Reha Erdem filmi Seni Buldum Ya!’nın Çevrimiçi Galası MUBI’de!

Başarılı yönetmen Reha Erdem’in Zoom üzerinden çektiği kara komedisi Seni Buldum Ya!, yarından itibaren (13.03.2021) MUBI’de gösterime giriyor.

200’e yakın ülkede izlenebilecek filme özel hazırlanan “Çevrimiçi Gala” yarın akşam saat 20:00’de başlayacak.

Gösterim öncesi Muammer Brav’ın sunumuyla gerçekleşecek kırmızı halı seremonisine Reha Erdem’in yanı sıra filmin oyuncuları Serkan Keskin, Nihal Yalçın, Bülent Emin Yarar, Ezgi Mola, Taner Birsel, Tilbe Saran, Esra Bezen Bilgin, Tansu Biçer ve Ecem Uzun katılacak

Gösterimin ardından Reha Erdem’in sinema yazarı Esin Küçüktepepınar’ın sorularını yanıtladığı bir sohbet yayında olacak.

Karantinayı fırsat bilip çevrimiçi bir suç ağı kurmuş iki dolandırıcının yaşadığı trajikomik olayları konu alan film 13 Mart’tan itibaren sadece MUBI’de izlenebilecek.

Karakomik Filmler

Cem Yılmaz’ın her filminin basın gösterimine koşa koşa giderim. Ben gene neyse de, kendisi de yıllardır her filminin basın gösterimine koşa koşa geliyor, bu beni çok mutlu eden bir detay doğrusu. Filmden önce ufak bir konuşma yaptı, bu konuşmada canımız Sadi Bey’imize geçmiş olsun demeyi de ihmal etmedi. Filmi bizimle birlikte izledi ve çıkışta oyuncuların da katılımıyla basının sorularını yanıtladı. İşini bu denli ciddiye alması ve sorumluluk sahibi olması çok hoş.

Filmle ilgili düşüncelerime ise buradan ulaşabilirsiniz..

Arif V 216

Boğaziçi Üniversitesi Turizm Otelcilik mezunu, karikatür yeteneği olan ve bu yeteneğini 90’lı yılların sonunda Leman dergisinde çizerek pekiştiren Cem Yılmaz, Leman Kültür’de bir gösteri izlerken, hazırcevaplılığı ve başarılı hikaye anlatımı bilindiğinden sahneye davet ediliyor ve olaylar gelişiyor.

Ben Cem Yılmaz’ın yaptığı işleri izlerken hep bu geldiği noktayı hatırlayarak bir değerlendirme yapıyorum açıkçası, ister istemez. Cem Yılmaz, yaptığı her işte, doğuştan yetenekli olduğunu, tüm ortaya koyduklarının içinden geldiğini, kullandığı mecra ne olursa olsun “hikaye anlatmayı” gönülden sevdiğini öyle bir samimiyetle geçirebiliyor ki karşı tarafa… Bu herkeste olabilecek bir özellik değil şüphesiz. Küçümsenerek söylenen “popüler” işlere imza atan ve çok para kazanan biri olsa da, yaptığı işleri para kazanmak için eğip bükmediğini, törpüleyip değiştirmediğini zaten fark ediyorsunuz. “Ben para kazanmak için sahneye çıkmadım, ben sahneye çıktım, para etti, ben buna bir şey diyemem” der bir stand-up şovunda, çok da ciddidir bu konuda ve haklıdır zannımca.

Yazının devamı Sinematik Yeşilçam’da

Annelik Zor Zanaat!

Bad Moms vizyona girmişken, annelik yapayım derken çılgın hareketlerle aklımızda yer eden bazı karakterleri sıralıyoruz…

 


The Hangover’ın yaratıcıları Jon Lucas ve Scott Moore , 2013’te “21 And Over (Çılgın Doğumgünü) ’ı yönetmişlerdi en son. 21 And Over da Hangover benzeri bir filmdi aslında. Şu klasik Amerikan hardcore-komedi anlayışı…
Lucas ve Moore bu kez de Bad Moms için yönetmenlik/senaristlik koltuğunu paylaşmışlar ve film ay sonunda ülkemizde vizyona giriyor. Yapımcılığını Judd Apatow’un üstlendiği film yine Amerikan yapımı bir komedi malumunuz. Bad Moms’ın başrollerinde ise Leslie Mann, Mila Kunis, Christina Applegate ve Kristen Bell gibi parlak isimler var. Mükemmel anne olmaya çalışırken bu kadar çabadan bunalıp “kötü” anneler olmaya karar veren kadınların hikayesini anlatan film fragmanından anladığımız kadarıyla epey eğlenceli ve hareketli. 2014 ve 2015’te epeyce dinlediğimiz Nicki Minaj&David Guetta imzalı Hey Mama parçası da filme oldukça yakışmış gibi görünüyor.
Sinemada çılgın anneler diyince aklınıza kimler geliyor? Beyazperde’de izlediğimiz, akılda kalıcı anne karakterlerin bazıları bu dosyada:
Forrest Gump: Sally Field’ın canlandırdığı Bayan Gump kendisini koşulsuz bir biçimde oğluna adamış bir karakterdi. Forrest’ın üzerindeki etkisi büyüktü. Hatta film, o meşhur replikle başlar bilirsiniz: Annem her zaman, hayat her zaman bir kutu çikolata gibidir; şansına ne çıkacağını asla bilemezsin, derdi.”
My Big Fat Greek Wedding: Lainie Kazan’ın canlandırdığı Maria Portokalos aileyi birarada tutan güçlü bir kadın karakter, biraz da çatlak. Konuşma tarzıyla, hareketleriyle epey de sevimli ve akılda kalıcı bir karakter bu anne.
Edward Scissorhands: Dianne Wiest’in canlandırdığı Peg Boggs da epey ilginç bir anne karakteriydi hatırlarsanız. Bir rivayete göre ise, bu karakter filmin senaristlerinden Caroline Thompson’ın kendi annesinden esinlenilerek meydana getirilmiş.
Juno: Erken yaşta hamile kalan ve çocuğunu doğurmaya karar veren fazlasıyla genç anne Juno, bambaşka bir karakter değildi de neydi? Gerçi film erken hamilelik ve annelikle ilgili pek çok tartışmayı da beraberinde getirmişti ama bu Ellen Page’nin canlandırdığı bu karakterin çılgın ve özel biri oluşunu engellemiyor elbette.
The Incredibles: Holly Hunter’ın sesiyle can verdiği Helen Parr adlı çizgi karakter, yani Bayan Incredible, esneklik süpergücüne sahip Elastigirl adında bir süper kahramanken ailesini bir arada tutan muhteşem bir anne olma görevini de başarıyla yerine getiriyordu hatırlarsanız. Otoriter ve kuralcı bir yanı da yok değildi hani.
Baby Boom: 1987 yapımı romantik komedi filmde kariyer sahibi güçlü kadın Wiatt (Diane Keaton), bir anda ölen kuzeninin çocuğuna bakmak zorunda kalan bir ev kadınına dönüşmek zorunda kalıyor ve başına türlü işler geliyor elbette.
Motherhood: 2009 yapımı filmde başrolde sevilen oyuncu Uma Thurman var. Evlilik, iş ve kendi istekleri arasında sıkışan bir kadının domestik hayatta yaşadıklarını anlatan filmde Thurman iki çocuk annesi Eliza’yı canlandırıyor.
I Don’t Know How She Does It: Sarah Jessica Parker’ın Kate’i canlandırdığı film bir roman uyarlaması. 9 farklı ülkenin işlerini yürüten başarılı bir finans uzmanı olan Kate, aynı zamanda evli ve iki çocuk annesi fakat aslında işiyle evli ve ailesine yeterince zaman ayıramıyor. Olaylar gelişiyor. Filmin senaryosunu Şeytan Marka Giyer (The Devil Wears Prada)’i de sinemaya uyarlamış olan Aline Brosh McKenna kaleme almıştı.
Coraline: Ne muhteşem bir stop motion örneğiydi! Coraline ailesi tarafından ihmal edilen bir çocuk. Bir gün Alice gibi gizli bir geçitten geçiyor ve orada paralel bir hayat keşfediyor. Oradaki düğme gözlü insanlarda ailelerin çocukları ile çok ilgili olduğunu görüyor Coraline. Bu paralel hayattaki annesi Coraline’i kendileri ile birlikte sonsuza dek orada yaşamak üzere davet edince, Coraline bunu reddediyor ve olaylar gelişiyor diyelim ve size Coraline’nin korkunç annesi Beldam’ı hatırlatmış olalım..
Throw Momma from the Train: 1987 yapımı filmde Owen’a (Danny DeVito) hayatı zindan eden baskıcı anneyi Anne Ramsey canlandırıyordu. Owen, arkadaşı Larry (Billy Crystal)’ye çapraz cinayet teklifinde bulunuyordu eder, yani Larry, Owen’ın annesini, Owen da Larry’nin eski karısını öldürecek! Filmde ‘anne’ rolünü oynayan Anne Ramsey, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Akademi Ödülü’ne ve aynı dalda Altın Küre’ye aday gösterilmişti.

Not: Yazı cinedergi.com’da yayınlanmıştır.

Zootopia / Zootropolis: Hayvanlar Şehri

Geçtiğimiz haftalarda Alice Through The Looking Glass/Alis Harikalar Diyarında 2: Aynanın İçinden izleyip olmayan alemlerde, harika diyarlarda, zamansız zamanlarda gezmiş ve hem görselliği hem de içerdiği felsefesiyle beslenmiş, adeta zevkten ölmüştüm. Bu hafta da bir animasyon vasıtasıyla, olmayan ütopik mekanlarda dolaşıp kendimi kaybettim, mutluyum: Zootopia ya da Türkçe adıyla Zootropolis: Hayvanlar Şehri.  Disney yapımı film, Amerika’da bir ay önce vizyona girmişti, bizdeyse bu Cuma (10 Haziran 2016) itibariyle vizyonda.

Animasyon filmler söz konusu olduğunda elbette çizilmiş karakterlere sesiyle can veren dublaj sanatçıları da önem kazanıyor. Bunların popüler isimler olması ise filmin reklam boyutunu zenginleştiren bir unsur ister istemez. Ülkemizde Yekta Kopan, Uğur Yücel, Haluk Bilginer, Tolga Çevik gibi isimleri seslendirme kadrosunda gördüğümüzde o animasyonla ilgili kat kat heyecanlandığımız bir gerçek. Zootopia’nın orijinal seslendirme kadrosunda, başroller diyebileceğimiz tavşan Judy Hopps’u Ginnifer Goodwin, tilki Nick’i ise Jason Bateman seslendiriyor. Bizde ise tavşanımız Aysun Topar, tilkimiz Cem Yılmaz! Filmleri her ne kadar orijinal sesleriyle izlemeyi tercih etsek de, ülke olarak dublaj sanatında başarılı olduğumuz da bir gerçek, ve özellikle de Cem Yılmaz’ın sevimli ve kurnaz tilkiyi çok başarılı biçimde seslendirdiğini, işini düz bir okumayla değil, karaktere ruh katarak yaptığını eklemek isterim. Genel anlamda da bu filmi dublajlı izlemek gayet keyifliydi.

Gelelim filmin kendisine; hem konusuna, hem de teknik başarısına. Filmin senaryo kadrosunda bir ben yokum zaten : Jared Bush, Phil Johnston, Byron Howard, Rich Moore, Josie Trinidad, Jim Reardon ve Jennifer Lee muhteşem lezzette bir iş çıkarmışlar doğrusu. Kahkahalarla güleceğiniz zeki ve güncel esprilerin yanı sıra “şiddete ve sana benzemeyeni  ötekileştirmeye son ver” mesajını hayli yerinde kullanan sağlam bir senaryoya sahip Zootropolis. Yönetmen koltuğunu paylaşan  Byron Howard (Tangled), Rich Moore (Wreck-It Ralph) ve Jared Bush gibi isimlerin bir araya gelişi de yapımda benzer bir sihir meydana getirmiş. Örneğin küçük büyük her türden hayvanın aynı şehri paylaşması aslında gayet karmaşık bir düzen oluşturacakken her hayvanın boyutuna göre onlara özel kapıların, binaların vs tasarlanmış olması, muhteşem bir görsel deneyim haline gelmiş filmde. Yine fragmanlarda da izleyeceğiniz tembel hayvanlı sekanstaki mimikler, farklı karakterlerle oluşturdukları Godfather ve Chinatown göndermeleri sizi gülmekten öldürecek.

Konuya geri dönmek gerekirse, modernleşen ve insanlaşan (evrim geçirerek iki ayak üstünde duran, kıyafet giyerek işe, okula giden vs) hayvanlar dünyasında kasabasında ailesiyle yaşayan tavşan Judy Hopps, haksızlıklara katlanamayan, cesur ve hırslı bir küçük tavşandır.  Hayvanlar dünyasının ütopyası olan Zootropolis’te yaşamak ve polis olmak, orada görevler alarak dünyayı daha iyi bir yer yapmak istemektedir. Boyutundan ve acemiliğinden dolayı başta trafik polisi olarak atanan Judy, bu görevi kendine yakıştıramaz ve kayıp hayvan vatandaşların bulunması için harekete geçer. Bu uğurda karşısına çıkan üç kağıtçı tilki Nick ile işbirliği yapmak durumunda kalır ve fakat Judy ve Nick zamanla iyi arkadaş olacaklardır. Karşılarına çıkan olaylarda ise hayvanlar arasındaki tahammülsüzlük ve önyargılar ortaya çıkacaktır. Polisiye bir animasyon olan Zootropolis hem çok komik, hem çok tempolu ve renkli, hem de çok ciddi konulara değinen,  içi fazlasıyla dolu, bu nitelikleriyle benzerine az rastlanan bir yapım olmuş.

Yabancı basında, filmin insanların ırkçılık, önyargı gibi dertlerini hayvan “cinsleri” üzerinden anlatmanın sıkıntılı tarafları olduğu düşüncesinde olan bazı eleştiriler okudum ama aynı fikirde değilim. Hayvan dostlarımızın her zaman insanoğluyla benzerlik gösteren tarafları olmuştur ve sanat eserlerinde bu her zaman kullanılmıştır. Bana kalırsa “canlı” olmanın, varoluşun kaygıları, tasaları her zaman bir noktada birleşir, bu yüzden, özellikle çocuklara ve gençlere bazı mesajları sevimli hayvanlar üzerinden vermenin sakıncalı olduğunu düşünmüyorum.

Çocuklara da yetişkinlere de bir yandan ırkçılık ve ötekileştirmenin ne olduğunu, öte yandan şiddet, vahşet ve düşmanlıkla, kin ve hırsla hiçbir şeyin çözülemeyeceğini göstermek için didaktik olmayan bir ders niteliğinde. Haftanın en iyi filmlerinden, yılın en iyi animasyonlarından biri. Şimdiden Oscar ihtimali konuşulmaya başladı bile…

Not: Bu yazı filmin vizyon haftasında populersinema.com’da yayınlanmıştır.

 

The Nice Guys / İyi Adamlar

Ryan Gosling ve Russell Crowe gibi iki ismin başrolde olduğunu duyar duymaz zaten The Nice Guys/İyi Adamlar’ı izlemek istemeniz olası fakat filmin yönetmeni de az bir bahane olmasa gerek bunun için: Shane Black. 1961 doğumlu Black, 1986 ve 1989 yapımı Lethal Weapon ve devam filminin senaristi olarak piyasada tanındı. 1987 yapımı Predator filminde rol aldı. Yine 1996’da Renny Harlin yönetmenliğindeki The Long Kiss Goodnight filminin senaryosunu yazdı. As Good as It Gets’te bir barmeni canlandırdı. Nihayet 2005’te Kiss Kiss, Bang Bang filmini hem yazıp hep yönetti. 2013’te değişik bir çıkış yaparak Iron Man 3 projesini üstlendi, serinin bu bölümünü kendisi yazıp yönetti. Genel tabloya baktığımızda içinde kara mizah öğeleri bulunduran gerilim ve suç türünde filmlerle haşır neşir, on parmağında on marifet bir senarist/yönetmen. Dördüncü uzun metraj filmi ise yine elbette kendisinin yazdığı The Nice Guys/İyi Adamlar.

Los Angeles’ta geçiyor hikayemiz, hem de  1970’li yılların sonunda. Başrollerde izlediğimiz iki adamı farklı sahnelerde enteresan dedektiflik başarısızlıkları içinde izliyoruz önce. Ryan Gosling değişik bir aktör. Genel geçer bir yakışıklılığı olmamasına rağmen belirli bir karizması olduğu bir gerçek ve genelde kadınlar tarafından da beğenilen bir oyuncu. Fakat yüzünün, bedeninin karakteristik özellikleri sonucu, kendisine jönlük kadar saflık, pısırıklık, çelimsizlik, beceriksizlik gibi özelliklere sahip roller de inanılmaz yakışıyor ve oyuncunun üzerine belirli bir karakter şablonu yapışmıyor. Murder by Numbers’da gerilimi sonuna kadar hissettirebilen genç adam da oydu, Lars and the Real Girl’deki içine kapanık, problemleri olan Lars da oydu,  Drive gibi bambaşka sularda yüzen bir filmin cool adamı da oydu, The Ides of March gibi politik ve cesur bir filmde başı belaya giren genç ve hırslı kampanya yardımcısı da oydu. Şimdi karşımızda şapşal bir dedektif var. Sarsak, umarsız, beceriksiz, silik bir tip gibi, özellikle başlarda çizilen tablo bu. Aslında içeride başka bir hikaye var, eşini kaybetmiş ve 12 yaşlarında bir kız çocuğu var. Travmaları çok. İşte karakter çözümlemesi yapmamıza imkan tanıyacak kadar içi doldurulmuş bir tipleme çizmesiyle Black de Gosling de farklarını konuşturuyorlar. Dedektif March’ın bu sarsaklığı ve beceriksizliğinin önündeki umursamazlık perdesini aralayıp içerideki hikayeyi gördüğümüzde, karşımızda hatalarıyla güçlü yanlarıyla kanlı canlı bir insan duruyor.

Russel Crowe’un canlandırdığı dedektif Healy de az beceriksiz değil. Ama o March’a nazaran daha görmüş geçirmiş, olgun, kötü giden olaylara rağmen soğukkanlılığını koruyabilen ve son raddede de olsa olayları derleyip toparlayabilen bir adam. Maskülenliği de March’a göre daha önde. Fakat Healy karakteri March kadar üç boyutlu çizilmemiş sanki, ya da bir şekilde Crowe bu role yakışmamış, bir yavanlık var bu işte doğrusu.

Bu iki “budala dedektif”, kayıp bir kızın izini ayrı ayrı sürerken bir porno yıldızının öldürülmesiyle kendilerini içinden çıkılması zor bir kaosun içinde buluyorlar ve birlik olmak durumunda kalıyorlar. Bu birlikten elbette kuvvet doğuyor, iki erkeğin arkadaşlığı üzerinden bir hikaye de örülmeye başlıyor elbette.

Az da olsa Kim Basinger’ı görüyoruz filmde. Aslında kilit bir rolü var ama fazla diyalog yazılmamış. Biraz da iyi olmuş zira şahsen büyük hayal kırıklığı yaşadım. 62 yaşındaki güzel oyuncu, yaptırdığı botokslar yüzünden mimiksiz bir oyuncak bebeğe dönüşmüş. Nerede 1989 Batman’deki Kim Basinger, nerede bu son hali… Belki çok eskiye gittim, 2013’e kadar yer aldığı tüm filmlerinde güzelliğinin yanısıra jest ve mimikleriyle aklımıza kazınan Basinger, bir süredir estetikli haliyle karşımıza çıkıyordu. Bu filmin ise en yapay karakteriydi. Bunda tek suç botokslarda mı, ona da siz karar verin.

Filmin en başarılı karakteri ise March’ın 10 yaşındaki kızı Holly. Avustralyalı oyuncu Angourie Rice, yönetmen ve yazar bir anne babanın kızı olmanın bütün avantajlarını içine çekmiş olsa gerek. 2009’dan beri çeşitli kısa filmlerde yer aldıktan sonra 2014 yapımı uzun metraj These Final Hours filminde de hatırı sayılır bir rol kapmış. Holly filmde vicdanı temsil eden, önemli bir karakter ve 14 yaşındaki küçük kız bu karaktere resmen can vermiş, kan vermiş. Umarım onu yeni projelerde görmeye devam ederiz, büyük bir yetenek.

Yönetmenin 1970’leri resmederken tercih ettiği Retro dokusu, renkler,  yarattığı atmosferler filmi en eğlenceli kılan kısım. Epey uzun süren ev partisi sahnesi sırf renkliliğiyle bile göz boyuyor, kaldı ki aksiyon da, mizah da o sahnelerde dorukta. Mizah demişken, filmin senaristinin, özellikle senaryo konusunda deneyimli ve iddialı bir isim olduğunu bilmesem, birden fazla kişinin elinden mi çıkmış diye sorabilirdim zira filmdeki mizah öğesi yer yer çok zekice işlenmişken yer yer olabildiğince sığ ve anlamsız bir hale dönüşebiliyor. Filmde mizahi diyaloglara baktığımızda, bu konudaki dengenin çok iyi sağlanamamış olduğunu düşünüyorum. İyi Adamlar, döneme ait hava kirliliği protestosu, porno sektöründeki kumpaslar ve benzeri dönemsel sosyolojik meselelere de yer verilmiş bir yapım, zaten boş bir komedi filmi izlediğimizi söyleyemeyiz eleştirileri, alt metinleri olan bir hikaye aslında. Fakat öte yandan filmin esas konusuyla iç içe geçmemiş gibi bu döneme ait eleştiriler ve sosyolojik durumlar, adeta takvimde işaretler gibi, o dönemde bunlar da konuşuluyordu, sorunlar arasında bunlar da vardı demek için konmuş… Sanki senaryoya çok iyi yedirilememiş, içleri boş kalmış. Zira, ee, ne demek istiyorsun diye sorduğumuzda filmin vermek istediği mesajlar yine iyi insan kötü insan, vicdanlı olmak, kazanan kaybeden çerçevesinden pek de ileriye gidemiyor ne yazık ki.

Dönem itibariyle yapımda kullanılan müzikler de çok eğlenceli, 70’lerin, 80’lerin sevdiğimiz parçalarını dinliyoruz, soundtrack albümü sağlam olacaktır. Aksaklıklarıyla da olsa haftanın güçlü filmlerinden, iyi vakit geçireceğinizle ilgili pek bir şüpheniz olmasın.

Not: Bu yazı filmin vizyon haftasında populersinema.com’da yayınlanmıştır.

La Vanite / Kibir

İstanbul Film Festivali’nde, altyazılarını beyazperde’ye fırlatma (launching) görevim sırasında izlediğim Kibir, şansıma çok keyifli bir film çıktı.

Yaşını başını almış ve kanser hastalığına yakalanmış David Miller, kanserin onu zayıf düşürüp öldürmesini beklemeden hayatına kendisi son vermek ister. İnsanlara intihar etmeleri konusunda yardım eden bir şirket vardır ve Miller anlaşılan bu şirketle bağlantı kurmuştur, çünkü Miller’ı bir kadınla bir otel odasına girerken ve değişik diyaloglar kurarken izlemeye başlarız ve durumu bir süre sonra kavrarız.

Ona bu intiharda yardım edecek olan Espe, tuhaf bir kadındır, bir şekilde Miller ile bir bağ kurmuş ve ölmesini istemiyor gibidir. Otelde yan odalarından sesler gelmektedir, böylelikle müşterilerini kabul etmekte olan ama aslında evli ve çocuklu jigolo Treplev’le tanışırlar. Hayatı boyunca bağ kuramadığı oğlu ölümüne eşlik etmek istemeyince Miller Treplev’i bu eşliğe ikna etmek ister ve böylece bu üçlünün sohbet edecek zamanları olur ve aralarında bir dostluk başlar.

Konu ölümdür, ötenazidir ama senaryodaki kara mizah tonundan dolayı sürekli bir sırıtış yerleşir yüzümüze izlerken, hatta ara ara güleriz. İronik ve sinsi, kışkırtıcı düşünceler vardır diyaloglarda.

Otel odasının dokusu, atmosfer neredeyse sürreal bir evren yaratır. Tiyatral bir havası da vardır olan bitenin. Görüntü yönetmeni Patrick Lindenmeier, özellikle kullandığı kırmızı ve yeşil tonlarla, otel odasının pastel renklerinin de yardımıyla, filme masalsı, düşsel bir hava katmış. Lionel Beier ise İsviçreli genç bir yönetmen olmakla birlikte, bu yedinci uzun metrajı ve ne yaptığını bilen, kendine has dili oturmuş bir yönetmen olduğu her halinden belli. Kendisiyle yapılan bir röportajda ölümü ciddi bulmadığını, sinemanın da bir anlamda gerçeklerden başka bir tarafa bakmak için iyi bir materyal olduğunu, mizahın da bu noktada bu materyale iyi bir destek olduğunu düşündüğünü söylüyor.  Önceki filmlerinde de hep bir kara mizah ve alaycılık hakim. Yönetmenin Kibir’deki oyuncu seçimleri de çok başarılı, Henry Miller’ı canlandıran Patrick Lapp, İsviçre’de tanınmış bir oyuncu ve kendisiyle dalga geçebilen, hayatı çok da ciddiye almayan bir karakteri canlandırmakta gerçekten çok başarılı. Keza Almodovar filmlerinden bildiğimiz Carmen Maura da Espe rolüne cuk oturmuş.

Ölüm, yaşam, ilişkiler, bağ, aile, fahişelik, ebeveyn olma, pişmanlıklar, ötenazi, kararlar… Bu denli ciddi ve önemli konuları neredeyse fantastik bir biçimde beyazperdeye yansıtan, hayatla ilgili önemli soruları acı bir gülümsemeyle düşünmek durumunda bırakan, estetik yönü kuvvetli, keyifli bir film Kibir. Alaycı yapısıyla kibirli bir film olduğunu da söyleyebiliriz… İyi seyirler.

Not: Bu film festival döneminde populersinema.com sitesinde yayınlanmıştır.

Ant-Man

Ant-Man, nam-ı diğer Karınca Adam, Marvel dünyasından bir kahraman. Yakın zamanda bildiğiniz gibi Avengers izlemiştik,neredeyse tüm Marvel kahramanlarının birarada olduğu bu seride Ant-Man yoktu. Niye yoktu, başta olacaktı, olmalı mıydı, olmaması iyi miydi tartışmaları epey almış yürümüştü. Bir bilim adamının karıncalar üzerinde yaptığı bir deney sonucu insanın karınca boyutuna “küçülerek” kendisini savunabilecek hale gelmesi ve kendine has güçlere sahip olabileceği bir kostüm giyebilmesi, diğer doğal karıncaları da kendi ordusu gibi kullanabilmesi, ses frekanslarını kullanarak onları yönetebilmesi gibi üstün yetenekler, diğer Avengers kahramanlarına göre, biraz “küçümsenmiş” olsa gerek… Bu kahramanı diğer yakışıklı ve kaslı kahramanlardan ayırmak ve ona ayrı bir film yapmak, bir pazarlama anlayışı olarak da algılanabilir. Fakat normalde Avengers’in fikir babası ve kurucusu Ant-Man olduğundan, bazı Marvel hayranları bunu “ama bu haksızlık” şeklinde de karşılayabilir.

Gelgelelim, sonuçta karşımızda sadece Ant-Man’i anlatan bir film var, ve bence tadını çıkarmalıyız. Zira filmde önce Hank Pym‘i canlandıran Micheal Douglas‘ı saç makyajla epey gençleştirilmiş halde, kendi kurduğu şirketle ters düşerken izliyoruz. Yıllar geçiyor ve anti kahramanımız Scott Lang (Paul Rudd) hapisten çıkıyor. Küçük kızını çok özlemiştir ama kızının velayeti tabii ki eski eşi üzerindedir ve hayatında başarılı olduğu tek nokta soygunculuk olduğundan, kızına yaklaşabilmesi için bir an önce düzgün bir yaşama adım atmalıdır bu genç adam. Sicili yüzünden iş bulamayınca yine bir soygun yapmak zorunda kalır ama soyduğu evde kendisini para değil bir kostüm beklemektedir, evet bildiniz, Ant-Man kostümü.

Michael Douglas’ın büyük başarıyla canlandırdığı profesör Pym, geçmiş travmalardan dolayı bir türlü barışamadığı kızı Hope (güzeller güzeli Evangeline Lily) ile sorunlar yaşarken bir yandan da  Ant-Man’ın sırlarını vermediği için ona yüz çevirmiş eski iş arkadaşlarının hırslanarak kendi Ant-Man’lerini kötü emeller için yaratmalarını durdurmak için bizim anti-kahramanı eğitmesi gerekmektedir. Yine bir fikir hem iyisini hem kötüsünü yaratmıştır, adeta bir Dr Jeykll Mr Hyde durumu gibi… Olaylar gelişir diyerek fazla sürpriz bozmayalım fakat filmin en eğlenceli yanının Avengers’e olan göndermeler olduğunu da söylemeden etmeyelim, örneğin bir sahnede, e Avengers ne yapıyor gibi bir muhabbette, onlar gökyüzünden aşağı şehirler yağdırmakla meşgullerdir gibi bir espri var ki gerçekten yerinde…

Bana soracak olursanız Ant-Man sıradan bir Marvel filmi değil ve bu küçümsenen karakterin, küçülerek büyüdüğünü göstermesi açısından oldukça etkileyici. Filmin yönetmeni Peyton Reed‘i, komedi ve gençlik filmleriyle biliyoruz, böyle bir projenin altından bu denli hasarsız çıkması bence onun kariyeri açısından da önemli.. Sevimli karınca ordularının CGI görüntüleri, dövüş ve kaçış kovalayış sahnelerindeki 3D ekstraları ile film görsel açıdan da bekleneni veriyor. Karınca ufak olur ama mide bulandırır demeyin, bir anti kahramanın daha özel güçlerle iyiye hizmet etmesini zeki espriler eşliğinde izleyiverin işte…

 

 

 

Pride/Onur

 

Bir Kadıköy’lü olarak, Başka Sinema’nın düzenlediği, Rexx sinemasında film izlemekle başlayıp Arka Oda’da filmin soundtrack’leriyle devam eden partilere geçtiğimiz etkinliklerine bayılıyorum açıkçası. Pride/Onur’u da bu şekilde izledim. Bir İngiliz yapımı Pride, yaşanmış olaylara dayanan bir film. 1984 yılında İngiltere Başbakanı olan Margaret Thatcher o dönem, kömür madenlerinin kapatılması  konusunda gayet sert bir tutum sergiliyor ve  Madenciler Sendikası da grev düzenliyor. Kendi hakları için yürüyüşler yapmakta ve biraraya gelmekte olan gay ve lezbiyenlerden oluşan bir grubun içine yavaş yavaş sızmaya çalışan bir genci takip ederek başlıyoruz önce filme, daha sonra o grubun içinde bir üye gibi oluyoruz adeta. Bu grubu sürekli lider tavırlarıyla yönetmekte olan cevval genç Mark (etkileyici oyunculuğuyla Ben Schnetzer), arkadaşlarını da yüreklendirince bu grup, madenciler için Londra’da para toplamaya başlıyorlar. Daha sonra da Galler’de küçük bir madencilik köyündeki komiteyle iletişime geçip, onlara desteğe devam için yanlarına gitmek üzere yola çıkıyorlar. Peki o köydeki herkes bu komitedekiler kadar anlayışlı yaklaşacak mıdır gay ve lezbiyenlerden oluşan bu bir grup gence?

Gezi olaylarından beri malumunuz, ülkemizde de özgürlük, eşitlik için mücadelede bir artış oldu şükürler olsun ki. Çok daha fazla sesi çıkan, birlik olan, kendinden olmayan için de mücadele eden bir anlayış oturmaya başladı toplumumuzda, ki bu çok sevindirici. Din, ırk, cinsiyet seçimi gibi konulardaki farklılıklarımızdan dolayı kimsenin aşağılanmaması, haksızlığa uğramaması gerektiğini öğrendik, öğreniyoruz. Önyargılarımızı yıkmaya başladık. Bu yaşanmış hikayede, o dönem, politik ve sosyolojik açıdan bir başarı elde edilemediyse de halk birbirini anlamış, önyargılar böyle yıkılmış; bir belgesel olmasa da bu gerçeği bize izletmiş olduğundan bile saygıyı hakeden bir film Pride. Filmin önemli ve ağır konuları ele almasına rağmen hafif tonu, esprili dili, işi çok daha samimi ve bir sinema filmi olarak başarılı bir hale getiriyor. Oyunculukların doğallığı da takdire şayan.

Stephen Beresford’un yazıp Matthew Warchus’un yönettiği, sinemasal açıdan çok yenilikçi olmasa da, pırıl pırıl bir sinematografiye sahip olan Pride’da, 80’leri çağrıştırması açısından tercih edilen renkler, dekor ve kostümler de oldukça başarılı…

Film hala bazı salonlarda gösteriliyor, kaçırmayın derim, salonlar için: http://www.baskasinema.com/filmler/pride

 

Ali Baba ve 7 Cüceler!

Cem Yılmaz’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği, başrollerinde Cem Yılmaz, Çetin Altay, Irina Ivkina ve Zafer Algöz’ün olduğu Ali Baba ve 7 Cüceler filminin çekimleri Bulgaristan’da tüm hızıyla devam ediyor, işte yeni görseller: