Ozon’un Olgunluk Dönemi

Mayıs 2013’te Cannes Film Festivali’nde izledim Genç ve Güzel’i. François Ozon ve Marine Vacht ile söyleşi yapma fırsatı da bulmuştum, buradan okuyabilirsiniz.

Aralık 2013’te CineDergi’deki MELİSİNEMA köşemde François Ozon’un sinemasını ve son filmi Genç ve Güzel’i anlattım.

2013 Mayıs’ta, Cannes’da izlediğim filmlerden biriydi Jeune&Jolie, Türkçe adıyla Genç ve Güzel. Şimdi ise Aralık sonunda vizyona giriyor ülkemizde. Cannes gösteriminin ardından, çeşitli ülkelerden 3-4 gazeteciyle birlikte keyifli bir röportaj yapma imkanı da bulmuştuk yönetmenle. Yeni Dalga’nın en önemli Fransız yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen François Ozon, gördüğümüz kadarıyla hala genç, yakışıklı, modern, hoş, zeki ve çevresine olumlu enerji veren, mutlu biri. Takip edenlerin bildiği üzere, çok çalışkan, üretken bir yönetmen, her sene mutlaka bir film çekmesiyle ünlü, bu genç yaşında filmografisinde tam 14 adet uzun metraj film var. Bir auteur yönetmen olan Ozon’un filmografisindeki eserleri incelediğimizde, “işte bu Ozon’un imzası” diyebileceğimiz ortak öğeler bulabiliyor muyuz, elbette bulabiliyoruz. Fakat bu demek değil ki Ozon kendini tekrar ediyor, aksine filmleri; tempo, dramatik yapı, ciddiyet veya mizah gibi unsurlar açısından çok da benzerlik teşkil etmiyor. Ayrıca filmografisini kronolojik sırayla takip ettiğinizde, son yıllarda ciddi bir olgunluk dönemine girdiğini de görebilirsiniz yönetmenin.

Jeune&Jolie, yönetmenin diğer filmlerinden epey farklı. Herşeyden önce, epey gerçekçi, ayaklarımız yerden kesilmiyor, kanatlanıp uçmuyoruz! Ayrıca son yapımlarında çoğunlukla yaşça geçkin karakterlerin etrafında dolanıyorduk, şimdi ise gerçekten “gençlik ve güzellik” odağımız. Filmde başrolde dünyalar güzeli bir genç kız var. Şu an 24 yaşında olan Marine Vacht, ilk kez kamera karşısına geçiyor oyunculuk için, kendisi aslında bir model. Fakat Cannes’daki gösterimden sonra da oyunculuğunun büyük beğeniyle karşılandığına şahit olan genç kız, kariyerine bu yolda devam etme kararı aldığını röportajda bizimle paylaşmıştı. Yönetmen  ise kendi yazdığı bu senaryonun başrolündeki kızı bulmak için epey uğraştığını anlatmıştı bize. Filmde Marine’nin canlandırdığı Isabelle karakterinin polisle yüzleştiği, özellikle mimiklerin önemli olduğu bir sahne vardı. Ozon deneme çekimlerinde adaylar ile senaryonun o kısmını paylaşmış.  Denemeler esnasında Marine’nin gözlerinde gizemli birşeyler görmüş, o bakışların, o yüz ifadesinin arkasında neler olup bittiğini merak ettiğini farkettiği noktada bu rol için Marine ile çalışmak istediğine karar vermiş.

Filmde Isabelle, annesi, erkek kardeşi ve üvey babasıyla yaşayan 17 yaşında, güzel bir genç kız. 17 yaş aslında bu filmin en önemli gerçeği belki de çünkü 17 yaşında her genç meraklıdır. Hayatla ilgili birşeyler öğrenmek, büyümek ister. 17 yaşının kıymetini bilmez aslında, daha olgun olmaya öykünür ama bunun için de çocukça hatalar yapabilir. Çok fazla sigara kullanabilir, alkol kullanabilir, uyuşturucu kullanabilir,  aşırı zayıf olmak isteyebilir,  cinsellik yaşayabilir. Bunlar çocukluktan gençliğe adım atılan yaşlarda deneyimlenmesi tehlikeli olan şeylerdir ama tam da bu yüzden merak uyandırıcı ve çekicidir. Burjuva bir ailenin kızı olan Isabel bu saydığımız tehlikeli durumlar içinden cinselliği seçiyor, belki daha olgun hissetmek için, belki güzelliğinin, kadın olduğunun farkında olduğu için, belki serbest aile yapısının, belki de gerçek babasının etrafta olmayışının verdiği boşluktan,; bu belki’lere yüzlerce sebep ekleyebilirsiniz. O, cinselliği yaşayarak tatmin olacağını düşünüyor. Önce bu kararını, yazlıkta yaşıtı bir çocukla bunu deneyimlemek kadar direkt ve kolay bir yolla uyguluyor Isabelle. Fakat kendisini iyi hissetmiyor. Onu büyütecek, belki sorunlarından kurtaracak deneyim bu değildir. Yetinmez genç kız. Yaz biterken kışlık evlerine dönerler ve sonbahar gelir, okullar açılır. İsabel birşeyler karıştırmaktadır. Evde kimseyle bir şey konuşmaz, sürekli meşguldür, okul dışında sürekli biryerlere gitmektedir. Suratı asıktır, ciddi ve duygusuzdur.  Gerçekse şudur: Isabelle, internette kendisine bir web sitesi açmış, yaşlı adamlarla otellerde buluşmakta, fahişelik yapmakta, para kazanmaktadır. Para kazanmaya ihtiyacı olan bir kız değildir Isabelle. Neye ihtiyacı vardır peki?

Devamı CineDergi’nin 65.inci sayısında.. Sayfa 60-61-62

Çocuk da yaparım, kariyer de, evimi de taşırım ama yakın yere!

Kasım 2013’ten itibaren CineDergi’de MeliSinema köşem var.

Kasım ayında Hayatboyu filmi üzerinden bir yazı yazdım:

90’lı yılların sonunda üzerindeki ölü toprağını atan Türk sineması, kaliteli ve çeşitli filmler üreterek seyircileri yeniden salonlara çekebilmeye başlamıştı. 2000’lerde ise yeni ve genç bir sinemacılar kuşağı ortaya çıktı ve bu yönetmenler sinemaya kendi kimliklerini, bakış açılarını getirerek, bağımsız bir temsil oluşturmaya başladılar. Yeni dönem bağımsız sinema örneklerinde, dönemsel olarak içinden geçilmekte olan ideolojik, politik meselelere, özellikle de “öteki” meselesine geniş kapsamlı değinen çok fazla film çekildiğini (ve hala çekilmekte olduğunu) görüyoruz. Bunun yanısıra, daha dar alandan; bireyden, aileden, kişisel hikayelerden yola çıkarak genel bir sosyolojik tabloya ulaşmayı tercih eden sinemacılar da az değil.

Adana Altın Koza Film Festivali’nde yarışırken izlediğim ve bu ay sinemalarda gösterilecek olan Hayatboyu, genç yönetmen Aslı Özge’nin ikinci uzun metraj çalışması. Senaryosu da kendisine ait olan ilk filmi Köprüdekiler’de Özge, Boğaziçi köprüsünde yolları kesişen üç sıradan insanın hayatına odaklanmıştı. Son çalışmasında ise yönetmen, alanı iyice daraltıyor, bir evlilik ilişkisinin tam da ortasına koyuyor seyirciyi ve demin bahsettiğimiz, “kişisel hikayelerden genel tabloya ulaşma” yaklaşımında bir filme imza atıyor. Senaryosu kendisine ait olan Hayatboyu’nda yönetmen hikayeyi modern kent hayatından bir kesit olarak sunmakla aslında son dönemde Türk sinemasında pek rastlayamadığımız ve eksikliğini duyduğumuz bir arka plan oluşturmuş.

Film 50’li yaşlarında olan evli bir çiftin, küçük ve modern bir evde monotonluğu bir köşe kapmaca şeklinde yaşayışlarını beyazperdeye taşıyor. Evin her yerinin bembeyazlığına rağmen, bir klostrofobiyi paylaşıyorsunuz adeta izlerken, zira o dar, iki katlı, metal helezon merdivenli evde, iki kişinin her anlamda sıkışmışlığını, görüntü yönetiminin, seçilen planların da başarısıyla, iliklerinize kadar hissedebilirsiniz. Dışarıdaki hayatlarında mümkün mertebe belli etmemeye çalışıyorlar evliliklerindeki sorunu, tutkusuzluğu, bitmiş duyguları… Dışarıdan herşey “mükemmel” görünüyor.

Filmde yaşanan olayları daha çok kadının tarafından takip ediyoruz. Ela karakterini çok başarılı bir doğallıkla canlandırmış Defne Halman. Cesur da bir rol, evde sevişirken, duş alırken, giyinip soyunurken görüyoruz çifti, çoğunlukla da Ela, artık memnun olmadığı bedenine aynada bakarken gerçekten de belki başka bir oyuncunun kabul etmeyeceği bir role “soyunmuş” oluyor, bu anlamda da kendisini tebrik etmek gerek. Ben şimdi, İstanbul’da yaşayan, modern ve saygın bir sanatçı olan ve evliliğinde sıkışmış olan Ela karakterinin sessizliğiyle bize anlattıklarını deşmek istiyorum biraz.

Devamı için:

http://www.cinedergi.com/sayi/64/

Sf 32-33, 34-35

Ercan Kesal Söyleşisi

Bu seneki festivallerin gözdesi olan ve Malatya’dan da En İyi Film, Yönetmen ve SİYAD ödüllerini alan Yozgat Blues filminin başrolü olan ve yakında zamanda ilk kitabı çıkan Ercan Kesal’a Duygu ile  sorularımızı yönelttik:

Bildiğimiz kadarıyla mesleklerinizden biri doktorluk. Biz sizi Uzak’ta tanıdık ama sizin sanat ve sinema ile kesişmeniz ilk nasıl, ne şekilde başladı?

Ercan Kesal: Benim sanatla ilk temasım “okumak”la başlamıştır. Kitap okumak; ama ne bulursam okumak. Yaratıcılık anlamında ise “yazmak” olmuştur. 1980’li yıllarda, Tıbbiyede öğrenciyken, İzmir’de yayımlanan bir edebiyat dergisinde yayımlanan ilk şiirimle başladı. Sonraki yıllarda da şiir ve deneme hep yazdım ve değişik dergilerde yayımlandı bunlar. Sinemaya da ”yazarak” girdim bence. “Üç Maymun”da olma sebebim senaristliğimdir. Oyunculuğum ise filmin cast aşamasında teklif edildi, baştan öyle bir niyet ve beklenti yoktu.

Sizi en son Yozgat Blues’da izledik, performansınızdan dolayı sizi tebrik etmek isteriz. Yozgat Blues’taki Yavuz’un dünyasını kısaca nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir büyüme hikayesi olarak okuyabilir miyiz sizce bu yaşananları?

Ercan Kesal: Yavuz, sessiz, içe dönük, pek kıymet verilmeyen bir müziğin peşine düşmüş, kendine özgü bir ahlak anlayışı olan silik bir karakter. Bana göre bir “Oblomov.” Etrafında olup bitenin farkında ama, ona müdahale etmeyi, değiştirmeyi hiç düşünmüyor. Yazgısının sonunu sessizce bekleyen, melankolik bir geç ergen… Senaryoyu okuduğumda tabii ki kafamda bir “Yavuz” karakteri canlanmıştı. Yönetmenle konuşarak iyice yerine oturdu bu. Ama, çekim boyunca, setin ilhamıyla da gelişip, olgunlaşan bir süreçtir bu… Tarkovski, kendisi için makbul oyuncunun, “senaryoda yazılmayanı da oynayan oyuncu” olduğunu söyler. Elimden geldiğince bunu yapmaya çalıştım.

Sizin bakışınıza göre Yavuz’un hayatı neden tek şarkıyla sınırlıymış gibi?

Ercan Kesal: Yavuz o tek şarkıya “tüm hayatın anlamını” taşıyormuş gibi bir önem atfetmiş. Öylesine tuhaf ve hastalıklı bir tutku. Etrafındakilerin ne dinledikleri, nasıl tepki verdikleri pek umurunda değil. O, “müziğini yapıyor!..” Yaşamındaki tüm soruların cevabını, başarısızlıklarını, hayal kırıklıklarını, olmayan aşklarını vs. hepsini “L’ete Endien” ‘in mısralarına yüklemiş. Bütün soruların cevabını orada bulmuş gibi…

2008’den beri yoğun şekilde sinema filmlerinde görüyoruz sizi, Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu’da’da filmlerinin senaryosuna Ebru ve Nuri Bilge Ceylan ikilisiyle beraber imza attınız. Şimdi de kendi geçmişiniz ile bugünümüzü kurguladığınız kitabınız çıktı. Edebiyat/yazmak oyunculuğunuzu bütünleştiriyor mu? Ya da ağır basan var mı? Nasıl bir yolculuk bu, nereye doğru gitmek istiyorsunuz, senaristlik, oyunculuk, yazarlık…

Ercan KesalOkuduğum için yazabiliyorum; yazdığım için de oynuyorum. Oyunculuğumun beğenilmesinin, sahiciliğinin öne çıkartılmasının sebebi, okuduğum ve gözlemlediğim hayat hikayeleridir. Sadece senaryolarımda değil, tüm hikayelerimde de kahramanların diyaloglarını, ilişkilerini, onları kafamda “oynatarak” yazıyorum. Demin de söylediğim gibi, benim sinemaya olan heves ve tutkum öteden beri olagelen bir şeydi. Tabii ki sinema yapmak istiyordum, lakin “yönetmen” olarak. Ama senarist olarak girdim, oyuncu olarak da devam ediyorum. Gitmek istediğim yer başından beri hiç değişmedi, “yönetmenlik.”

Röportajın devamı Beyazperde.com’da

Sorular: Duygu Kocabaylıoğlu&Melis Zararsız

Düşyeri’nde Ayas’ı Konuştuk!

Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren Ayas, sinemada gösterilen ilk Türk çizgi filmi olma özelliğini taşıyor. Filmin tüm detaylarını Ayas’ın yaratıldığı Düşyeri’nde, projenin yaratıcılarından senarist Ayşe Şule Bilgiç ile konuştuk…

Melis Z. Pirlanti: Şu anda Düşyeri’ndeyiz. Herkesin bildiği ve sevdiği Pepe karakterinin yaratıcısısınız Ayşe Hanım, Düşyeri ile birlikte. Pepe’den sonra şimdi bir sinema filmi Ayas’la karşımızdasınız. Önce biraz Düşyeri’nden bahsedelim mi?

Ayşe Şule Bilgiç: Tabii, Düşyeri bundan beş yıl önce çizgi film konusunda faaliyet göstermek için, daha da doğrusu Türkiye’de çizgi filmi var etmek için kuruldu. Bu benim düşümle başlayıp onlarca yol arkadaşımın düşü haline geldi. Bu noktaya tek başıma gelmedim tabii, keza Kıraç’ın da her anlamda büyük katkısı oldu. Biz Türkiye’de Türk çizgi filminin eksikliğini hisseden bir ekiptik. Çizgi film konusunda ciddi eğitim almış sanatçı arkadaşlarımızla beraber, neden Türkiye’de böyle bir sektör yok, neden yapılamıyor, neden birim kültürümüze ait ürünler çıkmıyor diye hayıflanarak yola koyulduk. Bunların çok önemli sebepleri var, Türkiye’de çizgi film yapmayı ilk biz akıl etmedik tabii ama özellikle 5 yıl öncesinde bütün istatistikleri önünüze koyduğunuzda Türkiye’de çizgi film yapılmamasını söylüyordu bütün veriler.

Teknik anlamdaki eksikler mi?

Yetişmiş insan yok yeterli, altyapı yok, nasıl yapılır diye yeterli bir “know how” yok.

Eğitim de yok pek galiba?

Eğitim var ama çok kısıtlı tabii. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde 15 yıldır yılda 15 mezun veren bir çizgi film bölümü var. Yılmaz Büyükerşen’in 15 yıl önce bir gün çizgi film yapılacak dediği ve Eskişehir’de kurduğu bir bölüm, inanılmaz yetenekli çocuklar yetişiyor. Tüm bu yokluk içinde bugüne kadar kimsenin çizgi filme yatırım yapmaması çok mantıklı. Hasbelkader bir çizgi film ürettiniz, bunun yayıncısı yok, bir pazar, bir sektör diyebilmemiz için üreticisi alıcısı toptancısı olan bir pazardan bahsedemiyoruz.

Melis Z. Pirlanti: Televizyon aslında böyle ürünleri bekleyen ve buna açık bir mecra değil mi?

Ayşe Şule Bilgiç: Evet ama ekonomik olarak mümkün değil. Bu kadar yıl bu işi yapıp, rakam vermeyeyim, 1 birime ürünü verirken ve dünya markası bir ürüne bunu verirken siz burada Türkiye’de benzer bir ürünü ürettiğinizde, zaten üretim süreçlerinde sıkıntı var, çok pahalı, bir de dünyaya açılabileceğimiz bir pazar olmadığı için tek bir yayıncıya yüklediğinizde bunu, o dünya devinin 1 birime verdiği ürünün aynısını sizin 150 birime vermeniz gerekiyor, bu da yayıncıya mantıksız geliyor. Kağıt üzerinde bu böyle. Ama biz Pepe’yle bu anlamda bir imkansızı başardık. 1 birime alınan ürünlerin yanına Pepe’yi de koyduk, 150 birime satamadık belki ama hep başka umutlarımız vardı, finansmanının başka yerlerden sağlanabileceğine dair düşüncelerimiz ve inancımız vardı, onun için biz, tüm istatistikler bu işe girme dese de, girdik. Biz belki 10 birim para aldıysak da kalan maliyetlerimizi, ekmeği taştan çıkarmak gibi, dergisiyle, diğer ürünleriyle, oralardan çıkarttık. Çünkü Pepe sevildi. Düşyeri bugünlere büyük mücadelelerle geldi ama bugün Türkiye’nin çizgi film konusunda en büyük markası. Pepe’den sonra yapacaklarımız çok önemliydi, Pepe’nin bir tesadüf olmadığını ispatlamalıydık.

Bazı araştırmalar mı sizi bu noktaya getirdi, Pepe’nin bu kadar tutacağını nasıl öngördünüz?

Aslında kendi hayat tecrübemize ve Türk halkına güvenle ilgili, çünkü böyle bir eksiğin olduğunu görebiliyorduk, ben de bir anneyim. Tabii ki bir riskti bir yandan, o iletişimi Pepe seyirciyle kuramayabilirdi. Çok çalıştık. Biz kendi çocuğumuza izletmeyeceğimiz, yedirmeyeceğimiz, giydirmeyeceğimiz hiçbir ürüne de Pepe adını vermedik. Ticari olarak lehimize olacak durumlarda bile bu seçiciliği koruduk.

Özellikle gıda riskli değil mi, bir güven oluşturuyorsunuz.

Tabii ki. Belgelerini isteyerek, mesela süt çıktı, kakaolu değil de çikolatalı süte verdik, daha sağlıklı olduğu için. Tekstil ürünlerinde de Taç, Zorlu gibi iyi firmalarla yanyana geldik.

Devamı Beyazperde.com‘da…

Yarım Kalan Mucize Film Ekibiyle Söyleşi!

20. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nin yarışmalı bölümünde yer alan, yönetmenliğini Biket İlhan’ın, senaristliğini ve başrolünü ise Nihan Belgin’in üstlendiği Yarım Kalan Mucize, ülkemiz toplumsal tarihinin en önemli adımlarından biri olan köy enstitülerini konu alıyor. Geçtiğimiz hafta vizyona giren filmin ekibiyle festival sırasında söyleşmiştim:

Filminizde köy enstitülerini ele alıyorsunuz,  1940’lı yılları, Anadolu’yu ele alıyorsunuz, senaryo sanırım size ait Nihan Hanım, bu konuyu ele almak, filmleştirmek fikri nereden çıktı, ne zaman başladı, biraz anlatır mısınız?

Nihan BelginAslında fikir bize diğer senarist arkadaşımız Piraye Şengel tarafından geldi. Onun annesi Nahide Hanım köy enstitülü… Başrolde ki kadın kahramanın ismi de bu yüzden Nahide oldu. Bize köy enstitüleriyle ilgili yaşadıklarını anlattılar, fotoğraflar gösterdiler, biz de bu konu bir şekilde film haline gelmeli diye düşündük, bir yandan da üstü kapatılan şeyleri yeniden hatırlatmak istedik.

Bu arada oyuncu seçimleri nasıl oldu, başrolde sizi izliyoruz Nihan Hanım, çevreniz ise tanınmış oyuncularla dolu, Dolunay Soysert, Yetkin Dikinciler, Ayten Uncuoğlu… Başrolü sizin oynamanız vs tüm bu seçimler nasıl oldu?
Nihan Belgin: Başrolü benim oynayacağımı ben senaryoyu yazdıktan sonra öğrendim, heyecan verici bir süreç oldu. Hem yapım, hem senaryo, zor bir süreçti ama bana çok yardım eden insanlar oldu sette, ben de rolüme sarılmaya çalıştım. Ne kadar başarabildik bilmiyorum ama elimden geleni yapmaya çalıştım.
Biket İlhan: Dolunay (Soysert) ve Yetkin (Dikinciler) zaten benim oyuncularım biliyorsunuz, bir önceki filmden de… Sinan Tuzcu aynı şekilde. Yeni oyuncular da eklendi, onlarla da devam etmeyi düşünüyorum. Şencan Güleryüz, Ayten Uncuoğlu, Necmettin Çobanoğlu, Aslı İçözü, hepsi çok heyecanla katıldı, bu da bizi çok mutlu etti.

Çekimler Beykoz dışında nerede gerçekleşti?

Nihan Belgin: Şile’nin köylerinde de çalıştık.

Anadolu’nun o yeşil, güzel doğasını orada mı yakaladınız?

Nihan Belgin: Evet sanırım yakalamayı başardık.

Biket İlhan: Evet, Şile’nin köyleri çok “Anadolu” gerçekten.

Biket Hanım, dönem filmleri çekmeyi seviyorsunuz?

Biket İlhan: Evet seviyorum, gözümü açtım kendimi böyle filmlerin içinde buldum diyebilirim. Feyzi Tuna’ya asistanlık yaptım yıllarca. 13 ay süren bir dizi çalışmamız vardı, TRT’ye 11 bölüm, 3 İstanbul’u çektik, 35 mm çektik, 1 yıldan fazla, dönem filmi içinde asistan olarak çalışma fırsatı buldum. Bir de yakın dönemimize bakmak, geçmişe bakmak, önemli geliyor bana.

Sorumluluk duygusu gibi mi?

Biket İlhan: Evet yapımda bu var sanırım. O yüzden, bütün bunları da küçük bütçelerle yapıyoruz ama oyuncularım destek oluyor, yakın dostlarımız el veriyorlar.

Daha büyük bütçeler olsa daha farklı olurdu diyorsunuz?

Biket İlhan: Gayet tabii, olmaz olur mu, teknik açıdan, her açıdan. Kısıtlı zaman var, şunu bir de şöyle yapsaydım şansınız olamıyor vs. Ama imkanlarımız içinde kotarıyoruz. Eleştirmek kolay ama yaşanan zorlukları kimse bilmiyor. Olsun, önemli olan şu; amacım buydu, bunu da gerçekleştirdim diye düşünüyorum.

Röportajı devamı için Beyazperde…

 

Yarım Kalan Mucize

Geçtiğimiz sene vizyona Toprağın Çocukları adında bir ilk film girmişti. Ali Adnan Özgür’ün ilk uzun metraj filmi olan proje, köy enstitülerini konu alıyordu. Film kurmaca bir öyküye sahip olsa da, yaşanmış olayları aktardığından belgeselvari bir anlatım tarzı da içeriyordu. Köy enstitüleri ile ilgili daha önce çekilmiş bazı belgeseller mevcut aslında fakat son dönemde vizyona giren, seyirciyle buluşabilen kurmaca filmlerde bu konuyu işleyen olmamıştı. Filmdeki dış sesin de etkisiyle, bu yapımın konuya didaktik yaklaşımı rahatsız edici olsa da, iyinin-kötünün çok kesin çizgilerle ayrılması inandırıcı gelmese de, okul içinde yapılan çekimlerde ve özellikle öğrenciler arasındaki diyaloglarda hafif bir müsamere havası olsa da, konunun önemi ve tarihimize dayalı içerdiği gerçek bilgiler sebebiyle, özellikle de bir ilk film olarak değerli bulmuştum Toprağın Çocukları’nı.  Kendileri de verdikleri röportajlarda, sanat kaygılı bir film çekmekten ziyade, amacı olan, mesaj kaygılı bir proje oluşturduklarını açık ve net olarak ifade etmekteydiler.
2013’te Adana Altın Koza’da yarışan filmlerden biri ise deneyimli yönetmen Biket İlhan’ın Yarım Kalan Mucize adlı filmiydi ve bu filmin de köy enstitülerini konu aldığını duymuştuk. Biket İlhan’ın kızı Nihan Belgin, filmin senaristlerinden ve yapımcılarından biri, aynı zamanda başrol oyuncusu olarak yer alıyor filmde. Kadroda aynı zamanda Yetkin Dikinciler,Dolunay SoysertAyten UncuoğluSinan Tuzcu gibi isimler var. Adana’da filmi izlememin ardından röportaj yapma fırsatı buldum ekiple (buradan okuyabilirsiniz). Aslında Ali Adnan Özgür ile tesadüfen benzer dönemlerde bu konuya odaklanıyorlar ve benzer dönemlerde çekimleri devam ediyor ama Toprağın Çocukları daha erken tamamlanıyor ve vizyona giriyor. Köy enstitüleri odaklı oluşu dışında yapısal olarak da benzerlikler taşıyor aslında iki film. Toprağın Çocukları da farklı bir mekanda başlıyordu, bir çatışma ile açılıyordu ve o hikaye, enstitüye yönleniyor, orada devam ediyordu. Yarım Kalan Mucize’de de hikaye bir çatışma ile açılıyor, bu sefer de köy yerinde, bir ailenin ve bir genç kızın yaşadıklarıyla… Nahide, 18 yaşlarında köylü bir kızdır ve babası yaşında bir toprak ağasıyla evlendirilmek istenen en yakın arkadaşı intihar edip ölünce bundan çok etkilenir, kendisinin de başına eninde sonunda bu gelecektir. Ailesine evlenmek istemediğini, okumak istediğini söylediğinde babası karşı çıkar. Feodal düzende kadının eğitilmesine yer yoktur, gencecik kızlar zengin derebeyleriyle evlendirilmekte, bu “cahil” düzen böyle gitmektedir. Nahide’nin ilkokul öğretmeni ise olayların farkındadır, Köy Enstitüsü yeni açılmıştır ve kız öğrencileri de kabul etmektedir, öğretmeni Nahide’ye yardım eder ve onu Köy Enstitüsü’ne gönderir. Nahide’nin hayatı köklü bir şekilde değişecektir ama zorluklar da peşini bırakmaz.

Toprağın Çocukları’nda da enstitüye sığınan bir genç kız vardı, orada da enstitünün cehalete, aşiretçilik, ağalık gibi sistemlere karşı savaşı vardı, onlara eğitimle cevap veriş vardı, bu filmde de aynı konu başka bir hikayeyle işleniyor. Bu filmde de amaç “net birşeyler söylemek” aslında, Atatürk’ün bakış açısını hatırlatmak, eğitimin öneminin altını çizmek, zamanında yaşanan bu radikal değişimi hatırlatmak, bilmeyenlere anlatmak, aslında yıl 2014’e gelmişken, hala eğitim problemleri yaşadığımızı, hala kızlarımızın köylerde okula gidemediğini, çoğu bölgemizde o feodal yapının değişmediğini düşündürtmenin de bir yolu… Yani aslında bu projede de sinema açısından bir iddia yok. Sinema aracını kullanarak, yaşanmış olayları da katarak, gelecek nesillere mesaj verme kaygısıyla çekilmiş bir filmle karşı karşıyayız. Burada elbette, bu amaçlanmış olsa da sinemasal açıdan neden daha etkileyici bir dramatik yapı olmasın, neden bu amaç bu kadar belirgin olacağına daha alt metinlerde kalmasın gibi bir eleştirimiz olabilir. Ya da keşke Toprağın Çocukları’ndan çok farklı bir bakış açısıyla çekilmiş bir köy enstitüleri konulu film olsa imiş ve karşılaştırma fırsatımız olsaymış şu anda, ama maalesef benzerlikler üzerinden gidebiliyoruz… Türkiye’de Hababam Sınıfı gibi mizahi ve eleştirel bir yaklaşım dışında eğitimi ve sorunlarını konu alan çok fazla film çekilmedi, İki Dil Bir Bavul’u sayabiliriz yakın dönemde belki. Sanırım bir dönem filmi de olsa, memleket meselelerini de dert edinse kendine, aracımız sinema olduğunda, hikayenin perdeye yansıyan “sinema” yönünün daha çok ağır basmasını ve seyirciyi içine çekmesini bekliyoruz, ayrıca seyirci olarak bize ne düşünmemiz gerektiğini bu kadar dayatmasını değil, kendiliğimizden bazı sonuçlara varabileceğimize güvenmesini bekliyoruz,bu yüzden de epey mesafeli kalıyoruz bu filme karşı seyirci olarak.

Şahsen köy enstitüleri ile ilgili fazla bilgim yokken bu iki film ve röportajları sonrası araştırmalar, okumalar yaparak öğrendiklerim beni çok etkilemişti. Ta 1940’lı yıllarda oluşturulan bu eğitim sisteminin, kendine güvenen, el becerileri olan, doğayı tanıyan, sanatla ve dünyadaki tüm gelişmelerle içiçe olan, yenilikçi ve birey olabilmiş gençler yetiştiriyor olabilmesi, neredeyse ütopik bir durum ve şimdilerde de özlenen bir tablo. Bu sebepten bu filmi değerli buluyorum, bu filmi vizyonda yakalayıp izleyen ve benim gibi neymiş ne değilmiş diye araştıranlar olabilir. Ve umarım ilerde biz de seyirciyi içine daha çok çekebilen, dramatik örgüsü daha sağlam, alt metinleri daha yoruma ve okumaya açık, yaşananlara farklı bir bakış açısı getirebilecek memleket filmleri çekeriz, bu gibi filmler öncü olsun, yol göstersin…

Tamam mıyız?

İki sene sonra yeni filmiyle karşı karşıyayız yönetmen/senarist Çağan Irmak’ın. O, Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden. Durduğu yer de farklı aslında, hem bir “auteur yönetmen” olarak belirli bir kabul görmüşlüğü var, hem de takipçisi olduğu sinema seyircisi her kesimden; entelektüel olsun olmasın, sinefil olsun olmasın, çoğu sinema izleyicisi beğeniyor yaptığı dizileri, sinema filmlerini. Popüler işlere imza atıyor, fakat bu kesinlikle içi boş bir popülarite değil, sinemasal açıdan başarılı, derinlikli, değerli filmler üretiyor. Hikaye kurma yeteneği çok sağlam özellikle Irmak’ın, izleyiciyi, yaşamdaki hangi konularla ve kişilerarası hangi diyaloglarla filmine çekeceğini çok iyi bilen bir senarist. Adeta bu işin bir matematiği var ve Irmak bu matematiği, bu sırrı çok iyi çözmüş vaziyette. Bu yüzden de sinema izleyicisi merakla bekliyor hep bir sonraki filmini Irmak’ın, bu reddedilemez bir gerçek.

Irmak en son Dedemin İnsanları adlı filmiyle buluşmuştu izleyici ile. Kendi yaşadıklarından, çocukluğundan faydalanmıştı. Kişisel gibi gözükse de aslında 1. Dünya Savaşı sonrası yaşanan mübadeleyi, göçmenlerin karşılaştıkları acımasız şartları, yani toplumsal bir meseleyi hikayeleştirmişti yönetmen. Irmak’ın sinematografisine baktığımızda bireysel yaşanmışlıklar, yani küçük hikayeler de görebiliyoruz, toplumsal ve büyük meseleler de…

Tamam mıyız? adlı son filminde genelde Çağan Irmak filmlerinde görmeye aşina  olduğumuz isimler yok, yepyeni, taze bir oyuncu kadrosu var. Baş kahramanımız Temmuz (Deniz Celiloğlu), bir heykeltraş ve çizer, Cihangir’de salaş ama kişilikli bir evde, köpeği Prenses ile yaşayan bir karakter. Kız arkadaşı Beste (Aslı Enver) ile buluşup işten, hayattan filan konuşuyorlar, fakat Beste onun sadece yakın arkadaşı. Temmuz daha sonra birisiyle telefonda konuşup, bir e-posta okuyor ve sevgilisi tarafından terkedildiğini anlıyoruz, sevgilisini hiç görmüyoruz ama karşı tarafın sesinden anlıyoruz ki Temmuz gay’dir. Daha sonra öğreniyoruz; aslında çok zengin bir ailenin oğlu olan Temmuz, gay olduğu için babasından tokat yemiş ve kabul görmemiş, bu yüzden ailesiyle yollarını ayırarak tek başına yaşamaya başlamış fakat annesi  (Sumru Yavrucuk) ona her zaman destek. Arkadaş gibiler. Ne var ki Temmuz’un özgürlüğüne düşkün, duygularını fazlaca dışarda yaşayan, hassas, renkli ve farklı bir karakter olması annesini de zorluyor. “Biraz görme herşeyi, herşeyden bu kadar etkilenme” diyor ama aslında bunlar tam da Temmuz’u Temmuz yapan özellikler ve Temmuz’un da bu özelliklerini bastırmaya hiç mi hiç niyeti yok. Ağlayacak, üzülecek, ama kendi olacak hep Temmuz! Ne mutlu ona…

Temmuz bir rüya görüyor bir süredir, daha önce hiç görmediği bir yüz ona birşeyler anlatıyor. Bu yüzün sahibini bir gün parkta görüyor, İhsan o; kolları ve bacakları olmayan, tekerlekli sandalyeye mahkum gencecik bir insan. Annesi (Zuhal Gencer Erkaya) onu gezdirirken Temmuz rüyasında İhsan’ı (Aras Bulut İynemli) görmüş olmanın verdiği şokla hızlıca beyaz bir yalan uydurup onlarla tanışıyor ve hayatlarına giriyor. Kısa bir süre sonra birbirlerinin eksiklerini tamamlayan can oluyorlar birbirlerine, adeta abi-kardeş oluyor İhsan ve Temmuz.

2001 yılında evden işe, işten eve vapurla seyahat ederken Kinyas ve Kayra kitabını almış, o kalın kitabı su içer gibi, nefes gibi içime çekerek hızla okumuş ve uzun süre okuduklarımı sindirememiştim. 12 senedir başucumda durur, ara ara okurum. Irmak da Kinyas ve Kayra’dan çok etkilenerek hem filmin içine somut olarak katmış kitabı, hem de aslında etkilerini senaryosuna harmanlamış. Kinyas ve Kayra’da da iki kan kardeşi takip ederiz. Orada da bir yitiriş ve yeniden diriliş vardır. O da varoluşçu bir hikayedir. Orada da ölüm ve yaşam içiçedir, ölümü ne kadar isterlerse aslında hayata tutunmaya o kadar açlardır, ne kadar yaşamak isteseler o kadar ölüm gelir akıllarına. İki kişinin hayattaki zorluklarda birbirine bu denli “derman” olmaları, birbirlerini tamamlayabilmeleri çok etkilemiş belli ki Irmak’ı, fakat kendi kırılgan, hassas, naif yapısından kaynaklandığını düşündüğüm sebeple, benzer bir tamamlanma hikayesini, Hakan Günday gibi agresif, sert ve gerçekçi bir üslupla değil, tam tersine aşırı derecede naif, tertemiz, pamuklar içinde, masalsı bir üslupla anlatmayı tercih etmiş. Masalsılığı, eski filmlerinden Prensesin Uykusu’nu çağrıştırıyor hatta kimi yerde…

Filmdeki tüm karakterler o kadar iyi insanlar ki, o kadar sevgi dolular, o kadar yaşama tutunmuş durumdalar ki… Tek bir kötü karakter var, İhsan’ın babası (Gürkan Uygun), o da aslında şartları, ya da diyebiliriz ki cehaleti sebebiyle böyle olması anlaşılır bir karakter olabilecekken, diğer karakterler o kadar “melek”ler ki, onun “kötü”lüğü inanılmaz derecede göze batıyor, sanki bir canavarmış gibi geliyor insana, iyilik ve kötülük öyle ayrıştırılmış durumda ki… İşin en zorlama kısmı ise kötülüğün iyiliğe sızmaya çalıştığı noktada bunu engellemek için bulunan yapay yollar. Temmuz’un maddi manevi güçlü ama melek annesi adeta bir mafya edasıyla geri püskürtüyor kötülüğü oğlunun etrafından. Yani bir çatışma varolacakken anında çözüme kavuşuyor, çok yapay şekilde…

Beni esas düşündüren ve hafif rahatsız eden kısım ise iki ailenin arasındaki sınıf farkının yarattığı;yaratacakken yine geri püskürtüldüğü çatışma/çatışamama bölümü oldu. Oğlunun mutluluğu için herşeyi yapacak olan her yönden güçlü anne Nilgün, oğlu Temmuz ile İhsan’ın arasındaki hikayeyi dinleyince duruma hemen bir çözüm bulur, Temmuz ile İhsan birlikte yaşayacaklardır, Nilgün onlara bir bakıcı tutacaktır (ki işin zor kısmıyla da Temmuz ilgilenmesin) ayrıca Nilgün’ün devasa evinde yardıma ihtiyacı vardır, İhsan’ın saf bir Anadolu kadını olan annesi kocasını terkedecek ve Nilgün’lerin evinde yardımcı olarak çalışacaktır. Bu teklifi ilk duyduğunda mutlu olmayan sadece İhsan’dır ve bana soracak olursanız haklıdır. Ben o an Temmuz’un,  evine sevimli köpeği Prenses gibi yeni bir canlı alıyormuş da annesiyle bunu konuşuyormuş gibi olan tavrından rahatsız oldum. Üstelik Temmuz’un eski sevgilisinin ayrılık mektubunda Temmuz’un karakterine bir eleştiri vardı, Temmuz kendi hayallerinin peşinden giderken yanındakini unutabilecek kadar ayakları yerden kesiliyordu sıklıkla, sanki bir an için İhsan’a da aynı şeyi yapıyor gibiydi ve orada İhsan’ın Temmuz’dan nefret bile edebileceğini  düşündüm. Fakat bu çatışmayı da tatlıya bağlamak isteyen Irmak, aklımıza gelen tüm bu soruları Temmuz’un ağzından İhsan’a sorarak, “hadi ama, gurur mu yapıyorsun, zenginlik fakirlik edebiyatına mı giriyorsun, fikrim sorulmadı mı diyorsun, yapma allahaşkına” diyerek geçiştiriyor, İhsan ise “hayır, tek derdim, ya ilerde benden sıkılırsan, hayatında olmamdan zorlanırsan, bundan korkuyorum” diyor ve konu kapanıyor.

Film ilginç ve etkileyici sayılacak bir buluşla, ve bu buluş sayesinde iki karakterin de hayata tutunmaya karar verişiyle, yani umutla bitiyor. Dediğim gibi Irmak’ın filmi umutla bitirmek isteyişi tüm süreç boyunca belli oluyor zaten yoldaki tüm engellerin bir bir bertaraf olmasıyla… Fakat bu da filmin sonunda izleyicide, “eee?” duygusu yaratıyor açıkçası. Sanki Irmak güzel, umut aşılayan bir fikir bulmuş, bunu anlatmak için  çok güzel semboller kullanmış, çok güzel estetik kaygılar gütmüş (rüya sahneleri, heykel metaforu…) ve orada kalmış, sonunu getirememiş gibi. Bir fotoğraf çekmiş gibi adeta Irmak, bir resim yapmış gibi…

Tamam mıyız?’da ötekileştirilmiş kimliklerin öne çıkartılmış olması değerli, özellikle engellileri yok sayışımız, acıyarak bakışımız, onları kabullenemeyen, unutan tavrımıza bir tokat! Gay olduğunu satır aralarından öğrendiğimiz Temmuz’un ise filmde asıl öne çıkan gerçekliği bir erkek olarak erkeklerden hoşlanıyor olması değil ve bu da karaktere ayrı bir derinlik katmış, Temmuz, ben hep farklı oldum, farklı hissettim, kendime ait bir dünyam oldu diyor, kendisini olduğu gibi kabul edebilmesi, kendi dünyasına tutunup zaman zaman gerçek dünyadan kopacak kadar buna sıkı sarılması aslında hayranlık uyandırıcı.  Çok katmanlı bir karakter yaratmış Irmak bu anlamda. Bir röportajda Çağan Irmak, özellikle Gezi olaylarında gençlerin kendilerini artık oldukları gibi ortaya koymalarından çok etkilendiğini, bunun da ona ilham verdiğini söylemişti. Zaten Temmuz’u kısacık bir karede, Gezi olayları zamanındaki LGBT yürüyüşünün içinde görüyoruz. Yine bir röportajda Deniz Celiloğlu’nun söylediğine ise kesinlikle katılıyorum, aslında hepimizin içinde bir Temmuz var ama biz bazı sebeplerle karşılaşamayabiliyoruz onunla, bastırmak zorunda kalabiliyoruz, Temmuz “ben olma” duygusunu asla bastırmayan bir karakter olarak çok doğal ve çok hayat dolu!

Çağan Irmak müziği önemseyen bir yönetmen, dinlediği ve beğendiği parçaları filmine bol bol katmayı seven bir yönetmen, bu filminde de dilimize pelesenk olacak birkaç parça var: Fikret Kızılok’tan Düşler, Aytekin Ataş’tan Söylenmemiş, Jason Mraz’dan Life Is Wonderful, ve Sıla’dan yanlış bilmiyorsam bu film için özel yapılmış bir beste Tamam mıyız. Filmin dokusunu oluşturan, güzel seçimler…

Çağan Irmak sinemasını seviyorum fakat sanırım şu naif, masalsı duygudan biraz sıkıldım, Mustafa Hakkında Herşey’in bizi ters köşeye yatırması gibi daha farklı, daha sert, daha gerçek bir film bekliyorum doğrusu ondan, yani tamam değiliz henüz sevgili Çağan, senden yeni ve daha çarpıcı hikayeler beklemeye devam!

Üç Yol

 

 

Bu sene Antalya Altın Portakal film gösterimlerinde yarışma dışı filmlerden biriydi Üç Yol, daha önce izlediğim Meryem’le aynı saate denk gelince, Üç Yol’ü izlemeye karar verdim. Daha sonra vizyona da girdi. Genç yönetmen Faysal Soysal’ın ilk uzun metraj filmi bu. Soysal aynı zamanda şiir, hikaye ve senaryo yazan, kısa filmler de çekmiş biri. Tıp ve eczacılık okurken, zamanının edebiyata, şiire, sinemaya yetmediğini farkederek eğitimini yarıda bırakıp İran’da sinema okumaya gitmiş, kendisini farklı disiplinlerle beslemiş, bana göre değişik ve değerli bir yönetmen var karşımızda. 2007 yılında Kayıp Zaman Düşleri isminde bir kısa film çekiyor, çeşitli kısa film festivallerinden ödülle dönüyor yönetmen. İlk uzun metraj filmi Üç Yol’a yapımcı bulamıyor, sadece TRT ortak yapımcı oluyor, kendisi de filmin yapımcısı olarak elini taşın altına koyuyor.

Üç Yol, tiyatral br sahneyle açılıyor, yönetmenin kendini özdeşleştirdiğini söylediği, şiir yazan Bünyamin (Nik Xhelilaj) karakterine ait bir rüya sahnesi bu, kısa da sürmüyor, bir süre filmin bu tiyatral havada gideceğini zannedip, sonra farkediyorsunuz rüya olduğunu. Filmde rüyaların yeri önemli zaten. İmgelerle dolu bir hikaye…

Filmin somut hikayesinden bahsetmemiz gerekirse, konu 90’lı yıllar Bosna Hersek’ine odaklanıyor ve aslında bu anlamda bir ilk olduğunu söyleyebiliriz sanırım Türkiye sinemasında. Bosna Savaşı, Srebrenitsa Katliamı, mezarlardan yıllar sonra çıkan kayıplar, izler, bu filmin odak noktasını oluşturuyor. Başkahramanımız Bünyamin çocukluğunda travmatik bir durum yaşıyor, abisine olan kıskançlığı yüzünden arkadaşının Malabadi Köprüsü’nden aşağı düşerek ölmesine sebep oluyor ve kendisini affedemiyor, oysa ki ağabeyi Yusuf (Turgay Aydın) onu affetmiştir, bu vicdan muhasebesi ona çok ağır geliyor, affedilmiş olmak ona daha ağır geliyor ve kendi kendini cezalandırıyor. Bünyamin Bosna’da toplu mezarlardan ceset çıkaran bir kuruluşta görevli, kendisini bu işe adıyor belki kaçmak için ama bu cesetler onu daha da kötü etkiliyor. Bu dönemde Mostar Köprüsü’nün üstünde, intihar etmeyi düşünen Zrinka (Kristina Krepela) isimli genç bir kadınla tanışıyor. (Malabadi Köprüsü, Mostar köprüsünün ikizi olarak kabul edilir.) Savaşta yakınlarını kaybetmiş, en yakın arkadaşına ise bu travmayı atlatmakta yardımcı olamamış ve intiharını durduramamış olmanın acısını yaşayan Zrinka ile Bünyamin’in arasında bir yakınlık oluşuyor ama iki yaralı insan bu aşkı doğru dürüst ortaya çıkaramıyorlar. Fakat Bünyamin, Zrinka’nın sayesinde geçmişiyle yüzleşmeye karar vererek ailesinin yanına, Hasankeyf’e gidiyor. Orada ise onu üzücü bir son bekliyor halbuki…

Fakat film dramatik kurgusu açısından bu anlattığımız şekilde, yani giriş, gelişme sonuç şekliyle ilerlemiyor elbet. Yönetmen bir yandan doğuda yaşanan bir aşk hikayesini şiirsel bir biçimde anlatıyor bize, bir yandan rüyalarda kullandığı imgelerle, örneğin kuyu ile, düşmeyi, kaybetmeyi yansıtmaya çalışıyor,  bir yandan konuyu Yusuf ile Züleyha mesnevisi ile birleştirerek tasavvufi bir anlam da katıyor öyküsüne. Üstelik, merkeze Yusuf’u değil Bünyamini alarak, burada psikolojik bir konuyu da değerlendirmiş oluyor, kıskançlık meselesinin üstünde duruyor, kötü kardeş olarak adlandırılan tarafı anlamaya, neden kötü olduğunu anlamaya çalışıyor, kıskançlığın neden meydana geldiğini anlamaya çalışıyor.

Bünyamin’in ailesinin yanına Hasankeyf’e dönüşünde izlediklerimiz de aslında kültürel değerlerimiz adına çok anlamlı. Zira Üç Yol, Hasankeyf’te çekilebilmiş son film, Mardin’e kadar uzanmakta olan o coğrafya maalesef artık yok. Yönetmen filminde Hasankeyf’in arka sokaklarına, hiç bilinmeyen yerlerine de kamerasını doğrultarak aslında Hasankeyf’in sadece kaleden, dere kenarından oluşmadığını da gösteriyor bize. Filmin bir kültürel boyutu da kullanılan diller üzerinden düşünülebilir: İngilizce, Boşnakça, Kürtçe ve Türkçe.

Bu denli geniş ve güzel coğrafyalarda çekilmiş bir filmin görüntü yönetimi de gerçekten çok başarılı. Bosna’dan Mardin’e tüm o mekanları siz de görmek isteyeceksiniz, lakin ne yazık ki Hasankeyf’li kısımları isteseniz de bir daha göremeyeceksiniz…Yine de belki hiçbirşey için geç değildir, zararın neresinden dönülse kardır, keşke bu film izlense ve Hasankeyf olduğu kadarıyla kurtarılabilse diye ümit ediyoruz elbet, belki yönetmenin de umudu budur…

Son derece değerli bulduğum bu filmle ilgili tek eleştirim, çok fazla konuyu ve çok fazla disiplini birarada anlatmaya çalışmasının izleyiciyi yoruyor olması. Bosna savaşı, kaybedilenler, mezarlar, Hasankeyf, şiir, psikoloji, imgeler, rüyalar, tasavvuf vs.. gibi baktığımızda gerçekten yorucu bir akış var. Bunun yönetmenin zengin dünyasının bir sonucu olduğunu biliyorum, etkilendiği tüm disiplinleri ilk uzun metraj filmine koymak istemiş besbelli. Üstelik yapımını kendisinin üstlendiği bir filmde bu kadar bonkör davranması ciddi bir risk ve cesaret. Fakat bundan sonraki işlerinde tüm etkilendiği disiplinleri birarada görmek yerine daha sadeleşmiş hikayeler izlemeyi tercih ederim şahsen. Şans verilmesi gereken filmlerden…