Polisse

Geçen sene Cannes’da izlediğim ve Jüri Özel Ödülü’nü almasına sevindiğim bir filmdiPolis (Polisse). Ülkemizde de çeşitli festivallerde gösterildi ve vizyona girmesi Temmuz 2012’yi buldu.Polisse, çocukların Polis kelimesini telaffuz ediş biçiminden dolayı bu şekilde isimlendirilmiş. Film, çocuk görüntüleriyle ve çocuk şarkılarıyla başlıyor, sanki yumuşak ve masum devam edecekmiş gibi bir açılış yapıyor ama taş gibi sert gerçeklerle yüzleşmemiz yakın.  Polis merkezinde babasının onu taciz ettiğini kendince anlatmaya çalışan küçük bir kız ve onu korkutmadan sorgulamaya çalışan polis memurlarıyla karşı karşıyayız.

Filmde oyuncu olarak da yer alan güzel yönetmen Maïwenn, gerçek olayları konu alan, sert, rahatsız edici bir ilk filmle karşımızda. Cannes film festivalinde elimize geçen kitapçıktan çevirdiğimiz röportajda yönetmen, izlemiş olduğu bir belgeselden etkilenerek Çocuk Koruma Birimi’nde görev yapan polis memurlarıyla irtibata geçmeye karar verdiğini anlatıyor. Polis memurlarıyla zaman geçirmeye başlıyor duyarlı yönetmen ve yaşanan tüm gerçekleri not alarak bunları filminde kullanmaya karar veriyor. Bu şu demek oluyor: Filmde kimi zaman gözlerimizi kaçırarak izleyemediğimiz, kimi zaman duymamak için kulaklarımızı kapatmak istediğimiz tüm olaylar gerçekten yaşanmış! Tüm o pedofili vakaları, cinsel tacizler, tecavüzler,aile içi şiddet ve ensest hikayeleri… Gerçi buna şaşırmak yersiz, maalesef hem kendi ülkemizde, hem de dünyada yaşanan bu tip olaylar konusunda pek de bilgisiz değiliz, ne kadar kabul etmek istemesek de, bu istismarlar iki adım ötemizde dahi yaşanıyor . Bu anlamda, bence bu konuyu adeta bir belgesel çeker gibi ama dramatik bir yolla bir sinema filmi haline dönüştürme fikri bile yeterince cesur ve takdire şayan bir davranış.

Filmde en çok hoşuma giden yaklaşım, konunun “biz ve onlar” gibi işlenmemiş olması… Filmin argümanı şu ki, bu konuda hepimiz aynı taraftayız. Hepimiz insanız ve insan olmanın getirdiği zayıflıklarla, hatalarla, kötücül yanlarla, eksikliklerle, zaaflarla mücadele ediyoruz. Filmde hiç kimse kahraman değil, hiç kimse stereotip olarak mükemmelleştirilmemiş. Polis memurları tarafından sorgulanan cinsel istismar vakaları sahneleri bir yanda, bu polis memurlarının kendi zaafları, özel hayatlarında yaşadıkları başarısızlıklar, iş hayatının zorluklarıyla mücadele etmeleri, elbette her birinin birer insan olarak, bu vakalardan etkilenişleri ve kendi hayatlarını sorgulayışları, yani hepsinin “insan” yanı, diğer tarafta işleniyor. Bu anlamda aslında filmde derinlemesine işlenen epey fazla hikaye var.

Bazı vakaların çok fazla içine giriyoruz, evlerine konuk oluyoruz, yaşadıkları sıkıntılara şahit oluyoruz, çoğuyla ise sadece ofisteki sorgulama esnasında tanışıyoruz ve bazılarını orada öylece bırakıyoruz, “ne oldu acaba sonra” merakıyla… Bu konuda senaryoda dengede olmayan yerler olduğunu söylemek mümkün. Polis memurlarının ise çoğunun özel hayatlarının çok fazla içindeyiz, eşleri, eski eşleri, evleri, cinsel hayatları, boşanmaları, çocukları, çocuk yapamayışları, içki problemleri, yasak aşkları, hepsiyle inanılmaz derecede yakınlık kuruyoruz ve özdeşleşiyoruz. Fakat burada oyunculuklara ve oyunculuk yönetimine şapka çıkarmak, hatta onları defalarca alkışlamak gerekiyor. Çoğu tanınmış oyuncular ve fakat çoğu filmde karşılaşamadığımız kadar doğal bir oyunculuk burada bahsettiğimiz. Filmin hafif belgeselimsi yanına da hizmet ediyor bu doğal oyunculuk meselesi. Bazı sahnelerde gerçekten de, “bunlar sokaktaki, senin benim gibi insanlar, gerçekten Paris’te yaşayan polis memurları, gerçekten böyle sorunları var ve yönetmen sadece kamerasını onlara doğru tutmuş” gibi bir inançla izliyorsunuz filmi…Maiween filmde çekingen fotoğrafçı Melissa’yı canlandırıyor başarıyla. Çektiği fotoğrafları filmde hiç görmemiş olsak da, Maiween, aslında kendisini kullanarak, filmin mizahını ve romantizmini arttıran bir çizgide, filme gerekli bir karakter yaratmış oluyor.

Zaman zaman mizah dozu artan filmde, trajedi ve komedinin yanı sıra bürokratik ve politik sorunlar da ele alınmıyor değil. Büyük bir sapık olduğunu itiraf ederken, “içeride tanıdıklarım var, bu yüzden bana hiçbir şey yapamazsınız” diyebilen karakterlerin yanısıra, devletin siviller ve polisler üzerinde uyguladıkları bazı politikalar, değinilmeden geçilmemiş.Türk televizyonlarında yıllardır devam eden bir dizi var: Arka Sokaklar. Diğer ülkelerde de benzeri polisiye diziler var elbet ve Maiween’in Polisse’i, aslında biraz bu dizileri de hatırlatıyor, hatta bu filmin hikayesinin devamı olsa, dizi gibi izlenebilirmiş hissiyatı da vermiyor değil, içiçe geçen birden çok önemli, acı tatlı konusuyla. Fakat bu durum, sinema perdesinde izlediğimiz bu filmi değersiz kılan bir yan değil hiçbir şekilde.

Filmin çok trajik ve şaşkınlık verici bir sonu var, bence filmin en çok tartışılacak kısmı da bu olacaktır. “Neden? Ne gerek vardı? Esas konu bu muydu?” gibi… Aslında gerçekten de şok edici ve pek de esas konuya hizmet etmiyor gibi görünüyor ama aslında son sahnede yaptığı kurgu oyunuyla, ne demek istediğini çok net söylüyor bana sorarsanız Maiween. Filmin sürprizlerini ele vermemek adına daha fazla detaya girmeden, birden çok konuyu iyi kötü işlemeye çalışırken ortaya biraz kafa karıştırıcı bir iş çıkmışsa da, sinemayı, izleyiciyi rahatsız ederek gerçeklerle yüzleştirmek amacını doğal bir akışta verebilme yetisine sahip bir filmle karşı karşıya olduğumuzu ve bu yüzden seyircinin bir şans vermesi gerektiğini söyler, filmle aranızdan çekilirim.

Hizmetkar Albert Nobbs

Glenn Close’yi tanımasaydık ve önceden filmle ilgili bir şey duymuş olmadan izleseydik Hizmetkar Albert Nobbs (Albert Nobbs)‘u, şu bir gerçek ki Close bizi çok daha fazla şaşırtmış olacaktı. Kendiliğinden erkeksi ve karakteristik yüz hatlarına sahip olan ünlü oyuncu Close için erkeğe benzemek açıkçası çok da zor olmamış, saçlarının kısa olması, makyaj yapmaması ve takım elbise giymesi yeterli olmuş dış görünüş için. Ama bir karakter olarak Albert Nobbs’a hayat verişi, bana sorarsanız Oscar’lık!

İrlandalı yazar George Moore’un 1918 yılında yazmış olduğu bir kısa öyküden, önce tiyatroya adapte edilen Albert Nobbs, 1980 yılında salonlarda yerini alırken başrol gene Glenn Close’daydı. O günden beri, yani 30 yıldır bu karakterin sinemaya taşınması projeleri için çalışmakta olan Close, ancak 2011’de muradına erebildi.19. yüzyıl İrlandasında kadınların ikinci sınıf muamele görmesi sonucunda erkek kılığına girerek bu acımasız dünyada kendine bir yer edinebilen, erkek görünümüyle mekanlarda garsonluk yaparak bu zamana kadar geçimini sağlamış olan, bu yüzden artık kadınlık nedir bilmeyen, aslında erkeklik nedir onu da bilmeyen, artık neredeyse cinsiyetsiz biçimde sadece hayatını idame ettirmeye odaklanmış bir karakter Albert Nobbs. Filmi izlememiş olanlar için bir sürprizbozan uyarısı vermek durumundayım zira filmle ilgili önemli bir karakter daha var ki bahsedilmeden geçilemez. Nobbs İrlandanın en popüler otelinde garsonluk yaparak ve aldığı bahşişleri odasında gizli gizli biriktirerek kendi hayatını çizmek adına hayaller kurarken bir geceliğine odasını paylaşmak zorunda kaldığı iri kıyım Mr.Page onun gizlenmekte olan bir kadın olduğunu anlar! Nasıl bir tesadüftür ki, Page de aslında, erkek kılığıyla yaşamına devam eden bir kadındır! Hikayenin bu kısmı, “tesadüflere inanırım ama bu kadarı da fazla” dedirten cinsten açıkçası. Fakat Hubert Page rolündeki Janet McTeer’in inanılmaz performansı da, en az Close kadar alkışlanmalık… Üstelik Nobbs karakterine kıyasla kendine daha güvenli, daha hareketli ve konuşkan bir karakter olarak çizildiğinden, filmde kendini göstermesi ve hatta sivrilmesi de daha kolay olmuş diyebiliriz. Page, Nobbs’un hayatında bir dönüm noktası olacaktır, nasıl yaşaması gerektiği konusunda bir fikri olmayan Nobbs, sanki dünyaya düşmüş iki uzaylıdan biriymiş gibi, diğer uzaylının yaptıklarını taklit ederek ancak bu dünyada varolabilecektir. Neden Page de onun gibi kadınlığını saklamış ve yaşamamıştır? Peki nasıl olmuş da başka bir kadınla evlenebilmiştir? Evlendiği nasıl bir kadındır, sahici midir? Hayatlarını nasıl kurmuşlardır? Aynı yollardan o da geçerse mutlu olacak mıdır? Nobbs filmde bu noktadan sonra kendi hayatı ve mutluluğu adına yeni öğrendiği bu yoldan ilerlemek için naif bir çaba gösterecektir.

Filmde bir yandan otelde olup bitenlere de şahit oluyoruz. Page’in karısının dediği gibi, aslında dışarıdan bakıldığında eğlencelidir, otelin içinde yaşananlar. Otel sakinleri, karakteristik özelliklere sahipler. Her biri ya komik, ya gıcık, ya işveli, ya çapkın, ya sarhoş… Üstelik çoğunun herkesten sakladığı sırları var. Evet, aslında tanık olduğumuz tek sırra sahip kişi Nobbs değil, biz ona odaklanarak öykünün etrafında dolanan herkesin sakladıklarına da ufak ufak tanıklık etmiş oluyoruz. Filmde Nobbs’un hayallerindeki karısı, Mia Wasikowska’nın canlandırdığı Helen’dir ama maalesef Helen gönlünü otel çalışanlarından Joe’ya kaptırmıştır. İlginçtir, Joe, içi en dolu yaratılmış karakterlerden biri olmuş. Aslında Helen’i sevdiğine ve onunla Amerika’ya kaçmayı başararak bir hayat kurmak istemesine, fakat gençliği, sorumsuzluğu ve içki alışkanlığı nedeniyle agresif tavırlar sergilemesine, babasından nefretle bahsetmesine ve en korktuğu şeyin babasına dönüşmek olduğuna, bir çocuğu olduğunu öğrendiğinde tam da bu yüzden paniklemesine, önce bu sorumluluğu kabul edip, sonra yapamayacağını söylemesine ve yarattığı kaosa inandırıyor seyirciyi. Fakat bu küçük hikayenin, filmin asıl hikayesine bir katkısı olduğunu söylemek ne yazık ki güç.

Film bir dönem filmi ve aslında dönemin toplumsal yapısını göstermek üzerine daha çok odaklanıyor. Hal böyle olunca, aslında günümüzde bile yaşansa büyük bir marjinallik olarak algılanacak olan, bir kadının erkek olmak zorunda hissetmesi ve kendi hayatını kurmak için başka bir kadınla evlenmenin hayalini kuracak kadar kendinden uzaklaşmış olması şeklindeki psikolojik durumun çok da derinine inilmemiş oluyor. Elbette, kendisini bu duruma düşüren şeyin ta kendisi toplumsal durum zaten fakat sonuç olarak etrafında bir kadın olarak da hayatını idame ettirebilmiş örnekler var. Nobbs tam olarak neler yaşadı da kendisini bu çıkmazın içinde buldu? Bununla ilgili detayları, Page ile bir şöminenin karşısında dertleşirken kısacık paylaşıyor Nobbs ama ne yazık ki karakterin derinliği açısından bu bilgiler yeterli olmuyor. Nobbs’un kurmayı hayal ettiği tütün dükkanını kendi kafasında yaratırken, o hayale bizi de çok başarılı bir şekilde dahil eden yönetmen, keşke aynı teknikle Nobbs’un geçmişine de giderek bizi psikolojik durumunun içine biraz daha sokabilseydi…

Aslında çok fazla inişleri çıkışları olmayan filmde duygusal anlamda en etkileyici sahnelerden biri de, Nobbs ve Page’nin kadın kıyafetleriyle sahilde dolaşmaları ve Nobbs’un kendisini ilk kez bu kadar özgür hissettiğine şahit olduğumuz dakikalardı. Close ve McTeer, filmde gerçekten o kadar erkekleşmişler ki, üzerlerine kadın kıyafetleri giydiklerinde, sanki gerçekten de iki erkek kadın kılığına girmişler ve kıyafetler üzerlerine “doğal olarak” hiç de oturmamış, sakil durmuş gibi görünüyordu.

19. yüzyıl İrlanda’sı fonunda sevgiyi aramayı, kabul görmeyi ve kendini bulmayı anlatmak istiyor Hizmetkar Albert Nobbs, üstelik cinsel eşitsizlik konusunda evrensel bir duruma işaret ederek. Oyunculuk performansları ve cesur konusu ile, izleyip üzerine düşünülmeyi hak eden filmlerden…