Bulut Atlası/Cloud Atlas

Matrix’in yaratıcıları Wachowski kardeşler ile Koş Lola Koş, Koku, 3 gibi birbirinden güzel filmin yönetmeni Tom Tykwer yönetmenliğindeki Bulut Atlası/Cloud Atlas, proje oluşmaya başladığı ve basına haber sızdığı andan itibaren yoğun ilgi ve merakla beklenen bir filmdi ve nihayet geçtiğimiz haftalarda gösterime girdi ülkemizde de… Film David Mitchell’ın aynı adlı romanından sinemaya uyarlandı. Yakın zamana değin, bu ödüllü romanın “sinemaya uyarlanamayacak kadar karmaşık” olduğunu konuşuluyordu. Nitekim Wachowski kardeşler ve Tom Tykwer da proje aşamasında filmin karmaşık senaryosuna hiçbir büyük yapımcıyı ikna edememişler, ilginç değil mi?

Büyük yapımcı olmasa da büyük bir proje olarak, yani görkemli bir şekilde sunuldu film. Bu anlamda büyük bir beklenti oluşturduğunu, filmi beğenmeyenlerin de bu beklentinin altında bir filmle karşılaştıklarını söylediklerini belirtmek lazım. Zira filmin felsefesi Matrix kadar iddialı ve yıllarca konuşulacak, anlaşılamadığı için tekrar tekrar izlenecek bir düşünce sistemini içermiyor. Filmin kurgusunun karışıklığı ve zamanda atlamalar nedeniyle filmi karışık bulanlar da oldu ve olacaktır ama aslında kafa karıştıracak birşey yok.

Kitapta birbirinden ayrılmış altı adet bölüm varmış, filmde ise bunlar bölümlere ayrılmamış, hatta kurguda içiçe geçirilmiş. Aslında altı mini filmin biraraya gelip büyük bir film oluşturması da diyebiliriz bu denemeye. İşin ustalığı ise, 1850 yılından 2080 yılına kadar uzanan bu altı mini hikaye birarada kavrulurken, bir sahne distopik ve fütüristik, bir sahne yetmişler tadında iken bu harmanın asla birbirinden kopuk ve alakasız durmamasında yatıyor kanımca…

Hikaye kısaca şöyle, 1850’lerde Pasifik Okyanusunda seyretmekte olan bir gemi Yeni Zelanda’dan California’ya doğru gidiyor. Gemide Adam Ewing var. 1930’lu yıllarda Belçika’da yaşayan beş parasız bir bestekar olan Robert Frobisher’ın elinde ise Adam Ewing’in günlüğü var. Kendisini var eden sisteme isyan eden android garson Sonmi~451 ise yakın gelecekte Güney Kore’de… Zachry ise medeniyetin çöküşüne ve ilkel kabilelerin insanlığa hükmetmesine şahit olmak üzere… Bu farklı hikayelerin hepsi birbiriyle bağlantılı. Burada reenkarnasyon inancına da selam çakılıyor tabii, özellikle ünlü oyuncuların makyaj marifetiyle farklı zamanlarda farklı karakterleri  canlandırdıkları, bambaşka insanlara dönüştüğü kareler oldukça etkileyici. Sevilen oyuncu Tom Hanks, Dr. Henry Goose, Ukala Otel Müdürü, Isaac Sachs, Dermot Hoggins, Cavendish’in kopyası, Zachry ve Yaşlı Zachry karakterlerini canlandırıyor. Halle Berry, Yaşlı Yerli, Jocasta, Luisa Rey, Dr Ovid, Meronym rolleriyle bizi şaşkınlığa uğratıyor. Filmdeki çoğu oyuncu birden fazla role bürünüyor ve makyaj+oyunculuk başarısıyla belki de bir ilke imza atmış oluyorlar. (Diğer karakterler için beyazperde’de yaptığımız dosyaya bakabilirsiniz.)

Filmin ana meselesi, aslında başka filmlerin de konu ettiği kelebek etkisi, ama çok daha büyük boyutlarda. Şu an trafikte yavaş giden bir aracın arkasında onu bekleyenlerin hayatını değiştirmesinden çok daha geniş, yüzyıllarca binyıllarca geniş bir halini resmediyor durumun… Bu noktada bireysel düşünmeye eleştiri getiriyor, tüm seçim ve davranışlarımızın hiç ummadığımız yer ve zamandaki kişileri etkileyebileceğini anlatıyor. Filmin bir diğer sessiz sakin eleştirisi ise kapitalist sisteme ve ırkçı düşünceye. Fakat bu eleştiriler asla kör gözüm parmağına olmamış, hikayeye iyi yedirilmiş doğrusu.

Sinemada hikaye anlatma ve teknolojiyi, makyajı, edebiyatı, tüm olanakları kullanma adına önemli bir örnek olduğunu düşünüyorum bu filmin.

 

 

Evim Sensin

 

90’lı yıllarda arabesk tarzı müzik çalışmalarıyla adını duyuran Özcan Deniz, zamanla gerek müzik tarzını, gerek kılık kıyafetini daha çağdaş ve modern bir çizgiye taşımış, kendisini her zaman geliştirmeye çalıştığını hissettiren popüler bir isim olarak hayatımızda yerini almıştı. 90’lı yılların sonunda bazı dizilerde oynamaya başladığını hatırlıyorum, halbuki sinemayla ilk kesişmesi 94 yılında uzun metraj bir sinema filmiyle olmuş: Memduh Ün’ün bir filminde başrolde yer almış.

Evim Sensin, Özcan Deniz’in ikinci uzun metraj film yönetmenliği denemesi. Senaryosu da kendisine ait olan ilk filmi Ya Sonra, gişe rakamlarıyla ekibi sevindirmiş bir romantik komedi idi. Evlilik ve aşk üzerine bir öykü olan Ya Sonra, epey maço bir söylem de içeriyordu doğrusu. Fakat bir ilk film için görsel anlamda derli toplu çekilmiş, temiz bir işti. Kurgu anlamında da fazla problem yoktu, genel olarak diyaloglar ve anlatım yapısı sıkıntılıydı. İkinci filminde Özcan Deniz yine bir aşk hikayesi anlatıyor fakat bu kez drama kayıyor. Hatta dramın dozunu kaçırıyor da diyebiliriz. Bu kez senaryo kendisine ait değil fakat hakları Avşar Film’e ait bir Kore filmi olan A Moment to Remember (Nae meorisokui jiwoogae) adlı filmden uyarlanan senaryoya küçük -yerel- dokunuşları yine Deniz yapmış. Filmin jeneriğinde uyarlama olduğu belirtilmiş, bu açıdan hiçbir sıkıntı yok ama bana sorarsanız hangi film olduğu da yazılmalıydı.

Film birbirine çok aşık bir çiftin arasına bir hastalığın girmesini anlatıyor özetle. Aslında A Moment to Remember’a gelene kadar, bu konuyu ele almış çok fazla film izledik bugüne kadar, yerli yabancı, ama iki filmin bir diğer ortak noktası hastalığın “hafıza yitimi” olması… Filmin genel problemi ise, başka birçok filmde de rastladığımız “çok şey anlatmaya çalışma” sorunu… Film, Fahriye Evcen’in başarıyla canlandırdığı Leyla karakterinin, ailesini çiğneyerek yaşadığı ilişkide büyük hayal kırıklığına uğraması sonucu kendisini babasına zar zor affettirmesi ile açılıyor. Bu noktadan sonra yeni bir ilişkiye zor gireceğini, güven sorunları yaşayacağını, üstelik babasını üzmemek adına daha bilinçli tercihler yapacağını tahmin ettiğimiz Leyla karakteri, düşündüğümüzün aksine pat diye İskender adlı karaktere (Özcan Deniz) aşık oluveriyor, geçmişini, kim olduğunu sorgulamadan tüm benliğiyle akıyor karşı tarafa. Babası da onun birine aşık olduğunu anlar anlamaz İskender’e baskı yapmaya başlıyor evlenelim diye, bu baskılar üzerine çok basmakalıp bir biçimde öğreniyoruz ki asıl yaralı olan, güven sorunu olan İskender’miş. Çünkü ailesi onu terketmiş, hiçbir zaman bir evi, güvenecek bir kimsesi olmamış. Filmin açılışında uzun uzun Leyla’nın geçmişini öğrenmişken, ilerleyen dakikalarda ise bu kez İskender’in geçmişine yönelmek durumunda kalıyoruz. Sonra ikisinin de geçmişleri şimdiki hayatlarına yansımaya, sızmaya başlıyor tesadüfi benzer zamanlarda. Elbette ki içi dolu karakter analizi sinemada iyi birşeydir ama konudan sapma noktasında olmamalı, filmde bu kadar üzerinde durulmaması gereken çok fazla gereksiz detay olduğunu düşünüyorum. Zira filmin asıl gelmek istediği nokta eninde sonunda kızın hastalığı ve bu ilişkinin bu hastalığı nasıl kaldıracağı. Fakat film bu noktaya gelene kadar o kadar çok detayla bizi boğuyor ki, bitap düşüyoruz. Biz bitap düşmüşken filmin geri kalan yaklaşık son yarım saati ise dram konusunda tavan yapıyor. Bu noktada, bariz bir şekilde klasik Yeşilçam üslubuyla seyirciyi ağlatmaya oynanmış sahneler gözümüze çarpıyor. Aile ilişkileri, çaresiz hastalıklar ve kavuşamayan aşıklar Yeşilçam’ın da uzun süre konu ettiği ve seyirciyi yakaladığı bilinen öğeler… Bu öğeler bu filmde de dram seven izleyiciyi hüngür hüngür ağlatacak dozlarda, hatta doz aşımı vaziyette kullanılmış.

Fahriye Evcen’e “japon anime filmlerinden fırlayan şirin kız olacaksın” denmiş belli ki, hani 30 yaşına da gelse 8 yaşındaymış gibi konuşmayı tercih eden bazı bayanlar var ya etrafta (!), işte onlardan biri olması istenmiş ve evet bu da biraz antipatik bir durum ama bence Fahriye Evcen bu rolün altından çok iyi kalkmış. Evcen’i daha önce başka performanslarında izlememiş olsaydım, onun gerçek kişiliğinin, konuşma tarzının böyle olduğunu sanıp, role bir şey katmadığını düşünebilirdim ama böyle olmadığını bildiğim için oyunculuk anlamında başarılı buldum. Özcan Deniz de rolünü gereğince yapmış fakat şu detaydan da bahsetmeden geçmek istemiyorum, evet yakışıklı olduğunu kabul ettiğimiz Deniz, kendi kendini yönettiği filmde kendisini adeta Brad Pitt ışığına sahip bir erkek olarak konumlandırmış. Öyle ki filmde İskender bir odadan içeri girdiğinde, o odada kadın olsun erkek olsun herkes ağzı açık onun gelişini izliyor, biz de yavaş çekimde tüm karizmasıyla etrafa kesik bakışlar atan muhteşem jön Brad Pitt’i, pardon, Özcan Deniz’i izliyoruz. Belki “zengin ve güzel bir kızın bir inşaat işçisinden hoşlanması ancak o erkek çok yakışıklıysa mümkün olur” demek istenmiş ama bana göre hiç gerek yoktu. Tiyatro kökenli oyucu Sait Genay ise yeri geldiğinde aşırı sert, yeri geldiğinde kızına çok düşkün babayı muhteşem bir şekilde canlandırmış. Az ve öz rolüne rağmen Teoman Kumbaracıbaşı da rolünün hakkını vermiş. Diğer oyunculuklarda ise dikkat çeken ve etkileyen bir performans göremedim ne yazık ki. Bu bazı oyuncuların rollerine kendilerini verememeleri olabilir ama öte yandan onlara biçilmiş rolün küçüklüğü ve içine bir şey sığdırılamayışı ile de ilgili olabilir, örneğin Volga Sorgu gibi iyi bir oyuncu bu hikayede daha iyi konumlandırılabilirdi.

Filmin renkleri, kadrajları, kurgusu, mekan seçimleri iyiydi. Teknik açıdan doğru isimlerle çalıştığını düşünüyorum Deniz’in. Gerçi kurguda seçilen kareler açısından şunu söylemek gerekir ki bazı sahneler çok fazla tekrar edilmişti – örneğin Leyla karakterinin sonradan hatırladığı sahnelerde devamlı aynı görüntülerle karşı karşıya kaldık, oysa hafızasını yitiren biz değiliz ki? Elbette geriye dönüşler olmalı ama bu kadar sık ve aynı karelerle değil… Müzikle ilgili ise şöyle bir durum var, bu “modern” aşk hikayesinde bol bol yabancı müzik kullanılmış ve filme adeta avrupai bir hava katılmak istenmiş ama bir yandan yerelliği de elden bırakmamak adına Fahriye Evcen’in seslendirdiği bir Karadeniz türküsü de hakim filme. Bu da filmin kimliğini kararsız bir yere taşımış kanımca.

Sonuç olarak eski yeşilçamı hatırlatan, bol acılı aşk ve imkansızlıklar üzerine çekilen Türk filmlerini seven kitle bu filme de bayılacaktır diye düşünüyorum. Türk sineması açısından ise bir yenilik değil. Özcan Deniz sinema yapmaya devam etmek istiyorsa, uyarlama olsun olmasın, senaryoyu kendi yazsın yazmasın, hikayeye daha çok önem vermeli diye düşünüyorum.

ParaNorman

 

Dikkat, yazı filme dair bazı küçük sürprizleri ele vermektedir.

İtiraf edeyim, Paranormal Activity filminin devamlarının da çekilmesinden sonra “ParaNorman” isimli bir animasyona önyargı ile yaklaşmıştım. Bu kadar kaliteli ve keyifli bir iş çıkacağını bilmiyordum doğrusu. Tim Burton ismiyle birbirine adeta yapışmış olan “stop-motion” tekniğiyle yaratılmış 3D bir animasyon filmden sözediyoruz (bu filmin hiçbir yerinde Burton imzası yok, onu da belirtelim).

Norman isimli 11 yaşındaki çocuk, büyükannesi de dahil olmak üzere tüm ölüleri görebilmekte, onlarla konuşabilmektedir. Bu yeteneği elbette ki aile fertleri dahil diğer tüm insanlar tarafından garip karşılanmakta, Norman’ın ” tuhaf, deli, uçmuş” bir tip olduğuna kanaat getirilmektedir. Halbuki “garip” olan yalnızca Norman değildir, yaşadıkları kasabada bir cadı laneti bulunmaktadır, tarih kitaplarına bile geçmiş olan bu hadise dolayısıyla kasabada zaten adeta bir cadı konsepti hakimdir. Kasabayı zombiler bastığında ise onlarla konuşup yerlerine geri yollayacak olan tek kişi elbette ki Norman olacaktır.

Filmin hikayesini böyle kısaca özetleyebiliriz ama yapımla ilgili bahsedecek çok detay var. Herşeyden önce filmin yaratıcılarından bahsedelim. 2009’da Koralin ve Gizli Dünya (Coraline) gibi kendine has bir 3D stop-motion ile karşımıza çıkan Laika adlı şirketin ikinci 3D stop motion animasyon işi ParaNorman… Filmin senarist ve yönetmeni ise Coraline ve meşhur Tim Burton filmi olan Ölü Gelin (Corpse Bride) filmlerinin storyboard sanatçısı olan Chris Butler. Laika da 3D stop motion animasyon filmlerinde ne kadar başarılı olduğunu, teknik açıdan yapabileceklerini bize bu iki filmle göstermiş oldu, onlara da Pixar gibi başarılı bir gelecek dileriz. Coraline ve ParaNorman’ın ortak bir atmosfer yapısı olduğunu söyleyebiliriz, farklı yönetmen ve senaristlerden çıksa da, sonuçta teknik anlamda aynı mutfaktan çıkmanın verdiği bir ortaklık vardır diye düşünüyorum zira örneğin iki film de karanlık atmosferler yaratmakta oldukça başarılı. Üstelik kendine özgü bir dünya yaratma konusunda da aynı kaderi paylaşıyorlar, sokaklar, evler, dükkanlar, caddeler, kesinlikle özgün! Fakat ParaNorman’ın yönetmeninin hem storyboard geçmişinin olması hem de senaryoyu yazmış olması, bu film için Laika’yı ne kadar öveceksek, Chris Butler’ı da o denli övmemiz gerektiğini işaret ediyor bana sorarsanız. Zira bu tarz – daha çok teknik başarıları ve farklılıklarıyla övünen- animasyon filmlerde yönetmen, senarist ve animatör sanatçılar birbirinden farklı isimler olur ve sonunda tüm övgüleri de teknik başarıdan dolayı şirketin kendisi alır, bu kez böyle değil ama. Filmin bir diğer yönetmeni ise animasyon yönetmeni Sam Fell, onun da hakkını yemeyelim elbet, belli ki başarılı bir ikili olmuşlar.

Film için yaratılmış karakterlere geçecek olursak, bu sevimli hamur adamlar inanılmaz sahiciler! Hatırlayacağınız üzere Kutup Ekspresi (The Polar Express)’nde “performance capture” isimli teknik ile Tom Hanks gibi gerçek oyuncuların animasyon karaktere birebir yansıtılmasıyla çizgi karakterleri aslında insanlar oynamıştı, sinema tarihinde bir ilkti bu ve izlemesi de enteresandı. Beowulf: Ölümsüz Savaşçı (Beowulf) ve Avatar da aynı yoldan ilerlemiş fakat “çizgi film” tadından epey uzaklaşmış, gerçeğe birkaç adım daha yaklaşmış, artık animasyonu çocukları hedef almak için kullanmak amacından fersah fersah uzaklaşmış örneklerdi. ParaNorman ise, gerçek oyuncular ile ilerlemiş değil. Tamamen çizim olarak üretilmiş, üstelik abartılı (kalın kaşlar, garip saçlar, upuzun burunlar) hamur adamcıklardan oluşan, gerçekte varolmayan karakterler yaratılmış ama buna rağmen o kadar sahici olmuş ki, bir yetişkin olarak izlerken bile karakterlerin mimiklerinden, hareketlerinden etkileniyorsunuz…

Gelelim filmin hitap ettiği kesim konusuna. ParaNorman, korku filmleriyle dalga geçen yapıda bir film gibi başlıyor, üstelik eğlenceli, hayalperest ve maceracı bir film. Bu yönleriyle çocuklara hitap eder gibi gözükse de, bana sorarsanız 11-12 yaşından küçük çocuklara göre değil. Bu yaşlarda çocukların arasından, korku temasından hoşlananlar bu filme bayılacaklardır, geri kalan kitle için ise karanlık bir film olduğunu söylemekte yarar var. Yetişkinlere gelecek olursak, korku filmi sever yetişkin izleyici de bayıla bayıla izleyecek bu filmi, üstelik esprilerde Dr. Caligari’nin Muayenehanesi (Das Cabinet des Dr. Caligari)’den tutun da Sleeping Beauty’ye, hatta 13. Cuma (Friday the 13th) ve Cadılar Bayramı (Halloween) filmlerine kadar müthiş göndermeler mevcut. Filmdeki komik karakterlerden eşcinsel ağabey de cabası! Yani evet, bu film daha çok büyüklere göre sanki.

İşte filmi – daha doğrusu senaryoyu- eleştireceğim nokta da burada peydah oluyor. Hikayede alışık olduğumuz canavarlı-zombili-kötü adamlı filmlerden farklı bir yapı var. Aslında filmde korkunç olan, kasaba halkının ta kendisi. Zombiler, sadece “ölmüş” olan iyi insanlar. Cadı ise haksızlığa uğramış zavallı bir küçük kız. Yani burada aslında güzel bir eleştiri var, topluma, insana, önyargılarımıza, içimizdeki şeytana, bizden olmayana duyduğumuz tepkiye karşı… Fakat bu kadarla kalmış. Ve filmin ikinci yarısı, gereksiz ve sıkıcı şekilde uzamış da uzamış. 11 yaşındaki zavallı Norman, zorlanmış da zorlanmış, pes etmemiş olmasının altı çizilmek istenmiş olabilir ama o kadar gereksiz yere uzamış ki, artık inandırıcılığı da kalmamış. Oysa çok daha ağır ve sert eleştiriler yapabilirdi bu film. Toplum ve insanlığın gidişatı üzerinden, esprileriyle, ince mizahıyla, hoş göndermeleriyle, çok daha dolu bir senaryo yazılabilirdi. Filmin tonunun bunu kaldıracak bir yapısı var çünkü. Aklıma hemen kişisel olarak tüm zamanların en güzel filmi olduğunu düşündüğüm – gene bir stop motion olan- Mary ve Max (Mary and Max) geliyor. Çok daha cesur ve sert eleştirileri vardı filmin, hatta onun da karanlık ve kendine has, ciddi bir atmosferi olduğundan, bu tavrı kendisine yer bulabilmişti filmde.

Teknik anlamda ParaNorman’da stop-motion tekniğinin CGI efektleriyle birleştirilmesi, bu tarz filmlere yeni sınırlar çizecek kadar başarılı. Üstelik bir animasyon film için ışık, kamera açıları ve sahne kompozisyonları da mükemmele yakın. 3D meselesine ise hala alışamıyorum, bu filmde de derinlik duygusu dışında ekstra bir tat vermiş değil yapıma.

12-60 yaş arası, yeniliklere açık, korku-komedi temalarını beyazperdede birlikte görmekten hoşlanan, zevk sahibi sinemaseverlerin kaçırmaması gereken, kaliteli bir yapım ParaNorman. Filmin Türkçe dublajının da hem çeviri hem de ses anlamında çok başarılı olduğunu eklemek isterim.