Ankara’da Sanata Doymak!

Bu sene yirmi yedincisi düzenlenmiş olan Ankara Film Festivali’ni sonlarına doğru yakalama fırsatı bulmuş ve gözlemlerimi Kültür Mafyası’na yazmıştım.

Geçtiğimiz sene İKSV’nin düzenlediği 34. İstanbul Film Festivali’nde Bakur (Kuzey) filminin gösteriminin iptal edilmesinin ardından, Ankara Uluslararası Film Festivali’nde adil bir yarışma olmayacağı gerekçesiyle Belgesel ve Kısa Film Yarışmaları da iptal edilmişti. Bu sebeple  kapanış töreni de yapılmamış, açıkçası sönük, cansız ve tatsız bir festival olmuştu. Bu sene daha canlı ve aktif bir festivalle karşılaştığımı söyleyebilirim. Sonlarına doğru Ankara’da olabildiğimden, festivalde yalnızca 5 film izleyebildim. Yazının devamını Kültür Mafyası’ndan takip edebilirsiniz.

Diriliş / The Revenant

Altın Küre’de çeşitli ödüllere layık görülen ve Oscar için 12 dalda aday gösterilen Diriliş‘i (The Revenant, 2015) hakkını vererek izleyebilmek için İstinye Park’ta IMAX sistemli salonu tercih ettim doğrusu, iyi de yapmışım. Diriliş, Michael Punke’un yazmış olduğu The Revenant: A Novel Of Revenge kitabından uyarlanmış. Kitapsa yaşanmış bir hikayeyi anlatıyordu. İsveçli avcı Hugh Glass (filmde Leonardo DiCaprio) 1800’lü yılların Amerika’sında, şimdinin Dakota bölgesinde ekibiyle avlanırken, bir ayının saldırısına uğrayarak çok ağır bir şekilde yaralanıyor. Hayatta kalma umudu çok düşük olan Glass, ekip arkadaşları tarafından vahşi doğada ölüme terkediliyor, melez oğlu da ekip arkadaşlarının biri olan John Fitzgerald (Tom Hardy) tarafından gözlerinin önünde öldürülüyor. Müthiş bir dayanma gücüyle hayatta kalmayı başaran Glass, oğlunu öldüren John Fitzgerald’dan intikamını alabilmek için, vahşi doğayla var gücüyle mücadele ediyor.

Filmin yönetmeni Alejandro Gonzalez Inarritu, 2007’de çok sevdiğim Babil filmi ile Oscar’da en iyi yönetmen ve en iyi film ödüllerine aday gösterilmişti. Geçen sene (2015) ise nedense çok ısınamadığım, yönetmenin de kendi tarzına uzak Birdman ile en iyi yönetmen, en iyi film ve en iyi özgün senaryo ödüllerine layık görüldü ve elbette son son bu başarılarıyla çok konuşuldu. Bu sene de bu denli iddialı bir filmle Oscar yarışında 12 dalda aday olması, kendisinin yönetmenlik iddiasını kanıtlıyor şüphesiz. Yönetmenin eski işlerinden Biutiful ve 21 Grams da şahsen çok başarılı bulduğum filmler. Inarritu’nın beyazperdeye attığı imzalara şöyle bir baktığımızda genelde dayanılması güç, acı verici olayları anlatmayı seçtiğini, ama bunları yönetmenlik anlamında doğal ve sert bir şekilde yüzümüze vurarak anlatmayı tercih ettiğini görüyoruz.

Diriliş, temposu çok yüksek bir sıcak savaş sahnesiyle açılıyor ve bizi içine çekmeyi anında başarıyor zaten. Filmin %95’i dış mekanda, gerçek mekanlarda, çoğunlukla da doğal ışık kullanılarak çekilmiş. Muhteşem bir doğa, film boyunca hikayeye eşlik ediyor ve geniş, uzun, temiz planlar sayesinde, yaşanan onca sert mücadeleye rağmen çevreyi seyre doyum olmuyor. Muhteşem bir yeşillik sürekli bizimle. Dağlar, kar, nehir… Vahşete rağmen her şey şiir gibi. Geniş planlar o kadar başarılı ki, izlerken adeta oradayız. Görüntü yönetmenliğine şapka çıkarmalı!

Gerçek hikayeden uyarlama olmasına rağmen elbette abartılar yok değil. Hugh Glass’ın yaşam mücadelesini izlerken, yok artık, buna rağmen mi ölmüyor, nasıl yani, hala devam edebiliyor mu, eh, bu kadar da olmaz demekten kendinizi alamıyorsunuz. Zira filmimiz bir süper kahraman filmi değil ve madem gerçek hayat hikayesi ve gerçek bir yaşam mücadelesi, keşke aslına daha uygun kalsaymış demeden edemiyoruz. Uzun süredir Oscar ödülünü haketmesine rağmen alamadığı için türlü şakalara konu olan Leonardo DiCaprio’nun performansı gayet yerinde. Fakat filmde oyunculuk deyince Tom Hardy’nin bu alışılmışın dışındaki performansı beni o kadar etkiledi ki, gözüm bir süre sonra DiCaprio’yu görmemeye başladı. Teksas aksanlı İngilizcesi’nin başarısı bir yana, karakteri izlerken çoğunlukla onun Hardy olduğunu unutuyorsunuz, ki bence başarılı oyunculukta en önemli kriterlerden biri bu. Örneğin DiCaprio’yu izlerken bu pek olmuyor şahsen bende, karakterinin sunduklarının içinde kaybolamıyorum. Umarım bu sene en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü Hardy alır.

Bir intikam hikayesi Diriliş. Ama bu intikam hikayesine insanın doğayla olan mücadelesi de ekleniyor elbette. İnsan, hayvan gibi değil. Medeni ve vicdanlı bir yaratık ama onun da içinde kötülük var. Ayırım var. Zorda kaldığında vahşet var. Yalan var. Yarı yolda bırakma var. Sineklerin Tanrısı’nı hatırlatan bir yapısı da var Diriliş’in. Medeniyet/ilkellik, iyilik/kötülük, Kızılderililer, Fransızlar, Amerikalılar üzerinden farklı okumalara da açık. Diriliş, vahşet açısından izlemesi zor sahneler de içeriyor, yine doğal, yine suratımıza tokat gibi!

Filmde herhangi bir kadın ya da aşk hikayesi yok. Tamamen maskülen, sert bir film.

65 mm dijital çekilen Diriliş’in, mümkünse sinema salonunda, değilse de büyük bir perde ya da ekranda, iyi bir ses sistemiyle izlenmesi gerekiyor bana kalırsa. Neredeyse gözlüksüz 3D deneyimiymiş gibi izlemek isterseniz, IMAX olan salonlarda izlemenizi önereceğim.

Kelimenin tam anlamıyla lezzetli bir sinema filmi Diriliş. Oscar yarışında hangi ödülleri alır bilinmez ama şimdiden yılın en iyi filmlerinden biri olduğunu söylememiz için ödüllerini beklememize gerek yok. İyi seyirler.

Not: Yazı, filmin vizyon haftasında kulturmafyasi.com sitesinde yayınlanmıştır.

Me Before You – Senden Önce Ben

Bu yazı filme dair bazı sürprizleri ele vermektedir.

İnsan yaşam süresi ortalama 75 – 80 yıl dersek, ölüm bu sürenin hangi kısmında gelirse gelsin kabul etmesi çok zor bir gerçek ne yazık ki. Hele ki genç yaşta gelen hastalıklar sonucu acılar çekilerek ölüme gidilen yol, hem bunu yaşayan hem de onun çevresi için başa gelebilecek en zor hadise…

Maalesef iç karartıcı bir açılış oldu fakat, bu hafta vizyona giren filmlerden Me Before You/Senden Önce Ben, genç yaşta sakat kalan ve yaşamını devam ettirmekte zorlanan Will ve çevresindeki insanların bu durumdan etkilenişlerini konu alıyor. Film, 2012’de kendi ülkesi İngiltere’de ve 27 ülkede daha çok satanlar listesine girmiş bir romandan uyarlanmış ve işin güzel yanı, romanın yazarı Jojo Moyes filmin senaryosunu da direkt kendi yazmış. Yönetmen koltuğunda ise ilk kez bir sinema filminin başına geçen, tanınmış tiyatro yönetmeni Thea Sharrock var.

Uzun boylu, atletik, yakışıklı, pek çok spor yapan, ve iyi bir ailenin oğlu olan Will (Açlık Oyunları’ndan tanıdığımız Sam Claflin) sevgilisinin yanından ayrılıp yolda aceleyle bir yerlere koştururken kendisine çarpan bir motosiklet yüzünden sadece yüzünü, azıcık boynunu ve iki parmağını kullanabilecek şekilde felç kalıyor. Hayata küsen Will’in varlıklı ailesi onu hayata döndürmek için ellerinden geleni yapıyorlar.  Kasabada yetişmiş, renkli ve tuhaf elbiseler giyen, Polyanna kılıklı Louisa (Game of Thrones’un platin saçlı kraliçesi Emilia Clarke)  ise o dönem işsiz kalmıştır, ciddi anlamda paraya ihtiyacı vardır ve Will’in annesi oğluna bakıcı olarak onu işe alır. Çok neşeli, şen şakrak olmakla birlikte sakar ve kendine güvensiz bir tip olan Lou, ilk günler Will ile iletişim kurmakta başarısız olur ama zaman geçtikçe iyi iki arkadaş olmaya başlarlar. Will Lou’nun pozitif enerjisinden beslenirken Lou ise Will ile yepyeni bir dünyaya kapılarını açmaktadır, ondan en sevdiği şehir  Paris’i dinler, birlikte daha önce hiç duymadığı filmler izlerler vs. Lou Will’i dışarı çıkarmaya, tiyatrolara, konserlere götürmeye başlar, hatta birlikte bir tatil planlarlar ve aralarındaki arkadaşlık da aşka dönüşmeye başlar fakat Will kararını vermiştir, ötenazi yoluyla hayatına son verecektir, bunun için gerekli kişilerle görüşmüş, imzalar atmıştır. Onu hayata döndürdüğünü zanneden Lou bu karara şok geçirse de Will bir daha eskisi kadar mutlu olamayacağını bilerek yaşamanın bir anlamı olamayacağını ona anlatır. Yıkılan aile de Will’in bu kararına saygı duymak zorunda kalırlar.

İlk uzun metrajını çeken Sharrock yönetmenlik anlamında çok iyi iş çıkarmış doğrusu. Mekanlar, renkler, dekor ve kostüm, planlar, ışık kullanımı, müziğin kullanımı,  herşey dört dörtlük, hatta bu denli dramatik bir konu için film fazlasıyla şekerli pasta kıvamında. Bu da elbette arada mizah yönü de olan, neşeli ve romantik anlar da barındıran filmi daha izlenesi kılıyor, izleyiciyi depresyona sürükleyen, karanlık bir yapısı yok filmin. Yutkunmaya başladığınız ve gözlerinizin dolacağı sahneler daha çok son on dakikada mevcut fakat filmin finali bile renkli ve pollyannavari. Emilia Clarke gerçekten çok şirin bir kadın fakat abartılı mimikleri bir süre sonra gerçekten izleyeni yorabiliyor. Öte yandan rolünün hakkını vermiş elbette, keza Sam Claflin de öyle, zira felçli birini oynamak fiziksel açıdan da ruhsal açıdan da zor olsa gerek… Yan karakterler de ellerinden geleni yapmışlar diyebiliriz. Temiz bir yönetim ve sevilen, başarılı oyuncular ile somut olarak elimizde kaliteli bir romantik-dramatik yapım var. Hikayenin umut veren yanı kısmına gelirsek, evet, kasabalı Lou, Will’i tanıdıktan sonra bambaşka biri artık ve bir ölüm belki başka bir yaşamı başka bir yöne sürükledi fakat tekerlekli sandalyeye mahkum birinin ölmeye karar vermesi ne kadar umut verici bir durum, orası gerçekten tartışılır. Günümüzde engelli sporları ve çeşitli faaliyetlerle ilgili o kadar çok yol kat edildi, öyle başarılar elde edildi ve o kadar çok insan hayata bambaşka şekillerde sarılmaktalar ki… Süresi uzunca olan ama bir solukta kendini izleten bu filmi izleyin, sonrasında da çevrenizle tartışın derim, zira lolipop şeker görüntüsündeki romantik dramımızın dayandığı konular hiç de eften püften değil…

Ötenazi tüm dünyada hala tartışmalı bir konu bildiğiniz gibi. Tedavi ile iyileşmesi mümkün olmayan hastaların doğal yollarla ölmeyi beklemek istememeleri hayatlarına son verilmesi için gerekenin yapılması anlamına geliyor ve şu an dünyada Kanada’da, Hollanda’da, Belçika’da, Lüksemburg’da ve Amerika’nın bazı eyaletlerinde yasal. Film her şeyden önce ötenazinin ne derece insan hakkı olduğunu, ne derece doğru bir karar olup olmadığını beyninizde döndürüp durmanızı ve pek de bir sonuca varamamanızı sağlıyor aslında.

Zootopia / Zootropolis: Hayvanlar Şehri

Geçtiğimiz haftalarda Alice Through The Looking Glass/Alis Harikalar Diyarında 2: Aynanın İçinden izleyip olmayan alemlerde, harika diyarlarda, zamansız zamanlarda gezmiş ve hem görselliği hem de içerdiği felsefesiyle beslenmiş, adeta zevkten ölmüştüm. Bu hafta da bir animasyon vasıtasıyla, olmayan ütopik mekanlarda dolaşıp kendimi kaybettim, mutluyum: Zootopia ya da Türkçe adıyla Zootropolis: Hayvanlar Şehri.  Disney yapımı film, Amerika’da bir ay önce vizyona girmişti, bizdeyse bu Cuma (10 Haziran 2016) itibariyle vizyonda.

Animasyon filmler söz konusu olduğunda elbette çizilmiş karakterlere sesiyle can veren dublaj sanatçıları da önem kazanıyor. Bunların popüler isimler olması ise filmin reklam boyutunu zenginleştiren bir unsur ister istemez. Ülkemizde Yekta Kopan, Uğur Yücel, Haluk Bilginer, Tolga Çevik gibi isimleri seslendirme kadrosunda gördüğümüzde o animasyonla ilgili kat kat heyecanlandığımız bir gerçek. Zootopia’nın orijinal seslendirme kadrosunda, başroller diyebileceğimiz tavşan Judy Hopps’u Ginnifer Goodwin, tilki Nick’i ise Jason Bateman seslendiriyor. Bizde ise tavşanımız Aysun Topar, tilkimiz Cem Yılmaz! Filmleri her ne kadar orijinal sesleriyle izlemeyi tercih etsek de, ülke olarak dublaj sanatında başarılı olduğumuz da bir gerçek, ve özellikle de Cem Yılmaz’ın sevimli ve kurnaz tilkiyi çok başarılı biçimde seslendirdiğini, işini düz bir okumayla değil, karaktere ruh katarak yaptığını eklemek isterim. Genel anlamda da bu filmi dublajlı izlemek gayet keyifliydi.

Gelelim filmin kendisine; hem konusuna, hem de teknik başarısına. Filmin senaryo kadrosunda bir ben yokum zaten : Jared Bush, Phil Johnston, Byron Howard, Rich Moore, Josie Trinidad, Jim Reardon ve Jennifer Lee muhteşem lezzette bir iş çıkarmışlar doğrusu. Kahkahalarla güleceğiniz zeki ve güncel esprilerin yanı sıra “şiddete ve sana benzemeyeni  ötekileştirmeye son ver” mesajını hayli yerinde kullanan sağlam bir senaryoya sahip Zootropolis. Yönetmen koltuğunu paylaşan  Byron Howard (Tangled), Rich Moore (Wreck-It Ralph) ve Jared Bush gibi isimlerin bir araya gelişi de yapımda benzer bir sihir meydana getirmiş. Örneğin küçük büyük her türden hayvanın aynı şehri paylaşması aslında gayet karmaşık bir düzen oluşturacakken her hayvanın boyutuna göre onlara özel kapıların, binaların vs tasarlanmış olması, muhteşem bir görsel deneyim haline gelmiş filmde. Yine fragmanlarda da izleyeceğiniz tembel hayvanlı sekanstaki mimikler, farklı karakterlerle oluşturdukları Godfather ve Chinatown göndermeleri sizi gülmekten öldürecek.

Konuya geri dönmek gerekirse, modernleşen ve insanlaşan (evrim geçirerek iki ayak üstünde duran, kıyafet giyerek işe, okula giden vs) hayvanlar dünyasında kasabasında ailesiyle yaşayan tavşan Judy Hopps, haksızlıklara katlanamayan, cesur ve hırslı bir küçük tavşandır.  Hayvanlar dünyasının ütopyası olan Zootropolis’te yaşamak ve polis olmak, orada görevler alarak dünyayı daha iyi bir yer yapmak istemektedir. Boyutundan ve acemiliğinden dolayı başta trafik polisi olarak atanan Judy, bu görevi kendine yakıştıramaz ve kayıp hayvan vatandaşların bulunması için harekete geçer. Bu uğurda karşısına çıkan üç kağıtçı tilki Nick ile işbirliği yapmak durumunda kalır ve fakat Judy ve Nick zamanla iyi arkadaş olacaklardır. Karşılarına çıkan olaylarda ise hayvanlar arasındaki tahammülsüzlük ve önyargılar ortaya çıkacaktır. Polisiye bir animasyon olan Zootropolis hem çok komik, hem çok tempolu ve renkli, hem de çok ciddi konulara değinen,  içi fazlasıyla dolu, bu nitelikleriyle benzerine az rastlanan bir yapım olmuş.

Yabancı basında, filmin insanların ırkçılık, önyargı gibi dertlerini hayvan “cinsleri” üzerinden anlatmanın sıkıntılı tarafları olduğu düşüncesinde olan bazı eleştiriler okudum ama aynı fikirde değilim. Hayvan dostlarımızın her zaman insanoğluyla benzerlik gösteren tarafları olmuştur ve sanat eserlerinde bu her zaman kullanılmıştır. Bana kalırsa “canlı” olmanın, varoluşun kaygıları, tasaları her zaman bir noktada birleşir, bu yüzden, özellikle çocuklara ve gençlere bazı mesajları sevimli hayvanlar üzerinden vermenin sakıncalı olduğunu düşünmüyorum.

Çocuklara da yetişkinlere de bir yandan ırkçılık ve ötekileştirmenin ne olduğunu, öte yandan şiddet, vahşet ve düşmanlıkla, kin ve hırsla hiçbir şeyin çözülemeyeceğini göstermek için didaktik olmayan bir ders niteliğinde. Haftanın en iyi filmlerinden, yılın en iyi animasyonlarından biri. Şimdiden Oscar ihtimali konuşulmaya başladı bile…

Not: Bu yazı filmin vizyon haftasında populersinema.com’da yayınlanmıştır.

 

The Nice Guys / İyi Adamlar

Ryan Gosling ve Russell Crowe gibi iki ismin başrolde olduğunu duyar duymaz zaten The Nice Guys/İyi Adamlar’ı izlemek istemeniz olası fakat filmin yönetmeni de az bir bahane olmasa gerek bunun için: Shane Black. 1961 doğumlu Black, 1986 ve 1989 yapımı Lethal Weapon ve devam filminin senaristi olarak piyasada tanındı. 1987 yapımı Predator filminde rol aldı. Yine 1996’da Renny Harlin yönetmenliğindeki The Long Kiss Goodnight filminin senaryosunu yazdı. As Good as It Gets’te bir barmeni canlandırdı. Nihayet 2005’te Kiss Kiss, Bang Bang filmini hem yazıp hep yönetti. 2013’te değişik bir çıkış yaparak Iron Man 3 projesini üstlendi, serinin bu bölümünü kendisi yazıp yönetti. Genel tabloya baktığımızda içinde kara mizah öğeleri bulunduran gerilim ve suç türünde filmlerle haşır neşir, on parmağında on marifet bir senarist/yönetmen. Dördüncü uzun metraj filmi ise yine elbette kendisinin yazdığı The Nice Guys/İyi Adamlar.

Los Angeles’ta geçiyor hikayemiz, hem de  1970’li yılların sonunda. Başrollerde izlediğimiz iki adamı farklı sahnelerde enteresan dedektiflik başarısızlıkları içinde izliyoruz önce. Ryan Gosling değişik bir aktör. Genel geçer bir yakışıklılığı olmamasına rağmen belirli bir karizması olduğu bir gerçek ve genelde kadınlar tarafından da beğenilen bir oyuncu. Fakat yüzünün, bedeninin karakteristik özellikleri sonucu, kendisine jönlük kadar saflık, pısırıklık, çelimsizlik, beceriksizlik gibi özelliklere sahip roller de inanılmaz yakışıyor ve oyuncunun üzerine belirli bir karakter şablonu yapışmıyor. Murder by Numbers’da gerilimi sonuna kadar hissettirebilen genç adam da oydu, Lars and the Real Girl’deki içine kapanık, problemleri olan Lars da oydu,  Drive gibi bambaşka sularda yüzen bir filmin cool adamı da oydu, The Ides of March gibi politik ve cesur bir filmde başı belaya giren genç ve hırslı kampanya yardımcısı da oydu. Şimdi karşımızda şapşal bir dedektif var. Sarsak, umarsız, beceriksiz, silik bir tip gibi, özellikle başlarda çizilen tablo bu. Aslında içeride başka bir hikaye var, eşini kaybetmiş ve 12 yaşlarında bir kız çocuğu var. Travmaları çok. İşte karakter çözümlemesi yapmamıza imkan tanıyacak kadar içi doldurulmuş bir tipleme çizmesiyle Black de Gosling de farklarını konuşturuyorlar. Dedektif March’ın bu sarsaklığı ve beceriksizliğinin önündeki umursamazlık perdesini aralayıp içerideki hikayeyi gördüğümüzde, karşımızda hatalarıyla güçlü yanlarıyla kanlı canlı bir insan duruyor.

Russel Crowe’un canlandırdığı dedektif Healy de az beceriksiz değil. Ama o March’a nazaran daha görmüş geçirmiş, olgun, kötü giden olaylara rağmen soğukkanlılığını koruyabilen ve son raddede de olsa olayları derleyip toparlayabilen bir adam. Maskülenliği de March’a göre daha önde. Fakat Healy karakteri March kadar üç boyutlu çizilmemiş sanki, ya da bir şekilde Crowe bu role yakışmamış, bir yavanlık var bu işte doğrusu.

Bu iki “budala dedektif”, kayıp bir kızın izini ayrı ayrı sürerken bir porno yıldızının öldürülmesiyle kendilerini içinden çıkılması zor bir kaosun içinde buluyorlar ve birlik olmak durumunda kalıyorlar. Bu birlikten elbette kuvvet doğuyor, iki erkeğin arkadaşlığı üzerinden bir hikaye de örülmeye başlıyor elbette.

Az da olsa Kim Basinger’ı görüyoruz filmde. Aslında kilit bir rolü var ama fazla diyalog yazılmamış. Biraz da iyi olmuş zira şahsen büyük hayal kırıklığı yaşadım. 62 yaşındaki güzel oyuncu, yaptırdığı botokslar yüzünden mimiksiz bir oyuncak bebeğe dönüşmüş. Nerede 1989 Batman’deki Kim Basinger, nerede bu son hali… Belki çok eskiye gittim, 2013’e kadar yer aldığı tüm filmlerinde güzelliğinin yanısıra jest ve mimikleriyle aklımıza kazınan Basinger, bir süredir estetikli haliyle karşımıza çıkıyordu. Bu filmin ise en yapay karakteriydi. Bunda tek suç botokslarda mı, ona da siz karar verin.

Filmin en başarılı karakteri ise March’ın 10 yaşındaki kızı Holly. Avustralyalı oyuncu Angourie Rice, yönetmen ve yazar bir anne babanın kızı olmanın bütün avantajlarını içine çekmiş olsa gerek. 2009’dan beri çeşitli kısa filmlerde yer aldıktan sonra 2014 yapımı uzun metraj These Final Hours filminde de hatırı sayılır bir rol kapmış. Holly filmde vicdanı temsil eden, önemli bir karakter ve 14 yaşındaki küçük kız bu karaktere resmen can vermiş, kan vermiş. Umarım onu yeni projelerde görmeye devam ederiz, büyük bir yetenek.

Yönetmenin 1970’leri resmederken tercih ettiği Retro dokusu, renkler,  yarattığı atmosferler filmi en eğlenceli kılan kısım. Epey uzun süren ev partisi sahnesi sırf renkliliğiyle bile göz boyuyor, kaldı ki aksiyon da, mizah da o sahnelerde dorukta. Mizah demişken, filmin senaristinin, özellikle senaryo konusunda deneyimli ve iddialı bir isim olduğunu bilmesem, birden fazla kişinin elinden mi çıkmış diye sorabilirdim zira filmdeki mizah öğesi yer yer çok zekice işlenmişken yer yer olabildiğince sığ ve anlamsız bir hale dönüşebiliyor. Filmde mizahi diyaloglara baktığımızda, bu konudaki dengenin çok iyi sağlanamamış olduğunu düşünüyorum. İyi Adamlar, döneme ait hava kirliliği protestosu, porno sektöründeki kumpaslar ve benzeri dönemsel sosyolojik meselelere de yer verilmiş bir yapım, zaten boş bir komedi filmi izlediğimizi söyleyemeyiz eleştirileri, alt metinleri olan bir hikaye aslında. Fakat öte yandan filmin esas konusuyla iç içe geçmemiş gibi bu döneme ait eleştiriler ve sosyolojik durumlar, adeta takvimde işaretler gibi, o dönemde bunlar da konuşuluyordu, sorunlar arasında bunlar da vardı demek için konmuş… Sanki senaryoya çok iyi yedirilememiş, içleri boş kalmış. Zira, ee, ne demek istiyorsun diye sorduğumuzda filmin vermek istediği mesajlar yine iyi insan kötü insan, vicdanlı olmak, kazanan kaybeden çerçevesinden pek de ileriye gidemiyor ne yazık ki.

Dönem itibariyle yapımda kullanılan müzikler de çok eğlenceli, 70’lerin, 80’lerin sevdiğimiz parçalarını dinliyoruz, soundtrack albümü sağlam olacaktır. Aksaklıklarıyla da olsa haftanın güçlü filmlerinden, iyi vakit geçireceğinizle ilgili pek bir şüpheniz olmasın.

Not: Bu yazı filmin vizyon haftasında populersinema.com’da yayınlanmıştır.

Ana Yurdu

Senem Tüzen, daha önce kısa filmler çekmiş, ilk kez ise Ana Yurdu adlı uzun metrajıyla festivalden festivale gezmekte, ödüller kazanmakta olan akıllı, duyarlı, cesur bir genç kadın. Ankara Film Festivali’nde bu sene en önemli 6 ödülü topladı geldi İstanbul’a.

Ben festivalin son günlerine yetişmiş ve sadece yabancı filmler izleyebilmiştim, ödül töreninde filmin aldığı ödüller ve Senem Tüzen’in birbirinden cesur ve iddialı konuşmalarını görünce, İstanbul’da koşa koşa Başka Çarşamba etkinliğinde izledim filmi. Yönetmen radyo programıma konuk oldu, orada da sohbet etme şansı bulduk.

Ne kadar da “kadın” bir film! Ne kadar da az örneği! Başrolde iki başarılı oyuncu Nihal Koldaş (son son Seren Yüce’nin Çoğunluk filminde de, Deniz Gamze Ergüven’in Mustang filminde de oyunculuğuna hayran kalmıştım) ve Esra Bezen Bilgin (Ramin Matin imzalı Kusursuzlar’daki performansı unutulmazdı) filmi sırtlıyorlar. Hikaye taşrada geçiyor ve geri kalan karakterler köy halkı, sadece iki erkek görüyoruz filmde topu topu ve sadece bir tanesi ara ara görünüp, görevini yapıp gidiyor aslında. Bunu Senem’e sormayı atladım ama taşra halkını canlandıran teyzelerin gerçekten de o köyün yerlileri olduğunu düşünüyorum, aşırı doğallar ve harikalar!

Filmin konusu şöyle, İstanbul’da eşiyle yaşar ve bir işte çalışırken sancılı bir boşanma  süreci yaşayan, sonunda pılısını pırtısını toplayıp anneannesi öldükten sonra boş kalan taşra evine yerleşerek hep aklında olan o kitabı yazmaya kapanan Nesrin, daha işe güce koyulamaya fırsat bulmadan annesinin uzun ziyaretiyle bir türlü istediği düzeni kuramaz. Annesi görünürde kızını yaşadıklarından dolayı yalnız bırakmamak peşindedir fakat taşranın baskıcı düzeninin içinde konumlanmış klostrofobik bir evde, bozuk yaklaşımlarıyla dünyayı dar eder kızına. Bu dar alanlarda anne-kız yüzleşmeleri karanlık bir hal alacaktır ve karakterlerimiz deliliğe doğru giden bir yolda ilerleyeceklerdir adeta…

radyo programımızdan

radyo programımızdan

Yönetmen, mekan seçimleri, kamera hareketleri ve genel atmosfer kurulumuyla gerçekten gerilimli bir iş çıkarmış ortaya. Renk seçimleri de aynı şekilde bu klostorofobiye yardımcı oluyor. Özellikle kadınları ağlarken, isyan ederken resmettiğinde, genelde yüzlerine odaklanmıyor kamera mesela, başlarının arka kısmından, saçlarına doğru gömülüyoruz adeta bu iki karakterin. Aklıma Black Swan (Siyah Kuğu) filminde Natalie Portman’ın canlandırdığı Nina karakterini sürekli sırtından takip edişimiz geliyor. Bir nevi özdeşleşmemiz isteniyor karakterle, onu karşımıza alıp ona bakmak yerine. Filmin psikolojik yanı bu anlamda çok kuvvetli. Karakter analizleri gerçekten sağlam, annenin de kızın da ne gibi süreçlerden geçip bu psikolojik durumlara geldiğini hissedebiliyoruz.

Filme şahsen tek itirazım hikayenin başlangıcı ile ilgili. Elbette sanat filmlerinde alışık olduğumuz üzere hikayenin her bir noktasının birebir izleyiciye gösterilmesi tercih edilmiyor, bazı noktaları izleyicinin birleştirmesi isteniyor fakat ben yine de Nesrin o köye gelmeden önce ne yapıyordu kısmıyla ilgili seyirciye gereğinden fazla bulmaca çözdürmekle vakit kaybettirilmiş olduğunu düşünüyorum. Üstelik belki küçük flashback’lerle İstanbul’daki yaşamından görüntüler görseydik o zaman taşra-modern kent hayatı kıyaslamalarını ve bunun Nesrin’deki yansımalarını da daha oturaklı bir şekilde resmetmiş olabilirdik kafamızda. 

Filmde anneliğin aslında çok da kutsallaştırılacak bir şey olmadığı altmetnini okuyoruz, ayrıca din ve ahlakla ilgili kalıplaşmış inanç ve bilgilerin eleştirisi de mevcut, hem de cesur bir biçimde. Kadının cinselliği de aslında filmin çok önemli bir konusu, bu anlamda da cesur sahneler mevcut. Son kertede meselesi olan ve bunu korkusuzca dile getirirken sinematografi anlamında da sınıfta kalmayan, olgun bir ilk film var karşımızda. 9 kopya ile vizyonda ne kadar kalacağı ise meçhul, bu yüzden gördüğünüz yerde kaçırmayın derim.

Not: Bu yazı, filmin vizyon haftasında populersinema.com’da yayınlanmıştır.