarık Akan, Şener Şen, Yavuz Tugrul . Yani saymakla bitmiyor. Son olarak geçen sene Erden Kıral bu sene 35.si yapılan yarışma da ise Hüseyin Karabey bizlerden desteklerini esirgemediler. Filmler İfsak Kısa Film Şartnamesine göre aralığın son haftasına kadar İfsak sekretaryasına teslim ediliyor. Önseçici tarafından elenip belli sayıda o yıl belirlenen seçiciye gönderiliyor. Festival tarihine yakın bir tarihte seçici ilkleri festival sorumlularına teslim ediyor.

Filmler belirlenirken bir taraftan Festival sorumluları gösterimlerin haricinde katılımı canlandırmak adına söyleşiler, çeşitli etkinlikler için çalışmalara başlıyor. Bir tanıtım filmi çekiliyor,festivalin gerçekleşeceği mekan belirleniyor, duyuruları, reklamlar  ve tanıtım için hummalı bir çalışma böylece festival gününe kadar başlamış oluyor. Bu sene  21. si yapılacak  festival tarihimiz  16-17 Mayıs .Tiyatro Gerçek’te gerçekleşecek etkinliğimiz de Ruhi Sarı ve Tanju Berk ‘de söyleşi konuklarımız.

 

 

Bu sene seçilen filmlerle ilgili neler söylemek istersiniz? Nasıl filmler seçildi? Türler, kategoriler nasıl?

 

Her sene çok başarılı filmler geliyor. Belirtmek isterim ki önceki yıllar da Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Çağan Irmak, Mustafa Altıoklar gibi isimler ilk kısa film ödüllerini İfsak’tan almıştır.

Bu sene 74 film katılmış, 30 film önelemeyi geçmiş.Filmler dört katagoride yarıştı. Deneysel, Kurmaca, Canlandırma ve Belgesel. Belgesel filmler diğerlerine göre hep daha başarılı geliyor . Sanırım hala araştırmayı, öğrenmeyi seven genç insanlarımız var .

 

Sizinle iletişim kurmak isteyen, sinema öğrencileri, kısa film yönetmenleri veya sinemaseverler ne yapsınlar, nasıl ilerlesinler?

 

Öncelikle bugüne kadar katılan tüm arkadaşlara gerçekten teşekkür ederiz. Onlar çekmekten nasıl keyif alıyorlarsa biz de onları desteklemekten büyük zevk alıyoruz. Bu festival bittikten hemen sonra 22.Ulusal İfsak Kısa Film ve Belgesel Yarışması için katılım bilgisi http://www.ifsak.org.tr adresinden duyurulacaktır. Takip edebilirlerse şartnamaye uygun tüm filmler için kapımız herkese açıktır.

Teşekkür ederiz.

Röportaj: Melis Zararsız

Özkan Aksular ile Münafık’ı Konuştuk!

3 Nisan’da vizyona giren Münafık, korkudan çok gerilime yakın türü ve farklı göndermeleriyle dikkat çekici bir yapımdı, sorularımı filmin yönetmeni Özkan Aksular’a yönelttim.

 

 

 

Melis Zararsız: Özkan Aksular ismini yeni duyuyoruz sinema piyasasında. Bu ilk uzun metraj sinema filmin ve hem de bir gerilim/korku filmi. Kendinden bahseder misin biraz?

 

Uluslararası İlişkiler mezunuyum. Siyaset okudum aslında, alaylıyım yani. Kurgu ile giriş yaptım sektöre. Pek çok klip kurgusu yaptıktan sonra, klip yönetmenliğine geçtim. Asıl hedefim her zaman sinemaya geçmekti ama biraz pimpirikli biriyim. Bir işin her yönünü bilmeden o işe girişemiyorum. Klip çekmek, görselimi, dilimi ve kurgumu oturtmamda çok faydalı oldu.

 

Bildiğimiz klipler var mı çektiğin?

Herhalde en çok bilineni Yüksek Sadakat – Sana Aşık Yalnız Ben’dir. Feridun Düzağaç, Hayko Cepkin, Sibil gibi genelde sevdiğim ve keyif aldığım sanatçılarla çalıştım.

 

İlk film olarak gerilim/korku tarzında bir filmle karşımızdasın. Bu senin bir yönetmen olarak kendini ifade ettiğin ve etmek istediğin bir tür mü yoksa farklı türler de deneyecek misin? Nasıl çıktı bu fikirler?

Korku filmlerini severim ve iyi de bir takipçisiyim ama direkt korku filmi yönetmeni olayım diye çıkmadım yola. Gerilim ve dram türlerine daha yatkınım. Fakat Türkiye’de gerilim riskli bir tür. Av Mevsimi dışında yüksek gişeye sahip bir gerilim yok bildiğim kadarıyla.

 

 

Benim aklıma Beyza’nın Kadınları geliyor bir de bu türde.

Evet. Maalesef bunlar hak ettiği karşılığı tam olarak alamamış yapımlar. Korku seviliyor ve daha alışığız korku türüne. Ben Münafık’ta gerilim  yapmak ama içine biraz da korku koymak istedim. Münafık o yüzden aslında tamamen bir korku filmi değil, içinde korku öğeleri barındıran gerilim, hatta dram filmi diyebiliriz sanırım.

 

Evet, sanırım senaryo da sana ait değil mi? Bu hikayeyi yazma süreci nasıldı, aklında nasıl belirdi böyle bir hikaye? Cin konusu var gibi gözükse de, hamilelik, Rusya, göl, değişik bir hikaye, pek de benzerine rastlamadık aslında.

Evet, senaryo benim. Bitirebildiğim ilk senaryo. (Gülüşmeler) Söylediğin gibi birbirinden farklı pek çok donenin bir araya gelmesiyle oluştu hikaye. Ben böyle hikayeleri daha çok seviyorum. Paranormal olaylara ait terimleri Türkçe kullandığınız zaman bana komik geliyor. Bu yüzden filmin içinde bir yabancı dil olmasını istedim. Rusya, bize yakın ve bilimsel olarak gelişmiş, bu tarz araştırmalar da yapan bir ülke olduğu için Rusça’yı tercih ettim. Doğal doğum ile ilgili internette çokça videoya denk gelmiştim. O fikir de oradan geldi. Hani hurafeler, İslam ile bağdaşmayan mevzular vardır ya bazı korku filmlerinde, oradan da “münafık” fikri geldi aklıma.

 

Yani “münafık” kelimesinden mi ilerledi hikaye?

Evet. Biraz araştırınca bu kelimenin anlamını da tam olarak bilmediğimizi fark ettim. Zındık gibi, kafir gibi bir anlamı var zannedenler çoğunluktaydı. Gerçek anlamını ortaya koymak istedim.

 

Senaryo ne kadar zamanda tamamlandı?

Aslında yazmaya başladığımda, alışık olduğumuz daha az riskli bir hikaye ile yola çıktım. Onu bitirmek bir ay falan sürdü. Sonra içime sindiremedim. Az önce konuştuğumuz doneleri de ekleyerek hikaye genişledi. Son halini alması bir seneyi buldu sanırım.

 

Ekip nasıl oluştu, kimlerle çalışacağına nasıl karar verdin teknik anlamda vs.?

10 senedir sektörün içerisindeyim. İlk gün kiminle çalıştıysam hala ekibimin içinde aynı insanlar var. Kendi yapımcılığımı da yaptığım için, sorun yaşamadığım sürece ekibimden kimseyi değiştirmedim. Teknik ekipteki herkes, benim en az 8 yıldır çalıştığım, artık birbirleri arasında da leb demeden leblebiyi anlayan insanlar. Yani bir karar vermedim. Her şey hazırdı zaten.

 

Yazarken, oyuncu olarak kafanda birileri canlanıyor muydu?

Hayır. Bir de bu tarz filmlerde çok ünlü birilerinin olmaması gerektiğine inanıyorum. Bir sene senaryosu sürdüyse, altı ay kast çalışması sürdü diyebilirim. Zeynep’i (Okan) bulmak, Karina’yı (Malsagova) bulmak. Rus karakter önemliydi. Çeviri büyük sorun olacak diye düşünüyordum ama Karina ana dili gibi Türkçe konuşuyordu. Proporsiyonu da tam düşündüğüm gibiydi. Oyunculuklar üzerine uzun uzun çalıştık. Özellikle küçük kız karakter Balım’la.

 

Küçük çocuk oynatmak zor olsa gerek? Hastalıklı bir kızı canlandırıyor, sara nöbetleri, vs. Kolay değil.

Aynen öyle ama Balım çok zeki ve çok yetenekli bir kız. Sara krizleri üzerine epey çalıştık, başta çok başarılı olamadık ama çalıştıkça istediğimiz gibi oldu. Her şeyden önemlisi oyun alabilen bir çocuk Balım. Hikayede her karakterin ayrı bir zorluğu vardı. Zeynep’in çamur sahneleri gibi mesela. Karina’nın da ilk oyunculuk deneyimiydi. Rusça bilmiyorum ben, oyun çıkıyor mu çıkmıyor mbu onu da anlamak zor oluyordu bu yüzden. Yani bana göre iyi de, bir Rus izlerse ne der diye düşünmeden alamıyordum kendimi. Özer (Arslan) de Rusça bilmiyordu. Ona da öğrettik. Kendini kurtaracak kadar Rusça konuşuyor artık sayemizde! (gülüşmeler) Oyuncu arkadaşlarım gerçekten çok emek verdi. Pek çoğuyla oturup sahne sahne çalıştık bütün filmi. Benim ilk filmim olduğu için, doğal olarak oyuncularda bir tereddüt vardı. Belki de ben öyle hissediyordum ama motor deyip birkaç sahne çekince herkes rahatladı.

Kastamonu’da çektiniz değil mi çoğunlukla bir de? Mekan vs. de zor?

 

Tabii ve çekim yaptığımız yer, üç dağın ortasındaki bir vadide bir köy. Kaldığımız yerden her gün 1,5 saat git, 1,5 saat gel….

Orayı nasıl bulup belirledin? Hikayeye uygunluğunu vs.?

 

Ben Karadeniz aşığı bir adamım. Yazarken Artvin aklımdaydı ama bu film için çok uzak kaldı. Kastamonu’da karar kıldım en son. Sonra da birkaç kez gidip epeyce köy gezdim. Sonunda Nalbant’ta karar kıldım. Belki filmde de güzel göründü ama çok daha güzel bir yer. Tam da güzelliğini verememiş olabiliriz, inanılmaz bir yer.

 

Görüntü yönetmenliği?

 

Varol Şahin benim uzun yıllardır dostum. İş dışında da görüşüp beraber vakit geçiriyoruz. Bu beraberlik tabii sete de yansıyor. Neredeyse aynı görsel beğenilere ve aynı fikirlere sahip olduğumuz için rahat çalışıyoruz. Sette, “bu olmadı” dediğim bir şey olmadı.

 

Aynı görüşte olmak önemli, değil mi?

Bir tek görüntü yönetmeniyle de değil, bütün ekiple ortak bir geçmişe sahip olunca çok iyi oluyor gerçekten de. Bizde öyle bir durum vardı ki, neredeyse yabancı kimse yoktu. Herkes iş dışında da birbiriyle görüşüyor.

 

Çekimler ne kadar sürdü?

 

Hikaye açısından mekanı ve mevsimi tutturmak önemliydi tabii. Tam yeşil değil, arada sarı da lazımdı hikayenin hüzün kısmı için. Ağustos sonu Eylül başı gibi yaptık çekimlerimizi. 3 Hafta Kastamonu’da, 2 gün de İstanbul’da, annemin evinde çekim yaptık.

 

Rusya nereden aklına geldi? Bir de bu filmdeki o paranormal konulardaki araştırmalar, ses kayıtları, o konulardaki gerçeklik payını da merak ediyorum açıkçası, bilmediğim için.

Rusçayı kullanmaya kesin olarak karar verdiğimde Rusya’yı araştırmaya başladım. Sovyetler döneminde ESP Laboratuvarları olduğu gördüm. Bu laboratuvarlar, Extrasensory perception, yani bizim bildiğimiz 6. his üzerine araştırmalar yapan laboratuvarlar. Telepati, telekinezi, sezgi gibi parapsikolojik konuları araştıran ve bu konuda deneyler yapan gerçek laboratuvarlardan yola çıktım. Bizim filmde işlediğimiz gibi bir metodojileri var mı açıkçası bilmiyorum ama ben paranormal olaylara uyarladım. Rusların aslında en çok peşinde koştuğu, askerler ile telepati yoluyla iletişim kurabilmekmiş o dönemlerde. Böyle cinlerle iletişim kuran birisinin varlığı da ilgilerini çekerdi diye düşündüm. Aslında Türkiye’nin 80 darbesinin arka tarafında da kurgulamaya çalışmıştım hikayeyi ama Sovyetler daha inandırıcı olacak gibi geldi. Başka senaryolar var ama orada.

 

Yeni projelerinde bu tarz paranormal olaylar mı olacak, ne olacak?

Benim aslında değişken bir yapım var. Ne çekmek istiyorsun diye sorarsan “Post-Apocalyptic” bir film diye cevap verebilirim. Yanıbaşında yaşanmış Çernobil’den yola çıkarak pek çok hikaye yazılabilir diye düşünüyorum. Amerikan filmlerine baktığın zaman etraflarındaki küçücük şeyleri kocaman hale getirebiliyorlar. Biz de etrafımızdaki şeylerden faydalanabiliriz diye düşünüyorum. Yani bir salgın filminin mesela Amerika’da olmasındansa Ortadoğu’da olması daha gerçekçi gibi geliyor bana. Genel olarak evrensel bir şeyler yapmak istiyorum. Bir de dokunamayacağın konular, sürekli yanlış anlaşılacağın mevzular var. Hassas bir ülkeyiz. Bir film çektiğinde pek çok insandan özür dilemen gerekebiliyor. Adamlar House of Cards yapıyor. Amerikan Başkanı’nı biseksüel gösterebiliyorlar. Haydi yap bakalım burada. Birilerine bunun bir film, kurmaca bir hikaye olduğunu anlatmak çok zor. Serdar Akar, Behzat Ç’nin bir bölümünün başında bütün meslek gruplarını yazıp baştan özür dilemişti. Bunların da kırılması gerekiyor ki bazı işleri yapabilelim.

 

Cem Yılmaz’ın anlattığı, Hamam filminin başına gelen aklıma geldi.

Aynen o işte, evet.

 

Sansür meselelerine gelelim mi? Festivalde olanları takip edebildin mi?

Evet ama ben bu konuda genelden biraz daha farklı düşünüyorum. Sistem ile mücadele edebilmek için onun araçlarını kullanmak gerekiyor. Yasal olarak bir zorunluluk varsa, “ama diğer filmlere göz yumuluyor” diye bir savunma yapmak ne yazık ki bence yeterli değil. Eğer tescil belgesi almanız gerekiyorsa, diğer filmlerin aldığı gibi müraacatınızı yaparsınız. Hadi bunu baştan bilmiyordunuz diyelim, sonradan tescil belgesi de alınabilir ve bu iş bir iki günlük iş. Bakur, bunu deneseydi ve tescil belgesini alamamış olsaydı o zaman sansürden bahsetmek daha gerçekçi bir zemine otururdu benim için. Dediğim gibi, sistemin içinde sistemin araçlarıyla mücadele vermeniz gerekiyor. Ayrıca bir filmin sansürledikten sonra diğer bütün filmlerin kendiliğinden oto-sansür uygulaması da büyük bir haksızlık. Daha farklı, daha demokratik çözümler bulmamız gerekiyor tepkilerimizi gösterirken. Çünkü bu da bir nevi despotizm. Eminim ki pek çok yönetmen ve yapımcı gerçekten filmlerini festivalden çekmek istememişlerdir. Belgesi olan bu filmlerin suçu neydi diyorum ben o zaman. Bu filmler neden izleyicisiyle buluşamadı… Bir de artık tabii herkes Bakur’u biliyor. Peki ya diğer filmler? Hangi film bu kadar konuşuldu? Hangi film bu kadar merak edildi? Tabii ki de bunun bir reklam çalışması olduğunu düşünmüyorum ama aynı zamanda, filmlerinin festivalde gösterilmesi için gereken çabayı göstermediklerini ve karşılaştıkları engelde hemen pes ettiklerini düşünüyorum. Üzülüyorum. Ankara’da da çekilmiş mesela filmler, yarışmalar iptal olmuş, yazık yani. Tepki bu olmamalıydı.

 

İlk filmlerin az salon bulmaları konusunda ne düşünüyorsun, gerçi siz 120 kopya girmiştiniz? Bu iyi bir rakam ilk film için.

 

Evet. Salon sayısı giderek arttı artık Türkiye’de ve eskiden 120 kopya büyük filmler için geçerli bir sayıyken artık ulaşılması zor bir rakam değil. Buna paralel izleyici ve yönetmenler, çekilen filmler de arttı. Bu olumlu bence… Dizi sektörünün ilk zamanlarında herkes dizilere karşı bir tavır almıştı. Ben gerekli olduğunu, zaman içerisinde faydasını göreceğimizi düşünüyordum. Yarattığı ivme sayesinde daha çok malzeme geldi Türkiye’ye. Gelen malzemeleri de güncel tutmak zorunda kaldık. Malzeme çok olduğu zaman, özellikle dizilerin sezon arasında bu malzemeler boşa çıktı ve sinemaya eskisine nazaran daha ucuza kiralanır hale geldi. Bu da film maliyetlerini dolaylı olarak düşürdü tabii. Türkiye’de artık yılda 3-5 film çekilmiyor. Bunun en büyük nedeninin diziler olduğunu düşünüyorum. Bu dizilerin kalitesi tartışılır. Yanlış anlaşılmasın söylediklerim. Hem dizi sektöründe hem de sinema sektöründe iyi kötü sıyrılacaktır elbette. Ancak ne kadar üretim yaparsak o kadar gelişiriz.

 

Tekelleşme, Başka Sinema’nın çabası, bunlara ne diyorsun?

Başka Sinema’nın çabasını takdire şayan buluyorum. Gerçekten önemli işler yapıyorlar ve yanlış bilmiyorsam salon başı seyirci ortalaması da Türkiye genelinden yüksek. Bu, iyi filmlerin izleyici tarafından karşılığının alındığının bir göstergesi… Evet 300-500 salona bir filmin hakim olması veya siz vizyondayken tutan başka bir film olduğunda hemen sizin filminizin seanslarının o filme ayrılması –ki biz Münafık’ta yaşadık bunu- sıkıntılı ama bunun çözümü bende değil. Bende olmamalı. Ben filmimi çekerim; ulaşabileceği kadar izleyiciye ulaşır. Benim için önemli olan filmimi eleştirmenlerin beğenmesi veya festivalde ödül alması değil. Filmimle anlatmak istediğim konunun daha fazla insana ulaşmasıyla ilgileniyorum. Münafık da bu yüzden bir gerilim/korku filmi.

 

Münafık’ın başka ülkeler, festivaller gezme serüveni olacak mı?

Var evet. Gösterim olarak girmeyeceğiz ama festival dolaşacak. Şimdiden Amerika ve bazı Avrupa ülkelerinden filme ilgi var. Yabancıların daha çok ilgisi oldu diyebilirim. İzlemek isteyen, festivallere çağıran birçok mail alıyoruz. Onlara gidecek umarım.

 

“Post-Apocalyptic çekmek isterim çünkü aslında esas hikaye bizde” diyorsun ya, aslında biliyorsun bu hep vardır, bizim hikayelerimizi bizden iyi anlatırlar ya da mesela korku sinamasında hep yabancı örnekleri takip ederken birden kendi kültürümüz akla geldi. Büyü kültürü, dinimizde yer alan korkular, cinler gibi. Sonra bunun üstüne çok gidilmeye başlandı ama bir yandan beğenilmiyor da. “Hala yapamıyoruz” algısı var. Sen Türk korku sinemasının gelişimine nasıl bakıyorsun? Neyi yapamıyoruz ya da?

 

Yapımcı ve yönetmen gözünden ikiye ayıracağım bu durumu. Birincisi kimler korku filmi çekiyor? İki farklı yönetmen var: Gerçekten korku filmi seven, kendini bu türe adamış olanlar ve bir de düşük maliyetler nedeniyle kendini göstermek için bunu bir adım olarak görenler. Yapımcı tarafı ise daha düşük maliyetle üretilen bu filmler üzerinden para kazanmak derdinde dolayısıyla. Bu kadar çok korku filmi çekilmesinin sebebi bu bence… Özellikle ucuz maliyet. Dikkat edin, aynı yönetmenin devam ettiği filmler olmuyor bunlar genellikle. Benim kendi kültürümüze ait, içinde cin olmayan korku hikayelerim de var ama yapımcılar biraz temkinli yaklaşıyorlar bu işe. Cin yok mu diyorlar mesela. Yurtdışı sevdalısı olmaktan değil ama mesela Amerika’da farklı fikirler, farklı projeler üretebilmek önemli. Bizde ise tam tersi…. Bir şey tuttuysa, hep aynısını yapalım. Riske girmeyelim mantelitesi hakim. Bunu tetikleyen de izleyicinin yaklaşımı. İzleyici eğer benzer işleri takip etmese, farklı şeyler istese o zaman çeşitleme ve zenginlik de ortaya çıkacaktır. “Halk bunu istiyor” meselesine dönüşüyor biraz. Münafık’ı ben ne kadar farklı yazmaya çalışsam da Conjuring’e benzettiler. Çok sevdiğim bir iştir orası ayrı ama ortak tek noktası belki de Rus kızın yanında getirdiği aletler. Ancak bu aletlerle ilgili tonlarca film sayabilirim. Conjuring’den değil de Ghost Busters’dan bile esinlenmiş olabilirim ben bu aletleri. Farklı işler yapılıyor ve zamanla karşılığını bulacağına inanıyorum hala.

 

Filmin adının “Münafık” oluşu ve diyaloglardaki bazı politik göndermeler konuşuldu filminle ilgili, ne söylemek istersin?

Çok samimi söylüyorum, bir kere birisine münafık demek çok büyük bir hakaret. Ben bu cüreti kendimde görmem kimseye söylemek adına. “Şunu düşünerek yazdım” gibi bir şey yok elbette. Ben “Münafık” ı anlattım. Kim nereye çekmek isterse çekebilir. Muhtar olması dikkat çekti mesela ama ben şunu düşünmüştüm, genelde filmlerde muhtar ya da benzeri kişiler gelip olayı çözerler ya. Ama hayır, o da kötü adam olabilir. Seçtiğimiz insanlar da kötü olabilir, seçmediklerimiz de. Yaptığımız her tercih doğru olacak diye bir şey yok. Münafıkların en büyük özellikleri kendilerini çok güzel gizleyebiliyor olmalarıdır zaten.

 

“Nazım” ismiyle Nazım Hikmet göndermesi de konuşuldu filminde.

Evet. İşin içerisinde Rusya olunca film de 80’li yıllarda geçince ufak bir gönderme fırsatım oldu.

 

 

Efektler nasıl kullanılıyor sence korku filmlerinde?

Ben izlerken fazla efektli filmler tercih etmiyorum. B-Movie değilse ya ada özel bir gönderme yoksa, ciddi ciddi yapılıyorsa çok hoşuma gitmiyor. Ben daha çok bilinmeyenden ve görünmeyenden korkuyorum. Bir iki yerde ihtiyaç dahilinde illa ki kullanılabilir ama filmi bunun üzerine kurgulamak bence iyi sonuçlar vermiyor. Çünkü özünde korku görebildiğin şeyden korkmak değil. Daha tüyleri diken diken edici, daha akılda kalıcı sahneleri seviyorum. Conjuring’deki el çırpma sahnesi gibi mesela. Ses efektlerinde de aynı şey geçerli. Ben Münafık’ın ilk yarısında mesela izleyiciye şunu söylemeye çalıştım; istersem ben sizi filmin sonuna kadar böyle “böh”lemelerle korkutabilirim. Ama bunu yapmayacağım. Çünkü dikkat edersen bizim korku sahnelerimizin büyük çoğunluğunda bu yok. Daha ziyade gündelik durumlarda kullandım. Araba camının patlaması, kapının açılması vs. Odaklandığım şey akılda kalıcı birkaç korku sahnesi çekebilmekti. Bence Ceyda’nın üzerine odada yağmur yağan sahne de bunlardan birisi.

 

Kendi hikayelerini çekmeyi tercih ediyorsun değil mi?

Direkt öyle bir takıntım yok. Münafık’ın hikayesi de senaryosu da bana aitti. Ancak şu an üzerinde çalıştığım projede hikayeye destek verip senaryoya karışmamayı ümit ediyorum. Çünkü ben detaylar arasında fazla boğuluyorum. Bu yüzden küçük bir ekip kurduk ve beraber ilerliyoruz. Senaryo olarak kaleme almak istediğim hikayelerim de var ancak birkaç projelik ara verebilirim.

 

Yeni projelerle ilgili başka spoiler?

Şu an bir seri üzerinde çalışıyoruz. Tabii ki “Münafık” ta olduğu gibi içerisinde dramı da barındıracak bir seri bu ama ondaki kadar yoğun bir dram olmayacak. Belki hikaye olarak dram aynı dozda olabilir ama filmin içindeki yayılımı daha az olacak. Korku ögelerini daha fazla kullanacağız ve zeka da olacak bu işlerde.

Teşekkür ederiz.

 

Röportaj: Melis Zararsız

Yönetmen Mehmet Aktaş ile Söyleştim

21 yıl sonra İstanbul Film Festivali’nin davetiyle İstanbul’a gelen yapımcı ve senarist Mehmet Aktaş, yönetmenliğini Şevket Emin Korkinin üstlendiği Taşa Yazılmış Hatıralar filmini ve filmi festivalden çekme sürecini filmlerim.com’a anlattı.

 

 

Antalya Film Festivali’nde Annemin Şarkısı filmini izlemiş ve isminizi ilk orada duymuştum, film festivalde ödüller almıştı ve ekiple söyleşi olmuştu, sizden ilk orada haberdar oldum ama sizin sinema hikayenizi bilmiyordum, sanırım uzun süre sonra yeniden İstanbul’a gelmişsiniz, yönetmenlik, yapımcılık ve senaristlik kimlikleriniz var, bu anlamda sizi tanıyabilir miyiz?

Ben herşeyden önce Türkiye’den ayrıldığımda gazeteciydim. Avrupa’ya gittim. Önce İspanya, sonra Belçika, sonra da Almanya’ya. İlk 4-5 yıl gazetecilik yaptım oralarda da. Daha çok kriz bölgelerinde çalıştım, Ortadoğu ve Orta Asya çalışma alanlarımdı. 90’ların sonunda gazeteciliği tamamen bıraktım. Sinema alanında çalışmaya yöneldim. Önce dramaturg olarak çalıştım bazı yönetmenlerle. Daha sonra yapımcılığa ve senaristliğe yöneldim. Gazetecilik yaptığım dönemde Med TV ve Arte TV kanalları için belgeseller de yapmıştım, 28 dk, 52 dk’lık formatlardı ama sinema alanına geçtikten sonra sadece sinema belgeselleri ve filmlere yöneldim.
Mitos Film’den bahsedebilir miyiz?

Berlin’de Mitos Film şirketimiz var evet.
Ne zamandan beri faaliyette?

2000 yılından beri. Mitos film daha çok Akdeniz sineması, Kürt sineması alanlarında çalışıyor, uluslararası, ortak yapımlara imza attık. Son yıllarda kendi geliştirdiğim senaryoları filme çekmeye başladık.
Gazetecilikten de geldiğiniz için sinemanın “belge” yanıyla daha mı ilgilisiniz, bu tarz çalışmalara mı imza atmak istiyorsunuz hep?

Tabii, geçmişimin etkisi oldu, bu zamana kadar yaptığımız sinema filmlerinin sosyal, politik arka planları oldu, tanıdığımız coğrafyalarda bu filmleri yapıyoruz, bildiğimiz hikayeler.

 

Kendi yaşanmışlıklarınız mı var?

Mesela festivalde gösterilen Krala Mektup filmi var, bu Oslo’da kırsal alandaki askeri bir kampta yaşayan 5 mültecinin portresi. Bir belgesel değil, sinema filmi. Yılmaz Güney’e saygı filmi. O mültecilerin 5 günde Oslo’ya yaptıkları yolculuğu anlatıyordu. Her birisinin 8 saat içinde yapması gereken işler var, bu hikayeyi ben yazdım, oradaki kişisel deneyimlerim elbette bana çok yardım etti, çünkü mülteci karakterleri gazetecilik döneminde çok iyi tanımıştım. Mültecilerle ilgili televizyona programlar, belgeseller yapmıştım. Onların gerçek yol hikayelerini dinlemiş olmak bana çok yardım etti.
Taşa Yazılan Hatıralar da mı böyle?

Evet, İran ve Irak’da yapımcılık yaptığım dönemde kamera arkası gerçek hikayelerden etkilenerek o filmin senaryosunu yazdım, daha sonra Şevket Emin Korki de bana katıldı senaryoda. Tabii daha önce orada bulunup, gazetecilik sınırları altında anlatamayacağım hikayeleri şimdi sinemada, bunlardan beslenerek anlatabilmek güzel.

 
Siz de bir yönetmensiniz ama bu filmde yapımcı kimliğinizle yer alıyorsunuz, yönetmen Şevket Emin Korki ile çalışmak nasıldı?

O çok mütevazi bir insan. Bu bizim ilk projemiz birlikte. O bana bir projeyle gelmişti. Ben ona Taşa Yazılmış Hatıralar’ı önerdim, o da hemen kabul etti, bundan önce o da iki film yapmıştı, savaş bölgesinde, onun da kamera arkasında yaşadığı hikayeler vardı, projeye o yüzden yakın hissedip hemen sarıldı. Şevket İran sineması içinde büyümüş, orada sinema eğitimi almış, ailesiyle Irak’tan oraya mülteci olarak gelmiş. Benim de Avrupa’da böyle bir serüvenim olmuştu. Bir şekilde birbirimizi çabuk anladık, ben daha önce İran’lı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi ile de çalışmıştım. Bizim birbirimizi anlamamız çok çabuk oluyor tabii. Biz sonuçta insan hikayeleri anlatıyoruz, sanatsal filmler yapıyoruz. Yapımcı yönetmen ilişkisi bir arkadaşlık ve güven ilişkisine dönüşmezse o iş yürümüyor. Yapımcı olarak kendi hikayemi anlattığım senaryoya karşı da bir sorumluluğum olduğu zaman ortaya bambaşka bir durum çıkıyor. Avantajları ve dezavantajları oluyor.
Dezavantaj olarak ne söylersiniz?

Hikayeyle çok kutsal bir ilişkin oluyor, bazı yapım tehlikelerini görmemeye başlayabiliyor insan, öyle bir körlük oluşturabiliyor. Bir yapımcı gibi değil de hikaye anlatıcısı olarak bakıyorsun mesela, yapım aşaması başka çünkü. Örneğin bu filmin standartların üstünde bir çekim takvimi vardı, 50 gün ama 80 gün çekimi oldu.
Film nerelerde çekildi?

İran Irak sınırında çekildi, ana bölge Saddam’dan kalma büyük bir hapishaneydi.

Çekim sürecindeki zorluk ve kolaylıklar?

Film içinde bir film anlattık. Bizim esas çekim ekibimizin yarısı aynı zamanda oyuncu oldu, biz bunu bilinçli yaptık çünkü sinema tutkusunu anlatan bir film çekiyoruz bir yerde, o sektörde çalışan insanların oyunculuk yapmasını istedik, prodüksiyon asistanı hikayede de prodüksiyon asistanıydı, ses asistanı, filmin içindeki ses asistanıydı. Filmin başrol oyuncusu Hüseyin Hasan ile şu anda The Dark Wind diye bir film yapıyorum, kendisi gerçekte bir yönetmendir. Tamamen sinema dünyasından gelen insanlarla doldurduk filmi, hatta benim de küçük bir rolüm var.
Yılmaz Güney’e selam çakan bir film.

Evet, film onunla başlıyor zaten. Ben bu hikayeyi daha yazmadan önce bir şekilde Kürtlerin onu sevgisini anlatmak istiyordum, açılış sahnesi bu şekilde güzel oldu dolayısıyla. Biz bu senaryonun samimi ve gerçekçi olması için çok uğraştık, senaryo yazma aşamasında elbirliğiyle, Şevket’le sürekli tartışarak yazdık, mesela oğlumun annesi ile Skype’da konuşuyorduk, o Norveç’te yaşıyor, oğlumu ve o an yaşananları senaryoya koydum. Bizim tartışmalarımıza yakın diyalogları olduğu gibi yazdım. Ben sinemada samimiyet ve gerçekliğin başarıyı getireceğine çok inanıyorum.


Irak’daki kadınların durumu da filminizin konularından biri, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Evet, filmimin konusunun sadece Kürt sinemasının doğuş sürecini anlatan bir film olmasını istemedim. Aynı zamanda bugünkü Kürtlerin yükselen değerlerini, toplumun portresini çıkarmak istedim ortaya. Kürtlerde bellek zayıflığı var. Enfal katliamı 182 bin insanın ölümüne neden oldu. Saddam’ın düşüşünden sonra bölgeye akan petrol parası bana göre hoyratça kullanıldı, küçük bir şehirde 10 tane 5 yıldızlı otel açıldı, oradaki Roj Azad karakteri o yüzden senaryoya girdi, orada bir eski sinema salonunda Türk lokantası yapmak istiyorlar mesela, biraz bizim topluma bir eleştiri yapmak istiyordum, ne kadar başardık bilemiyorum.
Filmin dili enteresan aslında, ciddi ve önemli konular ama absürd ve trajikomik diyebileceğimiz yanları var, neden böyle bir anlatım dilini tercih ettiniz?

Ben kendi sorunlarıyla, yaralarıyla barışık olan bireyleri seviyorum, bunlara gülebilen bireyleri seviyorum. Kürt toplumu artık gerçekten yaşadığı trajedileri gündelik hayatının bir parçası haline getirdi. Onların yaşamında sürekli savaş olduğu için absürdlük aslında doğal olarak geliyor. Siz mesela sinema tarihine bakın, en başarılı savaş filmleri hep konunun absürdlüğünün üstünde duruyor. Savaşın kendisi absürd bir olay çünkü aslında. Biz Yezidilerin mülteci kampında bir film yapıyoruz şimdi, o insanlar bundan 8 ay önce evleri yıkılmış, kızları köle pazarlarında satılmış, herşeylerini kaybetmişler, ama bir görseniz, çadırların altında gülüyorlar, birbirleriyle dalga geçiyorlar, küfür ediyorlar, hareket halindeler, yani hiç kimse hayatı durduramıyor. Umudunu kaybedince gücünü de kaybediyorsun, o yüzden umut tükenmiyor.
Şu an devam eden birden çok proje var galiba.

Çekimi devam eden iki filmimiz var şu an evet, biri Damsız Ev, Solin Yusuf isimli Alman Kürt yönetmen ile çalışıyoruz, Almanya’da çekimleri başladı, şimdi İran’da devam ediyor, yapımcıyım orada, Dark Wind’de ise senarist ve yapımcıyım, Taşa Yazılan Hatıralar filminin başrolü Hüseyin Hasan ise o filmin yönetmeni. O film de köle pazarında satılan bir Yezidi köy kızının hikayesi.

Aynı şekilde bu iki film de yine gerçeklere dayanıyor o zaman.

Şu anda çok isterim “janr” filmler yapmak, komedi filmleri yapmak, ticari filmlere karşı değilim, ticari Kürt filmi yapmak isterim mesela ama şu anda Kürt sinemasının ulusal pazarı yok. Seyircisi de yok, altyapısı da yok. Bir de şu var, Kürt toplumunun bugün hala ihtiyaçları farklı, hala ölüm tehlikeleri, kimlik sorunları… Geçen yaz ben Irak’daydım, o dönem yakın arkadaşlarımın kardeşleri öldü, amcaları öldü, etrafında birileri sürekli acı çekerken buna duyarsız kalamıyorsun. Janr filmler yapmamamızın sebebi bunlar dolayısıyla pazarın da olmaması diyelim.

Kürt sinemasının gelişimine genel olarak nasıl bakıyorsunuz?

Kendi mecrasında gelişiyor, kendine özgü gelişiyor, şiirsel gerçekçi bir sinema. Yılmaz Güney’in izinden giden bir sinema.

 

Kürt sinemasının aslında hafıza adına da, bellek kültürü adına da gelişim göstermesi önemli değil mi?

Elbette, mesela Alman gazetesi benim için, bunlar savaş trilojisi yapıyor diye yazmış, eh, sinema hayatımızdan kareler, gördüğünden, varolandan besleniyorsun. Kürt sineması hala gerçek mekanlar kullanıyor, filmin konusu olan kurbanlar oyuncu oluyorlar, kendi doğalını anlatıyor ama bu sinemanın başka dinamikleri de yok değil, Kürt sinemacısı kategorisinde sayabileceğimiz insanlar çok farklı sinema geleneklerinden de gelmişler. Mesela Şevket ve Bahman İran Sineması’ndan gelmiş, ben Avrupa’dan etkilendim, Haneke’den etkilendim mesela. Fransız sineması içinde bu işi öğrenen Kürt yönetmenler de var. Türk sineması içinde Rezan Yeşilbaş gibi yetişen Kürt sinemacılar da var. Aslında bu tecrübeler bir yerde birleşiyor.
Taşa Yazılmış Hatıralar yurtdışında epey festival gezdi, ödüller aldı. Abu Dabi, Portekiz gibi… O festivallere siz de gittiniz mi, gezdiniz mi filminizle beraber?

Abu Dabi ve Karlovy Vary’e gittim sadece, aslında İstanbul’u bekliyordum ama… (gülüşmeler)
Evet, gelelim İstanbul Film Festivali’nde yaşananlara. Siz 20 sene sonra bu festivalle İstanbul’a dönüş yaptınız ama Bakur filminin festival programından kaldırılması ve sansür konuşmaları sonrası siz de filminizi çektiniz festivalden. Konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?

İşin doğrusu, Kuzey filmini çok merak ettim, izledim de. Çok mütevazi bir televizyon belgeseli. Çayan Demirel çok önemsediğim bir yönetmen. Önceki belgesellerini görmüştüm, tam da sizin hafıza dediğiniz konuda çok değerli filmler çekmiş durumda. Ben isterdim ki bu belgesel herşeye rağmen festivalde gösterilsin ve bu bizim filmlerin önünü kesmesin, filmler izleyiciye ulaşsın.

 

Siz ne düşünerek filminizi çektiniz yarışmadan ve gösterimden?

Ben geldim havalanından otele, bir basın toplantısıyla karşılaştım, haberim yoktu olaydan, yoldaydım. Jüri açıklama yapıyordu kaldığım otelde, çok hissi ve anlık bir hareketle verdim o kararı, çünkü ben 20 yıl önce bu ülkeden giderken medya sansüründen dolayı gitmiştim, 20 sene sonra geliyorum ve yarım saat sonra öğreniyorum ki yine sansür. Biz aslında Taşa Yazılmış Hatıralar’ın son sahnesini İstanbul’da çekmiş olduk. Olay burada bitti. Bizden önceki tartışma sürecine katılmamıştım. Birileri gelip fikrimi sorsaydı ben kimse filmini çekmesin derdim. Farklı bir protesto şekli yapalım derdim, seyircileri cezalandırmış olduk bu şekilde aslında.
Öyle oldu gerçekten de açıkçası.

Sonuçta bu filmler Türkiye’de vizyona girer mi girmez mi, başka hangi festivallere katılabilir bilemiyorum.

Taşa Yazılmış Hatıralar Türkiye’de vizyona girmeyi deneyecek mi?

Konuştuğum birkaç dağıtımcı var. Ama açıkçası şimdilik bilmiyorum.

Biz Kuzey’i henüz izlemedik. Bu film için terör örgütü propagandası yapan bir film deniyor. Sinema her dönemde öyle ya da böyle propaganda amacıyla kullanılmış bir mecradır, bunun örnekleri vardır. Şahsi fikrim, propaganda da olsa önce izleyebilseydik, daha sonra kararımızı verseydik. Fakat siz izlemiş biri olarak propaganda denmesine ne diyorsunuz?

Bu arada ben filmin yönetmenlerinden Çayan Demirel’e acil şifa diliyorum.
Kendisi hastaymış evet, buradan biz de geçmiş olsun diyelim.

Ben o basın toplantısında festivalin de üzerinde bir baskı olduğunu hissettim. 20 yıl önce Avrupa’ya gittiğimde ilk haftalarda hissettiğim, bizimle Batı toplumları arasındaki o fark buydu işte, sorunlarını oturup saatlerce konuşabiliyorlar onlar. En küçük bir konu için bile saatlerce toplantılar yapabiliyorlar, birbirlerine silah çekmiyorlar. Konuşuyorlar. Kürt meselesinin bu ülkede bir tabu olmaması lazım artık. İki gündür İstiklal’de dolaşıyorum, her yer Kürt dolu. Ne olacak, silip atılacak mı bu insanlar?  Bu Türkiye’yi 50 yıl daha geriye götürür. İstanbul’lu hissediyorum kendimi, 10 yaşında geldim, Kabataş Erkek Lisesi’nde okudum, hayatı burada tanıdım, anladım, şimdi geldiğimde sanki Iğdır’a dönmemişim gibi, bu şehirle ilişkim çok farklı. O belgesel PKK gerillalarını anlatıyor diye laf ediyorlar, bu ülkede bir realite bu. Zaten varolanı gösterse ne olacak? Bu festivali seçen insanlara da bizim güvenmemiz gerekiyordu. Onlar seçtiler bu filmi, programa koydular. Onlar niye seçti? Festivalcilerin bir sinema tadı var, bilgisi var, onların bir gerekçesi olmalı ki seçmişler baştan. Ayrıca en büyük propaganda bu film için şimdi bu şekilde olmadı mı? Şimdi daha çok merak edilmedi mi bu film? Hangi yüzyılda yaşıyoruz? Ticari beklentiyle yapılmış, büyük bütçelerle yapılmış bir film değil ki, kolaylıkla internet ortamına düşecek, merak eden herkes izleyecek. Bir film çekilmiş, bunun izletilmesini kim engelleyebilir ki? Prestijli, gurur verici bir festivalin üzerindeki bu baskı çok anlamsız.

Devam eden iki projeniz dışında başka fikirler var mı?

Evet, bir Yılmaz Güney belgeseli yapıyoruz. Hüseyin Tabak ile. 3 yıldır devam ediyor. Sinema tadı olan bir belgesel olacak. Altı yedi ülkede çekiyoruz. Önümüzdeki aylarda çekimleri bitecek. Hüseyin Tabak kurguda şu an.
Çok teşekkür ederiz.

Röportaj: Melis Zararsız

Petting Zoo Yönetmeni Micah Magee Röportajı

Ankara Film Festivali kitapçığında kendisiyle ve filmi Petting Zoo/Yük ile ilgili gözüme çarpan enteresan özellikler vardı, otobiyografik bir film çekmiş olması, kadın hikayelerine olan tutkusu gibi. Festivalde filmden filme, etkinlikten etkinliğe koşarken karşılaştık. Bir saat içinde ilk uzun metraj filmi Petting Zoo’nun gösterimi vardı ve gece de uçakla Türkiye’den ayrılacaktı. Filmi henüz izlememiş olsam bile girdik bir odaya, başladık konuşmaya…

 

Merhaba Micah. Bildiğimiz kadarıyla kısa filmlerin var ve bu ilk uzun metraj filmin. Bize kendini tanıtır mısın? Sinemayla ilişkin nasıl başladı vs?

 

Teksaslıyım. Kendi kendime senaryolar yazıp kısa film çekme maceralarım çok erken başladı, bilmeden kendim öğrenerek yapmaya çalışıyordum. Teksas Üniversitesi’nde ise ekipman odasında çalışmaya başlamıştım, yaşamak için paraya ihtiyacın varsa üniversitede sana bu tarz işler veriyorlar, ben de sinema bölümünün ekipman odasında çalışmaya karar vermiştim, işte orada kameraları, diğer ekipmanı falan film çeken ekiplere veriyordum mesela, öyle işlerdi ve orada çok önemli insanlarla tanışma şansı buldum, hatta onlarla çalışma imkanı buldum filmlerinde, ekipman odasında kameralarla ilgili de çok şey öğrendim tabii, çünkü baya teknik eleman gibi bozuk makinelerin üzerinde çalışıyordum mesela.

Daha sonra bir festivalde çalışma hakkı edindim Teksas’ta ve o festivalde binlerce film izledim, o da beni çok geliştirdi. Çünkü festivalde çok farklı filmler biraraya gelebiliyor, o zaman ufkum çok açıldı. Aslında radyoculuk ve gazetecilik gibi alanlarla da ilgiliydim, sinema bunlardan biriydi. Daha sonra Almanya’daki bir okulda gazetecilik bölümüne burs kazandım ve gittim.

 

Kısa filmlerin genelde neyle ilgili, genel olarak filmlerinle ne anlatmayı seviyorsun?

 

Genelde filmlerim, farklı kız karakterler üzerinde ilerliyor, yapmalarını ummadığımız şeyler yapan kızlar, beklenmedik durumlarda kalan, hissetmemesi gereken şeyleri hisseden kızlar. Ayrıca “aile” de filmlerimde hep yer verdiğim bir konu çünkü ben de bir anneyim ve insanın ailesiyle olan ilişkisinin hayatını etkilemesi benim üzerine çok düşündüğüm bir konu.

 

Bu konular genelde kendi yaşam öykünden mi yola çıkıyor, ya da deneyimlediklerinden?

 

Evet genelde. Fakat mesela son kısa filmimin senaryosunu başka biri yazmıştı, ilk kez böyle bir şey deneyimledim ve bu da çok iyiydi çünkü o zaman yazarla ortak ne yanımız var, o hikayenin altından başka ne hikaye çıkartabiliriz gibi geniş düşüncelere imkan tanınmış oluyor.

 

O da mı genç kızlarla ilgiliydi?

 

Evet. (Gülüşmeler.) O çok sevdiği birini kaybeden bir kızın kendince o yası tutuşunu anlatan bir filmdi. Ve yine aile kavramı da vardı.

 

Tam senin kaleminmiş o zaman.

 

Evet ama farklı bir açıdan işte. Güzel olan da o.

 

Kısa filmden uzun filme geçişi nasıl anlatırsın, kolaylıkları, zorlukları vs.

 

Uzun filmimin hikayesinin fikri, kısa filmlerimden de önce, çok önce kafamdaydı. Yani şunu bilmek lazım zaten, uzun metraj film çekmek gerçekten uzun bir yolculuk, epey vakit alıyor tohumlanması, büyümesi, gerçekleşmeye başlaması.

 

Uzun metraj filmin Petting Zoo/Yük’e gelelim, birazdan izleyeceğiz ama duyduğum kadarıyla hamile kalan bir genç kız ve ailesiyle yaşadığı problemleri konu alıyormuş.

 

Bu film epey otobiyografik aslında. Ama onun dışında bu durumda kalmış diğer genç kızlarla da birarada olmak ve bilgi toplamak için konuyla ilgili birtakım atölye çalışmalarına katıldım. Aynı hikayenin benzer sosyo-ekonomik düzeyde sürekli tekrar ettiğini de gördüm.

 

Bu bir belgesel film değil ama bir belgeselmişçesine gerçeklerin peşinden koşmuşsun sanırım. Genç kızların Teksas’ta yüzleştikleri sorunlarla ilgili bir belgesel olarak çekmeyi düşündün mü hiç bunu?

 

Evet gerçeklerin peşinde koştum galiba ama belgesel olarak çekmek çok zor olurdu bunu, hiç düşünmedim o yüzden.

 

Oyuncuları nasıl seçtin, nasıl buldun, nelere dikkat ettin?

 

Bir cast direktörü ile çalıştım Vicky Boone adında, o işinde çok başarılı. Filmimiz gerçekten çok düşük bütçeyle çekildi ve Vicky sağolsun neredeyse hiç para almadı, senaryoyu okuduğunda çok etkilendi ve bizimle çalışmak istedi. O da Teksaslı ve Teksas hikayelerini destekleyen bir tarafı da var zaten. Bilinen bir isim olduğu için mesleğinde, bir çok geri dönüş aldık  filmimiz için.

 

Peki ne kadar sürdü doğru kızı falan bulmak?

 

Yaklaşık 4 ay sürdü.  Ana karakterin çevresindeki kişiler, anneler babalar filan kast ajanslarına kayıtlı kişilerdi ama ana karakteri bulmak için benim eski liseme gittik. Filmin bir kısmı da orada çekildi zaten.

 

Başrol oyuncusu bir genç kız değil mi?

 

Filmi çektiğimizde 16 yaşındaydı. Bir moda gösterisi vardı, o da izleyenlerin arasındaydı, ben onu gördüm ve telefon numarasını istedim ama bana vermedi. Üzüldüm ve uzun süre onu oynatmak istediğimi düşünmeye devam ettim. Sonra başka bir zaman yine okulda, bu kızı küçük bir oyunda rol alırken gördüm, iyice etkilendim, bak dedim haftalardır peşindeyim lütfen bana telefon numaranı ver, sonunda verdi.

 

Başta neden vermedi ki?

 

Bence çok ciddi olduğunu düşünmedi ya da kendisinin seçileceğine pek inanmadı o yüzden vakit kaybetmek de istemedi galiba. Ben ona ne kadar ciddi olduğumu anlattım. (Gülüşmeler) Annesini aradım, birlikte konuştuk. Sonra bazı denemeler yaptık diğer oyuncularla ve hemen rolüne adapte oldu.

 

Kolay bir rolü de yok sanırım, genç yaşta yalnız kalan, hamile kalan, birçok zorlukla mücadele eden bir genç kız.

 

Evet kesinlikle zor bir rol. Gerçekten bir aktris gibi davrandı. Karaktere acımaması gerektiği gibi bazı kurallar koyduk ve çok iyi adapte oldu. Etrafında duyduğun, başına gelebilecek bir olay gibi doğal yaklaş dedim ve böyle bir deneyim yaşamamış olmasına rağmen çok iyi performans gösterdi.

 

Film bir gençlik filmi olduğuna göre aklıma filmin müzikleri geliyor, bir de Teksas’ta geçiyorsa. Müzik filmde nasıl bir etmen?

 

Teksas müziği kullandım çoğunlukla evet, geri kalanı da San Antonio’dan bazı müzikler. Latin Amerika, Cumbia müzikleri vardı biraz, biraz Teksas hip-hop, Teksas rock’n roll. “Girl in a Coma” adlı meşhur grup var mesela filmde. Ama aslında filmde çok fazla müzik kullanımı yok, daha doğrusu film müziği yok, mekanlara, anlara ait doğal müzikler var.

 

Film festival dolaşıyor mu dünya çapında?

 

Evet, aslında epey şaşkınız. Berlinale ile açılışı yaptı film, ki çok büyük bir festival bu. O zamandan beri de birçok talep geliyor filmin gösterimi için. Türkiye’ye geldiğim için de çok mutluyum.

 

Bu ilk kez gelişin mi Türkiye’ye?

 

Hayır, 2002’de gelmiştim, 3 ay kaldım, yazdı. Özay Şahin’in Can Baz adlı belgesel filminde görüntü yönetmeni olarak çalıştım ve filmin kurgusuna yardım ettim. Tunceli’ye, Erzincan’a ve İstanbul’a gittim çekimler için. Film, sokaklarda müzik yapan Grup Siya Siyabend üyesi gençlerin hayatını konu alıyordu. Daha sonraki yıllarda da Taksim’deki Akademi İstanbul’a bir workshop için gelmiştim. Artık o okul yok sanırım.

 

Evet yok maalesef.

 

Ne yazık.

 

Şu an röportajda yalnız değiliz, bebeğin de bizimle birlikte, çok tatlı bir oğlan, epey de küçük sanırım, festival boyunca seninleydi, festivaldeki insanların tepkisi nasıl oldu? Festivalleri böyle bebeğinle gezmek nasıl bir deneyim senin için?

 

Burada çok iyi karşılandım bu konuda, herkes kucağına alıyor, seviyor, ilgi gösteriyor. Çok hoşuma gitti. Her yerde böyle olmuyor açıkçası. Elbette zorluğu var ama ben şöyle düşünüyorum. Benim iki oğlum daha var, biri yedi, biri on yaşında. Bence çocuklarım hayatımın önemli bir parçası. Dolayısıyla hayatımı yaşarken onlardan uzak kalsam çok daha mutsuz olurdum. Diğer ikisi şu an benimle değil, dolayısıyla hemen gidip onlara hediye bulmam lazım (gülüşmeler)

 

Sen kaç yaşındasın Micah?

 

Ben 37 yaşındayım. Diğer iki oğlumu filmde izleyebileceksiniz, onun sebebi de film çekilirken bakıcı bulamamamız, başka bir şey değil.

 

Harika, belki oyuncu olurlar? İstemezler mi?

 

Hayır! O kadar utanıyorlar ki jenerikte isimlerini bile farklı yazdık.

 

Sen de festivallerde görev almışsın, Ankara Film Festivali’ni nasıl buldun?

 

Çok sevdim. Film yapımı ne demektir’le ilgilenen bir festival, sadece izle çık festivallerden değil. Workshop’ların olması da büyük artı mesela bence.

 

Senin de bir workshop’ın vardı sanırım bu festivalde.

 

Evet, birçok insan geldi, çok iyi geçti doğrusu. Hem gösterim hem workshop’ın birlikte oluşu, herşeyin aynı ya da yakın binalarda oluşu Ankara’nın artılarındandı bence. Umarım yeni bir film daha yaparım ve yine gelirim buraya.

 

Biz de çok isteriz!

 

Kocam da film yönetmeni.

 

Öyle mi?

 

Şimdi onun projesi var, değiş tokuş yapıyoruz. Birlikte aynı anda yönetmenlik yapamıyoruz.

 

Birlikte hiç aynı projede çalışmıyor musunuz?

 

Bu filmimde yapımcıydı. Ben de onun bir sonraki projesinde hem yazarlardan biriyim hem de yapımcılardan biri olacağım sanırım.

 

Yönetmen bir çift olmak nasıl?

 

İyiyken iyi ama kötüyken rezalet. Sürekli iş konuşma kısmı rezalet mesela, bütün gün çalışmışsın eve gelince de iş konuşuyorsun. Gerçek bir işim olsun istiyorum sanırım (gülüşmeler)

 

Şimdi yolculuk nereye?

 

Berlin’e döneceğim. Orada ders veriyor olacağım Pazar gününden itibaren.

 

Öğretmeyi de seviyor musun?

 

Çok seviyorum. Öğrencilerimden çok şey öğreniyorum, genelde çok zeki oluyorlar, çok sağlam sorular soruyorlar, anlıyorum ki çok bilmiyorum hala.

 

Workshop’ında konu az bütçeyle film çekmek üzerindeydi galiba? Neler konuştunuz?

 

Aslında ben az bütçeyle film çekmenin avantajlarından bahsettim daha çok. Çevrenizi iyi kullanabilirseniz, kaynaklarınızı iyi bilirseniz, az bütçe daha bile iyi sonuçlar verebiliyor. Bazen çok para harcayıp inşa ettiğin bir şeyden çok daha doğal ve hoş görünebiliyor perdede. Artık minicik kameralarla neler neler çekilebiliyor. Bir de bir zamanlar bu kadar düşük bütçeli film yoktu piyasada, gıcır gıcır filmlere alışıktı izleyici, artık derli toplu çekilmiş düşük bütçeli mütevazi filmlere daha çok alışkınız eskiye nazaran.

 

Bu filmini kimler izlemeli?

 

Film aslında bir yandan Teksas, San Antonio ile ilgili bir film de diyebiliriz, yani şehir filmde bir karakter gibi adeta. O yüzden konuya ilgi duyanların yanısıra bu bölgeyi merak edenler de izleyebilir demeliyim. Benim için de kendi evime geri dönüş gibi bir özelliği var.

 

Harika.

 

Bu arada, Teksas ile Türkiye’de gördüğüm bazı ortak özellikler var.

 

Ne gibi?

 

İnsanların misafirperverliği, dostluğu, yeri gelince ciddileşmeleri ve işlerinde disiplinli oluşları, çalışkan oluşları. Bir de çocuklar çok hızlı büyüyor! (kahkahalar)

 

Teşekkürler Micah!

 

Ben teşekkür ederim.

 

Röportaj: Melis Zararsız

 

 

26. Ankara Film Festivali Sona Erdi!

Bol söyleşili bol galalı 26. AUFF son buldu. Filmlerim.com olarak festivalin son 4 günü oradaydık.

Sansür meselesi nedeniyle iptal edilen bir çok program ve gelmeyen pek çok konuk sebebiyle sakin geçse de içi dolu bir festival oldu bu sene Ankara Film Festivali. Sinemanın farklı alanlarına dair bilgi paylaşımında bulunulan atölye ve söyleşiler kapsamında Türkiye’den ve yurtdışından birçok isim sinemaseverlerle buluştu.

Katıldığımız bütün etkinlik ve film gösterimleri salonları dolduruyordu doğrusu. Halkın festivale ilgisi yoğundu. Türkiye’de ilk defa Ankara seyircisiyle buluşan filmler arasında; Radu Jude’a 65. Berlin Film Festivali’nde En İyi Yönetmen dalında Gümüş Ayı ödülü kazandıran Aferim!, daha önce Altın Ayı’ya da aday olan yönetmen Burhan Qurbani’nin son filmi Genciz. Güçlüyüz. (Wir sind jung. Wir sind stark.), Micah Magee’nin 2015 Berlin Film Festivali’nde En İyi İlk Film Ödülü’ne aday olmayı başaran çalışması Yük’ün (Petting Zoo) yanı sıra, Bir Alman Gençliği (Une Jeunesse Allemande, yön: Jean-Gabriel Périot), Rock the Trumpet (yön: Sali Saliji) ve Karanlık Basacak (Night Will Fall, yön: André Singer) gibi merakla beklenen belgeseller de yer aldı. Birçoğunun yönetmen ve film ekibi katılımlarıyla gerçekleşmesi keyifliydi.

Micah Magee ile Yük filmi gösterimi öncesi röportaj şansı bulduk. Röportaj yarın filmlerim.com’ da!

Ayrıca gösterimi gerçekleşmeyen uzun filmlerin yönetmen ve ekip katılımlı söyleşileriyle birlikte, iptal edilen ulusal kısa ve belgesel yarışmasında filmleriyle yer alan yönetmenler de, önceden ilan edilen seanslarda sinemaseverlerle bir araya geldi. Bu buluşmalarda ise sinemanın günümüzde karşılaştığı güçlüklerle beraber, bunların aşılmasına yönelik neler yapılabileceğine dair de konuşuldu.

Bu sene festivalin en değerli bölümlerinden biri de Çağdaş Drama Derneği’nin işbirliği ve başta Liv Hospital Ankara olmak üzere Doğa Koleji, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Çankaya Belediyesi’nin desteğiyle mülteci çocuklar için düzenlenen Yaratıcı Drama Atölyeleri idi. Ayrıca Liv Hospital tarafından sağlanan ücretsiz sağlık kontrolünden geçirilen çocuklara sağlık setleri de verildi.

Sansürsüz nice festivallere diyoruz!