Kolpaçino

Kumarhaneler, kara para, kan, uyuşturucu, silahlar, mafya… Bugüne kadar sinemada komedi olsun dram olsun, Hollywood olsun, Avrupa filmi olsun, Türk filmi olsun, bu temaların etrafında dönen çok film çekildi, çekilmeye de devam edecek gibi görünüyor. Aslında hiç de komik olmayan bu mafyacılık ve kumar masalarında kazanılan/kaybedilen paralar/canlar, belki de bu trajik durumdan bir komedi çıkarmak, ağlanacak halimize gülmek gerektiğiniz düşünmek suretiyle komedi haline getiriliyor sinemada çokça.

Hollywood, elindeki imkanların elverdiği ölçüde, bu tarz filmlerde göz zevkimizi eksik etmedi. Oceans Eleven serisinde birbirinden yakışıklı ve güzel oyuncular, dünyaca ünlü inanılmaz gazinolarda, rengarenk bir hayatın içinde mafyacılık oynarlarken biz de güle oynaya seyrettik. Türk Sineması da elbette değinecekti bu konulara, değindiği filmlerden biri de Kolpaçino oldu.

İsminin ‘kolpa’lığı, oyuncu kadrosunun, kimilerince çok sevilen kimilerince hiç sevilmeyen, ama asla ortada bir yerde duramayan Şafak Sezer , Aydemir Akbaş, Hakan Ural gibi isimlerden oluşması önyargılarla dolu bir seyirci oluşturmakta gecikmedi. Belli ki kolpa bir film, gene saçmasapan bir filmle paraları götürdüler yaklaşımını daha izlemeden yapıştırdık bu filme. İzledikten sonra ise intiba değişti mi, biraz bahsedelim.

Herşeyden önce, ismi ve oyuncuları görmezden gelirsek ve filme film olarak bakarsak, örneğin plan oluşturmakta zorlanan bir görüntü yönetmenliği göze çarpıyor. Üç kişinin oturup bir şey konuştuğu bir alanda arkadaki bir diğer grubu da gösterecek diye çırpınmış sanki kameraman ve görüntü yönetmeni. Daha başlangıçta bu konuda bir acemilik hissettiriyor film. Fakat daha sonra kabul etmek gerekir ki konuyla insanı kendine çekip, böyle detayları görmezden gelmenizi sağlayacak kadar akıcı bir konusu var diyebiliriz.

Şafak Sezer, kendisinde Allah vergisi varolan bazı mimikleriyle komik olsa da, dikkat edince şu farkediliyor ki, bu adam her yerde aynı. Reklamlarda aynı, son dönemde oynadığı Türk filmlerinde aynı, saçını kırmızıya boyayıp küpe de taksa, değişik bir karakter gösteremiyor bir türlü bize. Aydemir Akbaş ise sonuçta yılların oyuncusu, yaşı da ilerlemiş ama maşşallahı var, bu rol için biçilmiş kaftan ve hakkını vermiş. Filmdeki yanar döner, mafyavari diğer karakterler de kesinlikle oyuncu seçimi anlamında çok yerinde olmuş. Filmin tek kadın oyuncusu Duygu Özçelik ise kanımca ilk sinema filmi olmasına rağmen düzgün bir oyunculuk sergilemiş.

Bu film komik. Evet, film insanı devamlılığıyla kendine çeken, iki saat boyunca ağzından salyalar saçarak, hiçbir şey düşünmeden gülmesi adına başarılı ve komik bir film. Daha özenerek çekilmiş olabilirdi ama genel anlamda basit ve kalitesiz bir iş de değil. Son zamanlarda çokça yaşadığımız, “zamanıma, parama yazık, öylesine çekmişler, bu iş ticaret oldu” gibi eleştirileri Kolpaçino’ya getiremeyeceğim. Fazla söze gerek yok, Kolpaçino zaten amacı güldürmek olan bir film, bunu da başarıyor.

Büyük Aşk(Coco Chanel & Igor Stravinsky)

Bu sene, ünlü Fransız modacı Coco Chanel’in ölümünün otuzsekizinci yılı ve beyazperdede bu sene kendisiyle ilgili iki film yer alıyor. Bunlardan ilki, Büyük Aşk. Cannes’da da gösterilmiş olan film, ünlü modacının 1920’lerde ünlü Rus müzisyen Igor Stravinsky ile yaşamış olduğu tutkulu aşkı merkeze alıyor.

Chris Greenhalgh’ın 2002’de yazmış olduğu Coco&Igor adlı romanından uyarlanan filmin senaryosunu da Chris Greenhalgh yönetmenle birlikte oluşturmuş.

Hollandalı yönetmen Jan Kounen, filmin açılış sahnesini Stravinsky’nin The Rites of Spring isimli skandala yol açmış prömiyeri olarak seçmiş. Fazla modern, fazla yabancı, fazla devrimci ve fazla isyankar olduğu için eleştiri ateşine tutulan The Rites of Spring, stilin divası olma yolunda ilerleyen Coco Chanel’i oldukça etkiliyor ve Chanel yıllar sonra Rus İhtilali sonrası sefil bir hayat süren Stravinsky’i muhteşem villasında birlikte yaşamak için davet ediyor. Hasta eşi ve çocuklarıyla villaya yerleşen Stravinsky ile Chanel’in herkese ve her şeye rağmen yaşanan tutkulu aşkları filmin ana teması.

Bu filmde Chanel’i canlandıran Anna Mouglalis, sekiz yıldır Chanel markası için çalışmakta olan bir model. Dolayısıyla Karl Lagerfeld’den matmazel Chanel ile ilgili birçok bilgi alabildiğini söylüyor. Oyuncu olmamasına rağmen vücut dilini, jest ve mimiklerini oldukça iyi kullanabilmiş ve bu rolü kotarmış diye düşünüyorum. Film boyunca giymiş olduğu giysilerle de Chanel’i bize oldukça iyi yansıttı, film hem dönemi hem de Chanel’in stilini yansıtması açısından kostümleriyle oldukça başarılı. Filmde Rus besteci Stravinsky’i canlandıran Mads Mikkelsen ise kanımca hem bir müzik dahisi, hem de böylesine bir tutkuyu yaratan adam rolüne pek yakışmamış. Filmin sinematografisine gelirsek, kimi zaman klostrofobik, kimi zaman sembolik resimlerden ibaret diyebiliriz.

Filmin en büyük eksiği ise, bu iki insanın, sanatlarına yansıyacak kadar büyük bir tutku yaşıyor olmalarının içinin boş kalması… Bu film, çok şık bir elbisenin, giyen insanın üzerine oturmaması gibi bir hissiyat veriyor insana. İlişkinin gelişimi üzerine elle tutulur, etkileyici diyaloglar, bu tutkunun altyapısını oluşturacak bir doluluk hissi eksik maalesef. Sanki sadece seks yapan ve seksin vücutta yarattığı enerjiyle gidip besteler yapan/parfümler üreten iki normal insan var karşımızda… Halbuki bu çok ünlü ve kendi alanlarında çok dahi/çok yaratıcı iki insanın, eserlerine ilham verecek denli tutkulu bir aşk yaşamaları, seksin toksik etkisinden daha sağlam işlenebilirdi diye düşünüyorum.

Coco Chanel’in hayatını konu alan ikinci film, “Coco, Chanel’den Önce” ismini taşıyor. Ülkemizde Kasım’da vizyona girecek olan filmde ise Chanel’i, Amelie’den hatırlayacağımız Audrey Tautou canlandırıyor. Bu filme göre daha biyografik sanırım. İzleyelim görelim ve de kıyaslayalım.

Acı

Cemal Şan ismini, Zeynep’in Sekiz Günü, Ali’nin Sekiz Günü, Dilber’in Sekiz Günü isimli üçleme filmlerden duymuştuk. Bu üçleme, popüler isimleri oyuncu kadrosunda bulundursa da, konu işlenişi bakımından popüler sinemaya değil yönetmen sinemasına yakın filmlerdi. Cemal Şan, bize kendi dilini, kendi bakış açısını tanıtmaya çalışıyor gibiydi bu üçlemede. Ağır tempolu ama merak uyandırıcı, gerginliği oldukça hissettiren, sanat filmi olsa da belirli bir katharsis duygusunu vermekten de çekinmeyen, bu yüzden de yönetmen sinemasına alışık olmayan seyirciyi de kendisine çekebilen bir sinemayla karşı karşıyaydık. Acı da aynı yoldan gitmiş diyebiliriz.

Üçlemenin sonuncusunu 2008 yılında izlemiştik, bu sene ise iki farklı filmle karşımıza çıktı Cemal Şan. Birincisi “Sonsuz” isimli dramatik bir film, ikincisi ise Acı. Acı da isminden anlayabileceğimiz kadarıyla dramatik yapıda bir film. Bu kez Cemal Şan hem senarist hem yönetmen. Bu kez Cemal Şan, çok popüler isimleri barındırmıyor hikayesinde. Aslında tanıyoruz elbet, başroldeki Nesrin Cavadzade, Dilber’in Sekiz Günü’ndeki Dilber’i canlandırmış ve ödül almıştı. Acı’da da gerçekten etkileyici bir oyunculuk sergilemiş. Erol Demiröz ise yıllarını sanata vermiş, çok başarılı bir tiyatrocu. Kendisini en son Güneşi Gördüm filminde izlemiş ve etkilenmiştim, Acı adlı filmde de gerçekten çok çok başarılı. Neredeyse sadece iki kişiden oluşan filmde oyunculuklar hiçbir şekilde aksamıyor.

Erzincan’ın 2000 metre yüksekliğindeki bir dağ köyünde çekildiğini öğrendiğim film, kardan dolayı olağanüstü zor koşullarda çekilmiş belli ki… Karlı dağlar, sinematografik açıdan etkileyici görseller vermiş yönetmene, yönetmen de bu fotoğrafı doğru kullanmayı bilmiş doğrusu, kamera açıları oldukça başarılıydı. Film belli ki çok düşük bütçeyle çekilmiş, küçücük bir taş ev, küçücük bir ahırda birkaç adet hayvan, az oyuncu, az mekan… Düşük bütçeyle de eli yüzü düzgün film yapılabileceğini göstermiş aslında yönetmen.

Senaryoyu da oldukça iyi bulduğumu söylemeliyim. Konunun ilginçliği ve tutarlılığı bir yana, diyaloglar çok başarılı oturtulmuş. Son zamanlarda çoğu Türk filminde gerçekten çok yapay ve anlamsız diyaloglar duyuyoruz. Bu filmdeki diyaloglar ise gerçekten doğal ve yerinde olmuş. Filmle ilgili bir önyargı vardı kafamda, isminin Acı olması ve dramatik bir Türk filmi olarak sunulması, gereksiz ve rahatsız edici bir duygu sömürüsü yaşatacak gibi gösteriyordu filmi ama öyle olmadı. Tek bir eleştirim olabilir, bu filme gerçekten de daha değişik ve filmle daha alakalı bir isim bulunabilirmiş.

Sizi Seviyorum

Sinema okumuş ve bu ülkede sinemayla ilgili işler yapmaya çalışmış biri olarak, sektörün ve şartların zorluğunu bildiğimden, genç ve eğitimli yönetmenler beni her zaman heyecanlandırıyor. Filmin senaristi ve yönetmeni Mustafa Uğur Yağcıoğlu’nun ismini daha önce Son Ders filmini izlediğimde duymuştum.

Ferhan Şensoy gibi bir usta oynadığı için koşarak gittiğim filmden aynı heyecanla çıkamamıştım; çünkü hem komik hem ciddi olmaya soyunmuş, ama sanki ikisini de tam anlamıyla başaramamış bir film vardı karşımda. Gene de yönetmeni merak etmiş, araştırmıştım ve tiyatro kökenli olduğunu da görüp yeni işlerini merakla beklemekteydim.

Sizi Seviyorum, herşeyden önce sırtını Emre Altuğ’a yaslamış bir film olarak kendini gösterdi. Vizyona girmeden önce Emre Altuğ televizyonda oldukça yaptı reklamını filmin ve aslında konusunu da anlatıverdi, pek bir sürpriz bırakmadı. Sevgilisini aldatan, yakalanan ve sonunda her gün başka bir kadınla uyanmaya başlayan adamla ilgili merakta kaldığımız tek konu ‘bu bir rüya mı, büyü mü, oyun mu?’ oldu.

İlginç bir konu, ilginç bir sinopsis, ilginç bir senaryo, fakat gerçekten çok fazla eksikleri var. Bu tarz filmler çok var aslında, vizyon öncesi ilginç bir cümleyle reklamı yapılır, bir de popüler oyuncusu varsa, gişe garanti. Herşeyden önce özensiz sahneler var, salonda her gün değişen kadın fotoğrafları, başucunda her gün değişen Emre Altuğ ve sevgilisinin fotoğrafları, ne kadar da özensiz yapılmış. Ayrıca fikir güzel tamam, ama bir izleyici olarak bile üzerine işlenebilecek başka fikirler de aklımıza gelirken sanki sadece bu fikri bulmak yönetmene yetmiş ve devamını getirmek için uğraşmamış. Mantıklı mı mantıksız mı, umurunda olmamış. Filmin konusu zaten televizyonlarda, internette bu kadar afişe edilmişken, niye şurasını şöyle yapmamış, niye şuna özen göstermemiş diye irdelersem, izlenecek hiçbirşey kalmayacak!

Söylemek gerekir ki, popülerliğine bel bağlanmış olsa da, çok iyi iş çıkarmış Emre Altuğ. Müzik kariyeriyle ön planda olsa da, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Sahne Sanatları Tiyatro Bölümü mezunu olan Emre Altuğ, gerçekten çok iyi bir oyunculuk sergilemiş bu filmde. Oyunculuk söz konusu olduğunda nedense dramatik rollerde başarılı olanlar konuşulur genelde ama komedide de mimiklerini bu kadar iyi kullanabilen, değişik rollere bu kadar iyi adapte olabilen, yakışıklı olmasına rağmen komik de olmayı başarabilen Emre Altuğ’un gerçekten başarılı bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Maalesef Emre Altuğ dışındaki oyunculuklar için aynı şeyi söylemek çok zor.

Vizyona girebilen, ünlü oyuncuları oynatabildikleri filmler üretme şansları varken, eğitimli ve genç yönetmen-senaristlerden daha özenli, daha iddialı yapımlara imza atmalarını bekliyoruz.