KIM DONG-HO SÖYLEŞİSİ

 

Bir vizyoner, bir yönetici, bir öncü. Güney Kore sinemasının yüzünü değiştiren isim.  Türkiye ve Güney Kore arasındaki diplomatik ilişkilerin başlamasının 60. Yıldönümü vesilesiyle festival kapsamında  Kim Dong-ho’ya Yaşam Boyu Başarı ödülü verildi. 1996 yılında Busan Film Festivali’ni kuran Kim Dong-ho’ya Malatya’da yabancı basın ataşeliği görevim kapsamında sorularımı yönelttim. Röportajımız filmneweurope sitesinde ingilizce olarak yayınlandı, buradan okuyabilirsiniz, Türkçesi ise aşağıda:

  • 1960’lardan itibaren Güney Kore’de kültür bakanlığında çeşitli pozisyonlarda görev aldınız ve bölgenin kültür sanat  hayatına katkılar sağladınız. 1980’lerden itibaren ise film endüstrisinde yöneticilik yaptınız. 1990’da Eda Busan Film Festivali’ni kurdunuz, NETPAC’in de kurucularından birisiniz.Güney Kore sinemasının dünya çapında tanınmasında büyük katkılarınız var. Bu yıl Türkiye ve Güney Kore arasındki diplomatik ilişkilerin 60. Yıl dönümü vasıtasıyla  7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde Dostluğun 60 yılı başlıklı bir bölüm var. Siz de bu yılki festivalde yaşam boyu başarı ödülüne layık görüldünüz. Duygularınızı öğrenebilir miyiz?

Bu senenin Türkiye-Güney Kore ilişkilerinin 60. Yılı olması ve  bu yıl 22 yıl önce kurduğum Buran Film Festivali’nden emekli olmam, bu anlamlı ödülü benim için daha da anlamlı kıldı. Çok değerli. Onur duyuyorum.

  • Bir film festivali organize etmenin tüm inceliklerine ve detaylarına hakimsiniz. Dünya çapında pek çok büyük festivalde de yer aldınız. Elbette genel geçer belirli büyük festivallerin hangileri olduğu belli ama sizin deneyimlerinize göre sizin en başarılı bulduğunuz film festivalleri hangileri ve bu başarılarını neye borçlular?

Güzel filmleri özenle seçmek, doğru konukları seçmek, onları en profesyonel biçimde ağırlamak, canlı, dinamik ve geniş bir izleyici kitlesi oluşturabilmek başarılı bir film festivalinin olmazsa olmazları. Cannes ve Berlin Film Festivalleri şüphesiz dünyanın en başarılı festivalleri, kapsayabildikleri geniş çerçeve bunu sağlıyor elbette; hem dünya çapından katılımın genişliği, hem gösterilen filmlerin çeşitliliği bağlamında düşünebiliriz bunu.

 

  • Bir ülkenin kendi filmlerini ve film üreticilerini dünyaya tanıtması için neler yapması gerekir? Özellikle Art house filmlerin kendi izleyicisini bulması için nasıl yollar çizilmeli?

Her şeyden önce, bir ülke kendi sinemasına sahip çıkmalı, sinemaya değer verdiğini göstermelidir, oyuncularına, yönetmenlerine de aynı şekilde. Daha sonra sahip oldukları üretimleri dünyaya sunmak için festivaller organize etmeliler ve dünya çapındaki festivallere katılım göstermeliler, bu alışverişler yaşanmalı. İlk aşamada para kazanmayı amaçlamayan sanat sineması, sadece sanat sinemasıyla ilgilenenlere değil, tüm izleyicilere seslenebilmeyi hedeflemelidir. Gösterim şansı bulmalı ve tüm sinemaseverlere kendisini anlatabilmeli, bir anlamda seyirci “alıştırılmalı”. Belediyeler, valilikler film gösterimlerini desteklemelidir. Önce, gerçekten iyi ve kaliteli filmler kendi ülkelerinde yerini, değerini bulmalı, böylelikle dünyayı dolaşması da daha kolay olur. Bu arada iyi bir filmin önce iyi bir senaryoya sahip olması gerektiğini, ikinci olarak oyuncuların gerçekten iyi olmalarının şart olduğunu ve üçüncü olarak da elbette iyi yönetilmesi gerektiğini eklemek isterim.

  • 22.Busan Film Festivalİ geçtiğimiz ay gerçekleşti. Malatya’da yarışmakta olan Daha filmi Busan’da da gösterim şansı buldu. Festivaldeki ödül kabul konuşmanızda da değindiğiniz üzere Nuri Bilge Ceylan,  Yeşim Ustaoğlu gibi isimler festivalde bulundular. Siz Türk sinemasını da Güney Kore’de tanıtmak için her zaman emek verdiniz. Türk sineması ve Türk yönetmenleri hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Evet, 1996’da kuruldu. Geçen ay 22’si gerçekleşti. Baştan beri amaç Asya’lı yeni yönetmenleri dünyaya tanıtmaktı. Festivalin zamanla gelişen sürecinde çok güzel projelerimiz ve programlarımız oldu. Asya’dan yeni yönetmenler keşfettik ve festivale katılımlarıyla dünyaya açılmalarını sağladık. Yapımcıları da yönetmenleri de her şekilde destekledik, böylelikle projelerinde başarılı oldular. Yapım öncesi süreci de post prodüksiton süreçlerini de destekleyici fonlar oluşturduk. Buna da Asya Proje Pazarı dedik. Asya’da sinema okulları yetersiz olduğundan film yapan ekiplere 3 haftalık ücretsiz eğitimler verdik. Festivalden ders alıp gerçekleştirilmiş filmler Cannes’a davet edildi, bu sebeple pek çok film Asya’dan Busan’a gelip katıldı. Bu şekilde de Asya’nın en önemli film festivali haline geldi Busan.

  • Onur Saylak imzalı Daha bu sene Busan’da gösterildi. Yeşim Ustaoğlu, Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenler de daha önce festivalinize katılmıştı. Festivalinizde Türk sinemasını her zaman desteklediğinizi biliyoruz. Siz nasıl buluyorsunuz Türk sinemasını?

Kişisel fikrim şu ki, Türk sineması çok başarılı. Çoğu film Türkiye’yi kültürel ve tarihi açıdan çok başarılı bir şekilde anlatıyor aslında. Oyuncular da çok başarılı, bazıları dünya çapında da da tanınıyor. Kalandar Soğuğu filmini özellikle çok beğendim, yönetmeni bence gelecek vadediyor. Dünya çapında gezdiğim festivallerde Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu isimleri de hep kulağıma çalınıyor. Bu yönetmenler ve filmler artık dünya çapında farkedildiler.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali Sona Erdi

2011, 2012 ve 2015 yıllarında Beyazperde.com’un editörü ve genel yayın yönetmeni olarak katılım gösterdiğim Malatya Uluslararası Film Festivali’nin yedincisinde festivalin yabancı film ataşesi olarak görev aldım. 9 gün boyunca Malatya’daydım ve festivalin açılış gecesinden itibaren kapanıştaki ödül törenine kadar tüm festivali takip ettim. Film gösterimleri, film sonrası çok değerli ulusal ve uluslararası yönetmenlerle, ekiple söyleşiler, özel paneller. Festivalin en önemli noktalarını ön plana çıkarıp bunları İngilizce olarak basın bülteni haline getirip Film New Europe ekibiyle paylaştım. Her gün bir, bazen iki haberimiz yayınlandı. Festivalin direktörü Suat Köçer, program direktörü Alin Taşçıyan ve festivalin yaşam boyu onur ödülüyle onurlandırdığı Kim Dong-ho ile röportaj yapma şansım da oldu. Yaptığım haberlere buradan ulaşabilirsiniz. Kim Dong-ho ile yaptığım röportajı ayrıca Türkçe’ye çevirip paylaşacağım.

Gelelim bu yoğunlukta çalışırken izlediğim filmlere ve festivale dair izlenimlerime. Festival başlamadan basın çalışanı olarak izleyebildiğim bir kaç film olmuştu, bunlar Mavi Sessizlik, Kırık Kalpler Bankası, The Other Side of Hope ve Eksi Bir oldu. Aki Kuarismaki imzalı The Other Side of Hope, gerçekten muhteşem bir film. Diğer filmler ne yazık ki çok başarılı bulduğum örnekler olmadı. Festivalde ise, programdan ilk izleme şansı bulduğum film Halit Refiğ anısına gösterilen Teyzem (1993) oldu. Senaryosunu çok sevgili Ümit Ünal’ın yazmış olduğu, özellikle dönemine göre, psikolojik katmanıyla oldukça farklı ve özgün bir çalışma olan Teyzem’i küçük yaşlarımda izlemiş, Umur karakteri, filmin müzikleri, Müjde Ar’ın halleri aklıma kazınmıştı, çok etkilenmiştim. Yıllar sonra beyazperdede yeniden izlemek müthiş bir keyifti doğrusu, sonunda da gözlerim doldu. Gösterim sonrası Suat, Hülya Koçyiğit, Ümit Ünal ve Halit Refiğ’in eşi Gülper Refiğ ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Yaşadığımız toprakların tarih ve kültürü birikiminin çok değerli olduğuna inanırdı diyen Gülper Refiğ, “Halit, aykırı biriydi, bir düşünce adamıydı ve bu ülkede yaşayan insanların erdemli insanlar olduğunu düşünürdü.” sözleriyle eski eşinden bahsetti. Hülya Koçyiğit, Halit Refiğ sayesinde oyunculuk hayatının en farklı rolünü oynadığını belirtti. “Karılar Koğuşu” filmindeki Töze rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülü kazandığını da paylaşan Koçyiğit, 1960 ihtilalinin anlatıldığı ve senaryosunun Refiğ tarafından yazılan “Şeytan Aldatmacası” adlı sinema filmi üstünde çalıştıklarını, ancak bu filmin çekilemediğini, özellikle bu dönemde bu senaryonun sinema diliyle anlatılmasını ve Türk sinema tarihinde kalıcı yerini alması gerektiğini düşündüğünü söyledi. “Teyzem” filminin senaristi, yönetmen Ümit Ünal ise 21 yaşında birlikte çalışmaya başladığı Halit Refiğ için şunları söyledi: “Önemli yönetmenlerle çalıştım ama kültürel birikim açısından çok derin bir insandı. Gerçek bir yazar ve entellektüeldi.  Halit Refiğ’den çok şey öğrendim ve hayatım boyunca da öğrendiklerimi hep uyguladım. O benim hep ustam oldu” dedi.

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok ses getiren 1998 yapımı ‘American History X / Geçmişin Gölgesinde’ filminin yönetmeni Tony Kaye ve filmin yapımcısı John Morrissey deneyimlerini paylaşmak için “Ustalık Sınıfı”nda bir araya geldi. Tony Kaye, elinde gitarı, bizlere spontan şarkılar üreten çocuksu, içinden geleni söyleyen bir yapıda konuşurken, John Morrissey onu ve anlattıklarını toparlayan bir yapıda devam etti konuşmalarına. Herkesin kendisine inanması gerektiğinin ısrarla altını çizen Kaye; “Karmaşık bir yapım var, 65 yaşındayım. Kendime inanma sürecim yeni başladı. Sürekli bir deneyim yaşıyoruz. Bu deneyimler de çok kıymetli” diye konuştu. İkili, zamanında Edward Norton ile yaşadıkları sorunu da açık ve net bir şekilde bizlerle paylaştı. Bu çılgın ustalık sınıfı (masterclass) ile ilgili detaylı notlarıma sinemia‘daki haberimden ulaşabilirsiniz.

7.Malatya Uluslararası Film Festivali’nin, Türkiye ve Güney Kore arasındaki bağın kurulduğu Kore Savaşı’nın 60. yıl dönümünü münasebetiyle hazırladığı “Dostuluğun 60 Yılı” seçkisinde, Güney Kore sinemasında kendine önemli bir yer edinen az sayıdaki kadın yönetmenlerden biri olan Jeong-Hyang Lee’nin katılımıyla “Eve Dönüş / Jibeuro” adlı film gösterildi. Tek kelimeyle muhteşem bir film, izlemediyseniz lütfen bir şekilde bulun ve zaman ayırın. “Eve Dönüş” köyde yaşayan dilsiz anneannesinin yanına bırakılan küçük bir oğlan çocuğunun köye, teknolojiden uzaklığa, yokluğa ve anneannesine alışma sürecini anlatıyor.

 

Gösterime aynı zamanda Busan Film Festivali Program Direktörü Soue-Won Rhee ve festivalin bu yılki Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nün sahibi Busan Film Festivali Onursal Başkanı Kim Dong Ho katıldı. Şöyleşiye katılan Busan Film Festivali Program Direktörü Soue-Won Rhee, Kore sinemasının dünyada ilgi görmesi hakkında “Kore’de çok güçlü bir film sektörümüz var.  Kore’de şu an çeşitli tarzlarda ve farklı kesimlere hitap edebilecek filmler üretiliyor. Sanat filmlerinin yanı sıra evrensel duyguların yer aldığı ve bu yüzden geniş kitlelerin dikkatini çeken filmler de çıkıyor. Dolayısıyla Kore Sineması gücünü çeşitliliğinden alıyor.” diye ekledi.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali, Ulusal Yarışma bölümü filmlerinden, “İşe Yarar Bir Şey” filmini ve ekibini ağırladı.Filminin gösterimi yönetmeni Pelin Esmer, oyuncularından Ayşenil Şamlıoğlu’ nun katılımıyla gerçekleşti. Yılın kanımca en iyi Türk filmlerinden olan İşe Yarar Bir Şey ile ilgili söyleşide Esmer, “İnsanı düşünmeye sevk eden bir senaryo oldu. Barış Bıçakçı ile içimizden geldiği gibi yazdık. Öyle örnek aldığımız bir karakter olmadı” dedi.

Festivalde izlediğim bir başka değerli film Kuzey Afrika kültürünün zenginliğini filmlerine yansıtan ve uluslararası jüriye başkanlık eden usta yönetmen Nacer Khemir’in restore edilerek Venedik Film Festivali Klasikler bölümünde de gösterilen 1984 yapımı ilk uzun metrajlı filmi Çöl İşaretleri oldu. Gösterimin ardından Uluslararası Film Program Direktörü Alin Taşçıyan’ın moderasyonunda Nacer Khemir ile bir de söyleşi gerçekleşti. Alin Taşçıyan’ın “Eski dünya sinemasında böyle bir tarz görülmemişti, kendi tarzın hakkında ne söylersin? sorusu üzerine Khemir; “Sinemada çeşitli modeller vardır.
Mesela, Amerikan sinemasının temel modeli Western’dir. Ben kendi filmlerimi, kendi
üslubumu ararken kendime, anneme, büyükbabama yani aileme benzeyen, onları
anlatabileceğim bir dil aradım. Bir yönetmen üslup aradığında kendisini en iyi şekilde
yansıtabileceği bir şekil arar, bir maske aramaz. Çocukken güzellik ve umut
aramamız öğretildi bize. Bu yüzden anlattığımız öyküler acılı bile olsa buna uygun
bir dil bulmamız beklenir. Günümüz dünyasında iki temel baz alınıyor, şiddet ve şok
etkisi yaratma. Bence dünya o kadar kötü ki sinemada da ekstra şok etkisine ihtiyaç
yok.”diye yanıt verdi. Usta yönetmen sözlerine şöyle devam etti; “Çocuklara sevmeyi değil korkuyla yaşamayı öğretiyoruz, ne yazık ki. Ben sinemamda çocuklara gelecek için sevgi ve umut aşılamak istiyorum. Oysa maalesef sevgi pazarlama gücü olan, satan bir şey değil.”

Filminin sonunun neden açık uçlu olduğunun sorulması üzerine Khemir: “Ben
doğrudan politik anlatı yaparsam tiyatroyu tercih ediyorum. Sinemada da şiirsel üslup
tercih ediyorum. Amerikan yönetemi manipüle ederek, yönlendirerek olur, ben
konukseverliği tercih ediyorum. Ve seyircime kendi yerimi bırakıyorum.” diye yanıt
verdi.

Sinemaseverlerin oldukça yoğun ilgi gösterdiği söyleşide “Benim derdim bedenleri
değil, ruhları kurtarmak, bu yüzden gerçekçi bir hikayeler anlatmıyorum. Ben filmlerimde ruhun kaybettiklerinden bahsediyorum” diyen Khemir’in filmleri genelde Binbir Gece Masalları ile kıyaslanan, Arap ve Fars kültürlerinin masal geleneğinin ve tasavvuf felsefesinin sinema diline aktarılmış hali olarak yorumlanan filmler. Böyle özgün ve başarılı bir yönetmenle festival sayesinde bir araya geldiğimiz için şanslıydık.

Bir başka şansımız da İran sinemasının büyük ustalarından Rakhshan Banietemad idi festivalde. en sevilen filmlerinden Rusari Abi / Mavi Yaşmaklı’nın restore edilmiş versiyonunu ilk kez Malatya izleyicisiyle buluşturmanın heyecanını yaşayan Banietemad, gösteriminin ardından Yeşil Sineması’nda Malatyalı sinemaseverlerle buluştu ve soruları yanıtladı. Filmi, başrol oyuncusu Fatemeh Motamed-Arya ile birlikte izleme şerefine eriştim. Gerçekten çok keyifli bir buluşmaydı.

Katılma şansına kavuştuğum bir başka film sonrası söyleşisi ise Kırgız yönetmen Aktan Arym Kubat söyleşisiydi. Festivalde yarışan filmi Centaur‘u izledikten sonra kendisine sorularımızı yönelttik.  Yönetmen filmdeki durumların ülkesinde yaşanan gerçek durumlar olduğunu dile getirdi. Filmde İslam’a bir eleştiri mi var sorusunu yanıtlayan yönetmen, kesinlikle İslam’a değil, İslam’ı yanlış yaşayanlara bir eleştiri getirmek istediğini açıkladı. Ülkesinde bir Arap baskısı olduğunu anlatan Kubat, senaryosunda iyi kalpli yalnız bir karakter üzerinden bu gerçekleri yansıtmak istediğini vurguladı.

Semih Kaplanoğlu‘nun çok tartışılan Buğday filmi de  festival kapsamında Malatya’da seyirciyle buluştu. Ulusal yarışma bölümünde yer alan filmin gösterimi filmin yönetmeni Semih Kaplanoğlu’nun katılımıyla  Avşar Sinemaları’nda gerçekleşti. Gösterimin ardından İhsan Kabil’in moderasyonuyla gerçekleşen söyleşide Kaplanoğlu izleyicilerin sorularını yanıtladı. Kaplanoğlu, “bu filmi yaparken insana döndüm. Büyük bir tüketim ve bozulma hali yaşıyoruz. Şikayet ediyoruz, sürekli. Bizim yaşama şeklimiz ve halimiz yaratıyor, tüm bunları ve iklimler değişiyor. Bu film insanlığın ve benim yaşadığım sorunların, çelişkilerin filmi. Inancımız var ama doğamızı perişan ediyoruz” dedi. Yönetmenin son dönemde iktidara olan yakınlığı ve bu filmde de bilim ve dinin kıyasında propoganda yapan bir söylemi olduğu eleştirileri bolca tartışılıyor. Şahsen filmi yönetmenin iktidara yakın duruşu bilgisinden bağımsız bir biçimde izledim ve filmden çok etkilendim. Kehf suresinde geçen Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın yolculuğuna dair “Buğday mı Nefes mi” sorusunu içeren kıssayı siyah-beyaz bir bilim-kurgu olarak,  karanlık, distopik bir tablonun içerisinde harmanlaması nereden bakarsak bakalım Türk sineması için çok farklı ve iddialı bir örnek. Görüntü ve sanat yönetimi göz kamaştırırken senaryonun metafiziksel derinliği de filme bambaşka bir tad veriyor. Oyunculuklarda, bazı sahnelerin ruhunda hiç mi eksikler, göze batan durumlar yoktu, elbette vardı. Ayrıca elbette senaryonun, bilim bir yere kadar, önemli olan dindir ve tüm sorunları da o çözer gibi bir anlatımı olduğu penceresinden baktığınızda filmin yönlendirici ve propagandist yaklaşımı rahatsızlık verici bulunabilir fakat kanımca bu konuları tartıştırması açısından bile değerli bir yapım. Yönetmenin filmin galasının Beştepe’de yapılması da kesinlikle hoş bir hissiyat uyandırmıyor fakat esere mümkün mertebe yönetmenin siyasi yakınlıklarından uzak bir bakışla bakmaya çalışıyorum. Bunu saflık olarak değerlendirenler çıkabilir, ya da benim de yanlı olduğumu düşünenler olabilir fakat ben, iktidara kendisini epey uzak hisseden ve Semih Kaplanoğlu’nun önceki filmlerini şahsen çok beğenmeyen, kendisini yakın hissetmeyen bir sinema yazarı olarak kendi yaklaşımımın arkasındayım. Filmin oturulup saatlerce tartışılası konuları olabildiğince derinlikli bir biçimde işlemiş olması ve sinematografik açıdan cesareti, yenilikçiliği, olgunluğu beni bu filmi ciddiye almaya itiyor.

2001 yılında Kinyas ve Kayra romanıyla keşfettikten sonra yıllar boyu çıkan tüm kitaplarını koşarak edinip su içer gibi okuduğum roman yazarı Hakan Günday’ın Daha adlı romanından uyarlanmış film Daha’nın gösterimi de filmin yönetmeni Onur Saylak ve ortak yapımcısı Ziya Cemre Kutluay’ın katılım gösterdiği söyleşi ile devam etti. Ay Yapım ve b.i.t arts ortak yapımcılığında gerçekleşen DAHA; yurtiçi ve yurtdışında katıldığı festivallerden ödüllerle dönüyor. 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde yarışan Daha, festival jürisi tarafından “En İyi Film” ödülü de dahil olmak üzere dört ödüle layık görüldü. Filmde performansıyla dikkat çeken genç oyuncu Hayat Van Eck, Jüri Özel Ödülü ve Umut Vaadeden Erkek Oyuncu ödüllerini kucaklarken filmin başrol oyuncularından Ahmet Mümtaz Taylan da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Şahsen uyarlandığı romana olan sevgimden dolayı daha çok etkileneceğimi düşündüğüm bir film olduğu için hafif bir hayal kırıklığı yaşasam da mülteciler/göçmenler meselesini ele alışı, Feza Çaldıran’ın elinden çıkma, oldukça başarılı sinematografisi ve başarılı oyunculuklarla çıtanın üstünde bir Türk filmi şüphesiz.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali yarışma sonuçları için tıklayın.

Festival için yaptığım söyleşileri de ayrıca blogumda paylaşıyor olacağım.