8. Malatya Film Festivali Ödülleri Sahiplerini Buldu

2010’dan beri gelişerek devam etmekte olan Uluslararası Malatya Film Festivali‘ne basın mensubu olarak katıldığım yedinci senemdi benim de. Geçtiğimiz sene çok değerli sinema yazarı Alin Taşçıyan‘la birlikte çalışarak festivalin yabancı basın ataşeliği görevini de üstlenmiştim ve bu kapsamda Film New Europe sitesine İngilizce haberler ve röportajlar hazırlamıştım. Bu sene ise Psikesinema dergisi için röportajlar yapmak ve Ters Ninja için film eleştirileri yapmak üzere festivale katıldım.

Açılış törenine yetişemedim. Cem Yılmaz, Perran Kutman, Şener Şen gibi çok değerli ve kişisel olarak da çok sevdiğim isimler vardı açılışta fakat ne yazık ki hemen dönmüşler. Keşke biraz röportaj, biraz fotoğraf verselerdi. Sağlık olsun yine de gelişleriyle festivale değer kattılar kuşkusuz.

Yedi senedir Mustafa Kemal Atatürk‘ün ölüm yıldönümünde Malatya’dayız. 9 Kasım’daki açılış töreninde hiç değinilmemiş duyduğum kadarıyla, üzüldüm doğrusu.

10 Kasım’da 09.05’te  1 dakika saygı duruşunda bulunup kahvaltıya indim ve sinema yazarı arkadaşlarımla buluştum. O gün programda Atıf Yılmaz’ın 1979 yapımı Ne Olacak Şimdi filminin olduğunu öğrendim ve aşırı mutlu oldum.

İzlediğim ilk film Shin Dongseok imzalı Güney Kore yapımı Son Çocuk/Last Child idi. Çok başarılı bir filmdi, eleştirisini Ters Ninja’ya yazdım, linkten okuyabilirsiniz. Bu filmden çıkar çıkmaz koşa koşa Ne Olacak Şimdi’nin gösterimine yetiştim. Filmi 8 sinema yazarı arkadaş birlikte izledik, Malatya Sanat Merkezi’nin salonunda olduğundan olsa gerek, başka kimse yoktu, kendi aramızda konuşa konuşa ve kahkahalarla gülerek izlediğimiz için mutluyduk ama festival takipçilerinin de mekandan dolayı eksik bilgilendirildiklerini ve kaçırdıklarını düşünüp bir o kadar üzüldük. Hatta Gizem (Ertürk), filmin ardından Cem Yılmaz’ın moderasyonunu yaptığı bir Şener Şen&Perran Kutman söyleşisi güzel olmaz mıydı dediğinde gerçekten de gözümün önüne muhteşem bir etkinlik geldi, umarım ilerde yapılır böyle bir şey, bence harika bir fikir.

Akşam ise Mustafa Karadeniz imzalı Çınar adlı yerli yapımın film gösterimi sonrası moderasyonu bendeydi. Çınar, Kars’ın Sarıkamış bölgesinde yoksulluk içinde yaşayan bir karı kocanın engelli çocuklarıyla yaşadıkları hayatı resmediyor. Kendi hayat hikayesiyle yaşanan başka bir hikayeyi birleştirerek bu hikayeyi çekmeye karar veren Karadeniz, evlerinde dört duvar arasında mahsur kalan engelli gençleri yüreklendirmeyi, inandıkları zaman neler başarabileceklerini gözler önüne sermeyi amaçladığını ifade etti. Bir ilk film olarak küçük hataları olsa da ilgiyle izleten, oyunculuklarıyla, dekoruyla, Sarıkamış’ın coğrafi özelliklerini sinematografik olarak olabileceği en iyi şekilde kullanışıyla umut vaadeden bir ilk film olduğunu düşünüyorum. Mustafa Karadeniz ilk filmini çekmiş olsa da, sektörde yıllardır belgeseller, klipler çeken, yapımcılık yönü de olan, deneyimli bir yönetmen. Çınar başka ülkelerde de gösterilmiş, yolculuğu ve katılacağı festivaller de devam ediyor. 8. Malatya Film Festivali’nde ise film Kemal Sunal Halk Jürisi En İyi Film Ödülü‘ne layık görüldü. Mustafa Karadeniz ile yaptığım röportajı önümüzdeki sayıda Psikesinema‘da okuyabilirsiniz.

Festivallerde bir süredir yapılmaya başlayan, uzun metraj öncesi kısa metraj izleme uygulamasından çok memnunum doğrusu. Bence vizyonda da yapılması gereken bir durum bu. 11 Kasım’da izlediğim ilk film Mahmoud Samir ve Youssef Mehmoud imzalı 15 dakikalık Red Velvet isimli kısa film oldu.

Arkasından festivalde yarışan filmlerden Hollandalı yönetmen David Verbeek imzalı An Impossibly Small Object‘i izledim. Taipei sokaklarında küçük bir kızın fotoğrafını çeken profesyonel bir fotoğrafçıyı canlandıran yönetmenin kendisi, Verbeek de zaten aynı zamanda profesyonel fotoğrafçı. Film Taipei ve Amsterdam’da bize üç farklı hikayeyi anlatıyor, farklı, deneysel, meditatif bir film olduğunu söyleyebilirim. David Verbeek festivale katılamamıştı ama ben ona sorularımı e-posta yoluyla ulaştırdım ve anında cevaplarımı da aldım, kendisine buradan teşekkürlerimi sunarken, bu röportajı da Psikesinema‘da okuyabileceğinizi belirtmiş olayım.

Günün son filmi ise benim için ilk iki filmini hayranlıkla izlediğim için çok merakla ve heyecanla beklediğim Mahmut Fazıl Coşkun‘un filmiydi: Anons. Venedik Film Festivali’nde açılışını yapan film, oradan ödülle dönmüştü. Ama Anons’tan önce Anıl Gündoğan imzalı Hikayeci isimli kısa filmi izledik. Filmin müziklerini de arkadaşım Feridun Emre Dursun yapmış, buradan selamlar ve ellerine sağlık diyelim.

Uzak İhtimal” ve “Yozgat Blues” filmlerinin ödüllü yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun, Anons‘la bu kez 1963 yılının Mayıs ayında yaşanan darbe girişimini kendine has kara mizah diliyle başka bir anlatım haline getirmeyi tercih etmiş. Başrollerini Ali Seçkiner Alıcı, Tarhan Karagöz, Murat Kılıç ve Şencan Güleryüz’ün paylaştığı filmin senaryosunu Mahmut Fazıl Coşkun, Ercan Kesal ile birlikte kaleme almış. Filmden çok keyif aldım, bitsin istemedim açıkçası. Estetik açıdan daha farklı, daha olgun bir Mahmut Fazıl Coşkun filmiyle karşı karşıyayız, bir kara film gibi başladığını da söylemek lazım filmin, bunun yanısıra konu itibariyle de belki daha ciddi gibi gözüküyor diğer filmlerinden ama aslında tam tersi, mizahi yaklaşımı en yüksek olan filmi doğrusu. Anons filmi, Malatya Film Festivali’nde Altın Kayısı’nın sahibi oldu. En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi sanat yönetmenliği, en iyi görüntü yönetmenliği ve SİYAD en iyi film ödülü ANONS’un oldu. Yönetmenle yaptığım röportajı da Psikesinema’da okuyabileceksiniz.

12 Kasım sabahı ise önemli bir gündü: Nuri Bilge Ceylan ile MasterClass. Katılım tabii ki yüksekti, hem basından, hem de halktan çok fazla kişi katıldı etkinliğe. Fakat Master Class, yani ustalık dersi/sınıfı dediğimizde aslında beklenen Nuri Bilge Ceylan gibi alanında yetkin bir isim tarafından, katılımcıların bu alanda beceri kazanmasına yönelik uygulamalar yapılmasıdır. Bizde ise henüz bu ustalık sınıfı denen etkinlik soru cevap söyleşi şeklinden ileriye gidebilmiş değil ve yine öyle oldu. Üstelik maalesef etkinliğin moderasyonunun da (Mehmet Eryılmaz) çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Bir ustalık sınıfında konuşulması gayet basit kaçan, vakit kaybı olan sorular vardı ne yazık ki. Fakat Nuri Bilge Ceylan her soruyu büyük bir samimiyetle yanıtladı, ona lafımız yok 🙂

Özetlemek gerekirse – tabii bu benim kişisel olarak ilgimi çeken kısımları söyleşinin- Nuri Bilge Ceylan çoğu demecinde ifade ettiği gibi yine sinemanın, yönetmenliğin, senaryo yazmanın, oyuncu yönetiminin belirli kurallara sığamayacağından, en azından kendisinin böyle çalışmadığından bahsetti. Hiçbir zaman kendinden emin bir yönetmen ya da insan olmadım, filmin son anına kadar hep kaygılarım, şüphelerim, acabalarım oldu dedi. Bu böyledir, şu şöyledir gibi net yargıları olmadığının altını çizdi sürekli, hiç umulmadık oyunculardan çok farklı performans alabilineceğini, şu an tanıyıp hiç dikkatini çekmeyen birinin yıllar sonra çok dikkatini çekebileceğini, hala okumadığı ve izlemediği ya da çok geç okuyup izlediği için çok pişman olduğu kitap ve filmler olduğunu söyledi. Rus edebiyatından ve sinemasından etkilendiğini her zamanki gibi yineledi. Sinema yapan birinin bir yeri durumu ya da kişiyi anlatırken kendi öznelliğini katmadan anlatamayacağı için, ortaya çıkan sanat eserine dair bütün fikirlerin de doğru olacağını çünkü herkesin kendi gözüyle değerlendirebileceğini, nesnellik içinde sinema yapılamayacağını düşündüğünü söyledi. Bir filmi çekip bitirdikten sonra zihnen çok çok yorgun hissettiğini ve bir daha böyle bir yükün altına girmek istemeyeceğini, sinemayı bırakacağını hissettiren düşüncelere girdiğini, ama daha sonra bir fikrin onu heyecanlandırıp adeta bedenini ele geçirip yine o enerjiyi ona vererek harekete geçirdiğini, aksi takdirde sinema yapılamayacağını söyledi. Beni en çok etkileyen bölüm ise şu oldu, aşağı yukarı şöyle ifade etti kendi yaklaşımını:

İnsan kimselere itiraf edemeyeceği düşünce ya da deneyimlerini film üzerinden bir karaktere yığarak kendini sağaltabilir, sorulsa ben öyle düşünmüyorum ki, karakter öyle düşünüyor diyerek de işin içinden sıyrılabilir, bazen kendimize bile itiraf etmediğimiz düşünce ya da deneyimlerimizi aktarırız film yoluyla. Bu anlamda filmlerim itiraflarımdır elbette ama kendime ait olan düşüncelerimin karşıt görüşlerine genelde suçluluk duymamak için daha da çok ifade hakkı veririm filmlerimde. İnsanın bu itirafları yapması gereklidir, çünkü ancak insan doğasıyla ilgili bilgilere, içimizdeki tüm düşünceleri açığa çıkararak ulaşabiliriz.

Aynı günün akşamı Mani Haghighi imzalı A Dragon Arrives adlı filmi izledim. İran yapımı bu film 1965’te geçiyor. Polisiye ve dram türlerini birleştiren ilginç film, bugünle geçmiş, mitlerle gerçekler arasında dolaşıyor.Yönetmenin beşinci uzun metraj filmi olan A Dragon Arrives, Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışmıştı. Estetik ve özgün bir sinema örneği. İran sineması yine muazzam şaşırtıcı.

13 Kasım günü Mahmut Fazıl Coşkun röportajından sonra akşam Aga adlı filmi izleyerek festivali sonlandırdım. Festivalde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen Aga, Milko Lazarov imzalı Bulgar yapımı bir film. Gösterimden sonra yönetmen ve oyuncusu sorularımızı yanıtladı. Rusya Federasyonu’nun beşte birini oluşturan, başkent Moskova’nın 8 bin km. kuzeydoğusunda bulunan, dünyanın en soğuk bölgelerinden Yakutistan’da çekilen filmde bizim daha çok Eskimo diye bildiğimiz Inuit bir çift, zorlu coğrafi koşullarda yaşayan, geleneklerini sürdüren yaşlıca bir karı kocadır. Adeta zamanın ve mekanın olmadığı bir dünyada, yaşamın olduğu tek çadırda yaşayan son iki insanmışçasına çorbalarını etlerini yiyip içen, hayvan avlayıp kürklerinden kendilerine kıyafet yapan Nanook ve Sedna, çok nadir konuşmaktadırlar, birbirlerine hikayeler, rüyalar, geçmişe dair anılar anlatmaktadırlar, şarkılar mırıldanırlar, radyo dinlerler, hallerinden memnun gibidirler. Oğulları ziyarete gelir ve o zaman öğreniriz ki aile geleneklerine karşı çıkan ve aralarının bozulduğu bir kızları vardır, ismi Aga’dır, kızlarına kızgın olsalar da onu merak etmekte, özlemektedirler. Kızlarına kavuşacaklar mıdır, bu hayat şartlarında daha fazla devam edebilecekler midir, çok da fazla anlatmayayım filmi, görsel olarak da, gizemli hikayesiyle de sizi kendine çekeceğinden emin olun bu yapımın.

Buraya kadar okuduysanız, bunlar benim festivaldeki kişisel deneyimlerimdi. Festivalin, organizasyon aksaklıkları zaman zaman olsa da genel anlamda her yıl daha da olgunlaşan bir hal aldığını söylemek lazım. Malatya Film Festivali’nde değerli bulduğum bir başka kısım ise “Festival Geldi – Belki Köye Bir Film Gelir” bölümü. Bu bölüm kapsamında çeşitli ilçelerde çocuklara özel gösterimler gerçekleştiriliyor. Yine sonradan öğrendiğim değerli bir etkinlik de Malatya Huzurevi sakinlerine özel yapılan Milyarder filminin özel gösterimi oldu. Tebrikler.

Gelelim ödüllere:

ULUSAL UZUN METRAJ FİLM YARIŞMASI

En İyi Film Ödülü: “Anons”
En İyi Yönetmen Ödülü: Mahmut Fazıl Coşkun – “Anons”
En İyi Senaryo Ödülü: Abdurrahman Öner – “Aydede”
Kemal Sunal Halk Jürisi En İyi Film Ödülü: “Çınar”
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Ezgi Mola – “Aydede”
En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: Kemal Burak Alper – “Güvercin” / Baran Şükrü Babacan – “Halef”
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü: Banu Fotocan – “Aydede”
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü: Ruhi Sarı – “Güvercin”
En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü: Osman Özcan – “Anons”
En İyi Kurgu Ödülü: Mesut Ulutaş – “Güvercin”
En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü: Krumm Rodrigues – “Anons”
Fahri Kayahan En İyi Müzik Ödülü: Canset Özge Can – “Güvercin”
Umud Vadeden Kadın Oyuncu Ödülü: Şilan Düzbadan – “Dört Köşeli Üçgen”
Umud Vadeden Erkek Oyuncu Ödülü: Bilal Çelik – “Aydede”
SİYAD En İyi Film Ödülü: “Anons”
Ulvi Saran Jüri Özel Ödülü: “Güvercin”
Lütfi Akad En İyi İlk Film Ödülü: “Borç” – Vuslat Saraçoğlu
Film-Yön En İyi Yönetmen Ödülü: “Halef” – Murat Düzgünoğlu

ULUSLARARASI UZUN FİLM YARIŞMASI

En İyi Film Ödülü: “Yük / The Load (Teret)”
Jüri Özel Ödülü: “Aga”

 

ULUSAL KISA FİLM YARIŞMASI

En İyi Kısa Film Ödülü: “Sonsuz”
En İyi 2. Kısa Film Ödülü: “Kimse Elimi Tutmasın”
En İyi 3. Kısa Film Ödülü: “Pantolon”
Jüri Özel Kısa Film Ödülü: “Her Şey Yolunda”

ULUSLARARASI KISA FİLM YARIŞMASI EN İYİ FİLM ÖDÜLÜ: “The Teacher”
TRT ÖN ALIM YAPIM DESTEK ÖDÜLÜ: “Bir Düş Gördüm”
ERTEM EĞİLMEZ AİLE FİLMLERİ YAPIM DESTEK ÖDÜLÜ: “Aralık”
TRT KISA FİLM YAPIM DESTEK ÖDÜLÜ: “Zemberek”, “Kendini Gömen Adam” ve “Kar Kış Kıyamet”
ULUSLARARASI SENARYO GELİŞTİRME DESTEK ÖDÜLÜ: “Bir Tutam Karanfil”, “Qurd (Kurt)” ve “Zamanımızın Bir Kahramanı”

Tüm kazananları tebrik ederiz.

 

 

 

 

 

7. Malatya Uluslararası Film Festivali Sona Erdi

2011, 2012 ve 2015 yıllarında Beyazperde.com’un editörü ve genel yayın yönetmeni olarak katılım gösterdiğim Malatya Uluslararası Film Festivali’nin yedincisinde festivalin yabancı film ataşesi olarak görev aldım. 9 gün boyunca Malatya’daydım ve festivalin açılış gecesinden itibaren kapanıştaki ödül törenine kadar tüm festivali takip ettim. Film gösterimleri, film sonrası çok değerli ulusal ve uluslararası yönetmenlerle, ekiple söyleşiler, özel paneller. Festivalin en önemli noktalarını ön plana çıkarıp bunları İngilizce olarak basın bülteni haline getirip Film New Europe ekibiyle paylaştım. Her gün bir, bazen iki haberimiz yayınlandı. Festivalin direktörü Suat Köçer, program direktörü Alin Taşçıyan ve festivalin yaşam boyu onur ödülüyle onurlandırdığı Kim Dong-ho ile röportaj yapma şansım da oldu. Yaptığım haberlere buradan ulaşabilirsiniz. Kim Dong-ho ile yaptığım röportajı ayrıca Türkçe’ye çevirip paylaşacağım.

Gelelim bu yoğunlukta çalışırken izlediğim filmlere ve festivale dair izlenimlerime. Festival başlamadan basın çalışanı olarak izleyebildiğim bir kaç film olmuştu, bunlar Mavi Sessizlik, Kırık Kalpler Bankası, The Other Side of Hope ve Eksi Bir oldu. Aki Kuarismaki imzalı The Other Side of Hope, gerçekten muhteşem bir film. Diğer filmler ne yazık ki çok başarılı bulduğum örnekler olmadı. Festivalde ise, programdan ilk izleme şansı bulduğum film Halit Refiğ anısına gösterilen Teyzem (1993) oldu. Senaryosunu çok sevgili Ümit Ünal’ın yazmış olduğu, özellikle dönemine göre, psikolojik katmanıyla oldukça farklı ve özgün bir çalışma olan Teyzem’i küçük yaşlarımda izlemiş, Umur karakteri, filmin müzikleri, Müjde Ar’ın halleri aklıma kazınmıştı, çok etkilenmiştim. Yıllar sonra beyazperdede yeniden izlemek müthiş bir keyifti doğrusu, sonunda da gözlerim doldu. Gösterim sonrası Suat, Hülya Koçyiğit, Ümit Ünal ve Halit Refiğ’in eşi Gülper Refiğ ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Yaşadığımız toprakların tarih ve kültürü birikiminin çok değerli olduğuna inanırdı diyen Gülper Refiğ, “Halit, aykırı biriydi, bir düşünce adamıydı ve bu ülkede yaşayan insanların erdemli insanlar olduğunu düşünürdü.” sözleriyle eski eşinden bahsetti. Hülya Koçyiğit, Halit Refiğ sayesinde oyunculuk hayatının en farklı rolünü oynadığını belirtti. “Karılar Koğuşu” filmindeki Töze rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülü kazandığını da paylaşan Koçyiğit, 1960 ihtilalinin anlatıldığı ve senaryosunun Refiğ tarafından yazılan “Şeytan Aldatmacası” adlı sinema filmi üstünde çalıştıklarını, ancak bu filmin çekilemediğini, özellikle bu dönemde bu senaryonun sinema diliyle anlatılmasını ve Türk sinema tarihinde kalıcı yerini alması gerektiğini düşündüğünü söyledi. “Teyzem” filminin senaristi, yönetmen Ümit Ünal ise 21 yaşında birlikte çalışmaya başladığı Halit Refiğ için şunları söyledi: “Önemli yönetmenlerle çalıştım ama kültürel birikim açısından çok derin bir insandı. Gerçek bir yazar ve entellektüeldi.  Halit Refiğ’den çok şey öğrendim ve hayatım boyunca da öğrendiklerimi hep uyguladım. O benim hep ustam oldu” dedi.

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok ses getiren 1998 yapımı ‘American History X / Geçmişin Gölgesinde’ filminin yönetmeni Tony Kaye ve filmin yapımcısı John Morrissey deneyimlerini paylaşmak için “Ustalık Sınıfı”nda bir araya geldi. Tony Kaye, elinde gitarı, bizlere spontan şarkılar üreten çocuksu, içinden geleni söyleyen bir yapıda konuşurken, John Morrissey onu ve anlattıklarını toparlayan bir yapıda devam etti konuşmalarına. Herkesin kendisine inanması gerektiğinin ısrarla altını çizen Kaye; “Karmaşık bir yapım var, 65 yaşındayım. Kendime inanma sürecim yeni başladı. Sürekli bir deneyim yaşıyoruz. Bu deneyimler de çok kıymetli” diye konuştu. İkili, zamanında Edward Norton ile yaşadıkları sorunu da açık ve net bir şekilde bizlerle paylaştı. Bu çılgın ustalık sınıfı (masterclass) ile ilgili detaylı notlarıma sinemia‘daki haberimden ulaşabilirsiniz.

7.Malatya Uluslararası Film Festivali’nin, Türkiye ve Güney Kore arasındaki bağın kurulduğu Kore Savaşı’nın 60. yıl dönümünü münasebetiyle hazırladığı “Dostuluğun 60 Yılı” seçkisinde, Güney Kore sinemasında kendine önemli bir yer edinen az sayıdaki kadın yönetmenlerden biri olan Jeong-Hyang Lee’nin katılımıyla “Eve Dönüş / Jibeuro” adlı film gösterildi. Tek kelimeyle muhteşem bir film, izlemediyseniz lütfen bir şekilde bulun ve zaman ayırın. “Eve Dönüş” köyde yaşayan dilsiz anneannesinin yanına bırakılan küçük bir oğlan çocuğunun köye, teknolojiden uzaklığa, yokluğa ve anneannesine alışma sürecini anlatıyor.

 

Gösterime aynı zamanda Busan Film Festivali Program Direktörü Soue-Won Rhee ve festivalin bu yılki Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nün sahibi Busan Film Festivali Onursal Başkanı Kim Dong Ho katıldı. Şöyleşiye katılan Busan Film Festivali Program Direktörü Soue-Won Rhee, Kore sinemasının dünyada ilgi görmesi hakkında “Kore’de çok güçlü bir film sektörümüz var.  Kore’de şu an çeşitli tarzlarda ve farklı kesimlere hitap edebilecek filmler üretiliyor. Sanat filmlerinin yanı sıra evrensel duyguların yer aldığı ve bu yüzden geniş kitlelerin dikkatini çeken filmler de çıkıyor. Dolayısıyla Kore Sineması gücünü çeşitliliğinden alıyor.” diye ekledi.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali, Ulusal Yarışma bölümü filmlerinden, “İşe Yarar Bir Şey” filmini ve ekibini ağırladı.Filminin gösterimi yönetmeni Pelin Esmer, oyuncularından Ayşenil Şamlıoğlu’ nun katılımıyla gerçekleşti. Yılın kanımca en iyi Türk filmlerinden olan İşe Yarar Bir Şey ile ilgili söyleşide Esmer, “İnsanı düşünmeye sevk eden bir senaryo oldu. Barış Bıçakçı ile içimizden geldiği gibi yazdık. Öyle örnek aldığımız bir karakter olmadı” dedi.

Festivalde izlediğim bir başka değerli film Kuzey Afrika kültürünün zenginliğini filmlerine yansıtan ve uluslararası jüriye başkanlık eden usta yönetmen Nacer Khemir’in restore edilerek Venedik Film Festivali Klasikler bölümünde de gösterilen 1984 yapımı ilk uzun metrajlı filmi Çöl İşaretleri oldu. Gösterimin ardından Uluslararası Film Program Direktörü Alin Taşçıyan’ın moderasyonunda Nacer Khemir ile bir de söyleşi gerçekleşti. Alin Taşçıyan’ın “Eski dünya sinemasında böyle bir tarz görülmemişti, kendi tarzın hakkında ne söylersin? sorusu üzerine Khemir; “Sinemada çeşitli modeller vardır.
Mesela, Amerikan sinemasının temel modeli Western’dir. Ben kendi filmlerimi, kendi
üslubumu ararken kendime, anneme, büyükbabama yani aileme benzeyen, onları
anlatabileceğim bir dil aradım. Bir yönetmen üslup aradığında kendisini en iyi şekilde
yansıtabileceği bir şekil arar, bir maske aramaz. Çocukken güzellik ve umut
aramamız öğretildi bize. Bu yüzden anlattığımız öyküler acılı bile olsa buna uygun
bir dil bulmamız beklenir. Günümüz dünyasında iki temel baz alınıyor, şiddet ve şok
etkisi yaratma. Bence dünya o kadar kötü ki sinemada da ekstra şok etkisine ihtiyaç
yok.”diye yanıt verdi. Usta yönetmen sözlerine şöyle devam etti; “Çocuklara sevmeyi değil korkuyla yaşamayı öğretiyoruz, ne yazık ki. Ben sinemamda çocuklara gelecek için sevgi ve umut aşılamak istiyorum. Oysa maalesef sevgi pazarlama gücü olan, satan bir şey değil.”

Filminin sonunun neden açık uçlu olduğunun sorulması üzerine Khemir: “Ben
doğrudan politik anlatı yaparsam tiyatroyu tercih ediyorum. Sinemada da şiirsel üslup
tercih ediyorum. Amerikan yönetemi manipüle ederek, yönlendirerek olur, ben
konukseverliği tercih ediyorum. Ve seyircime kendi yerimi bırakıyorum.” diye yanıt
verdi.

Sinemaseverlerin oldukça yoğun ilgi gösterdiği söyleşide “Benim derdim bedenleri
değil, ruhları kurtarmak, bu yüzden gerçekçi bir hikayeler anlatmıyorum. Ben filmlerimde ruhun kaybettiklerinden bahsediyorum” diyen Khemir’in filmleri genelde Binbir Gece Masalları ile kıyaslanan, Arap ve Fars kültürlerinin masal geleneğinin ve tasavvuf felsefesinin sinema diline aktarılmış hali olarak yorumlanan filmler. Böyle özgün ve başarılı bir yönetmenle festival sayesinde bir araya geldiğimiz için şanslıydık.

Bir başka şansımız da İran sinemasının büyük ustalarından Rakhshan Banietemad idi festivalde. en sevilen filmlerinden Rusari Abi / Mavi Yaşmaklı’nın restore edilmiş versiyonunu ilk kez Malatya izleyicisiyle buluşturmanın heyecanını yaşayan Banietemad, gösteriminin ardından Yeşil Sineması’nda Malatyalı sinemaseverlerle buluştu ve soruları yanıtladı. Filmi, başrol oyuncusu Fatemeh Motamed-Arya ile birlikte izleme şerefine eriştim. Gerçekten çok keyifli bir buluşmaydı.

Katılma şansına kavuştuğum bir başka film sonrası söyleşisi ise Kırgız yönetmen Aktan Arym Kubat söyleşisiydi. Festivalde yarışan filmi Centaur‘u izledikten sonra kendisine sorularımızı yönelttik.  Yönetmen filmdeki durumların ülkesinde yaşanan gerçek durumlar olduğunu dile getirdi. Filmde İslam’a bir eleştiri mi var sorusunu yanıtlayan yönetmen, kesinlikle İslam’a değil, İslam’ı yanlış yaşayanlara bir eleştiri getirmek istediğini açıkladı. Ülkesinde bir Arap baskısı olduğunu anlatan Kubat, senaryosunda iyi kalpli yalnız bir karakter üzerinden bu gerçekleri yansıtmak istediğini vurguladı.

Semih Kaplanoğlu‘nun çok tartışılan Buğday filmi de  festival kapsamında Malatya’da seyirciyle buluştu. Ulusal yarışma bölümünde yer alan filmin gösterimi filmin yönetmeni Semih Kaplanoğlu’nun katılımıyla  Avşar Sinemaları’nda gerçekleşti. Gösterimin ardından İhsan Kabil’in moderasyonuyla gerçekleşen söyleşide Kaplanoğlu izleyicilerin sorularını yanıtladı. Kaplanoğlu, “bu filmi yaparken insana döndüm. Büyük bir tüketim ve bozulma hali yaşıyoruz. Şikayet ediyoruz, sürekli. Bizim yaşama şeklimiz ve halimiz yaratıyor, tüm bunları ve iklimler değişiyor. Bu film insanlığın ve benim yaşadığım sorunların, çelişkilerin filmi. Inancımız var ama doğamızı perişan ediyoruz” dedi. Yönetmenin son dönemde iktidara olan yakınlığı ve bu filmde de bilim ve dinin kıyasında propoganda yapan bir söylemi olduğu eleştirileri bolca tartışılıyor. Şahsen filmi yönetmenin iktidara yakın duruşu bilgisinden bağımsız bir biçimde izledim ve filmden çok etkilendim. Kehf suresinde geçen Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın yolculuğuna dair “Buğday mı Nefes mi” sorusunu içeren kıssayı siyah-beyaz bir bilim-kurgu olarak,  karanlık, distopik bir tablonun içerisinde harmanlaması nereden bakarsak bakalım Türk sineması için çok farklı ve iddialı bir örnek. Görüntü ve sanat yönetimi göz kamaştırırken senaryonun metafiziksel derinliği de filme bambaşka bir tad veriyor. Oyunculuklarda, bazı sahnelerin ruhunda hiç mi eksikler, göze batan durumlar yoktu, elbette vardı. Ayrıca elbette senaryonun, bilim bir yere kadar, önemli olan dindir ve tüm sorunları da o çözer gibi bir anlatımı olduğu penceresinden baktığınızda filmin yönlendirici ve propagandist yaklaşımı rahatsızlık verici bulunabilir fakat kanımca bu konuları tartıştırması açısından bile değerli bir yapım. Yönetmenin filmin galasının Beştepe’de yapılması da kesinlikle hoş bir hissiyat uyandırmıyor fakat esere mümkün mertebe yönetmenin siyasi yakınlıklarından uzak bir bakışla bakmaya çalışıyorum. Bunu saflık olarak değerlendirenler çıkabilir, ya da benim de yanlı olduğumu düşünenler olabilir fakat ben, iktidara kendisini epey uzak hisseden ve Semih Kaplanoğlu’nun önceki filmlerini şahsen çok beğenmeyen, kendisini yakın hissetmeyen bir sinema yazarı olarak kendi yaklaşımımın arkasındayım. Filmin oturulup saatlerce tartışılası konuları olabildiğince derinlikli bir biçimde işlemiş olması ve sinematografik açıdan cesareti, yenilikçiliği, olgunluğu beni bu filmi ciddiye almaya itiyor.

2001 yılında Kinyas ve Kayra romanıyla keşfettikten sonra yıllar boyu çıkan tüm kitaplarını koşarak edinip su içer gibi okuduğum roman yazarı Hakan Günday’ın Daha adlı romanından uyarlanmış film Daha’nın gösterimi de filmin yönetmeni Onur Saylak ve ortak yapımcısı Ziya Cemre Kutluay’ın katılım gösterdiği söyleşi ile devam etti. Ay Yapım ve b.i.t arts ortak yapımcılığında gerçekleşen DAHA; yurtiçi ve yurtdışında katıldığı festivallerden ödüllerle dönüyor. 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde yarışan Daha, festival jürisi tarafından “En İyi Film” ödülü de dahil olmak üzere dört ödüle layık görüldü. Filmde performansıyla dikkat çeken genç oyuncu Hayat Van Eck, Jüri Özel Ödülü ve Umut Vaadeden Erkek Oyuncu ödüllerini kucaklarken filmin başrol oyuncularından Ahmet Mümtaz Taylan da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Şahsen uyarlandığı romana olan sevgimden dolayı daha çok etkileneceğimi düşündüğüm bir film olduğu için hafif bir hayal kırıklığı yaşasam da mülteciler/göçmenler meselesini ele alışı, Feza Çaldıran’ın elinden çıkma, oldukça başarılı sinematografisi ve başarılı oyunculuklarla çıtanın üstünde bir Türk filmi şüphesiz.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali yarışma sonuçları için tıklayın.

Festival için yaptığım söyleşileri de ayrıca blogumda paylaşıyor olacağım.