Mahmut Fazıl Coşkun ile Ödüllü Son Filmi Anons’u Konuştuk

Kasım 2018’de sekizincisi gerçekleşmiş olan Malatya Film Festivali’nde ödüller belli olmadan önce merakla izleyip çok beğendiğim Anons filminin yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun ile bir röportaj yapmıştım. Röportaj bu ay Psikesinema Dergisi’nde.


Festivalde Ulusal Uzun Metraj Film ödülünü kazanan “Anons”, ayrıca En İyi Yönetmen Ödülü’nün de sahibi oldu. Maalesef yayınlanacak olan mecrada yayınlanmasında bir sıkıntı oldu, bu yüzden geç olsun güç olmasın diyerek bloguma koymak istedim röportajı, film dünyada farklı festivalleri gezmeye de devam ediyor. İyi okumalar.

2009’da Uzak İhtimal adlı filmi izlediğimde, özellikle o dönem izlediğimiz diğer yerli yapımlardan çok farklı bulduğumu hatırlıyorum. Genç bir müezzinle rahibe olmaya çalışan genç bir Hıristiyan kadının olanaksız aşkını konu alan bu film gerek oyunculuklarıyla, gerek cesur ve farklı konusuyla, en çok melodrama yakın bir atmosfer kurmasına rağmen aralarda hissedilebilen hafif kara mizahi diliyle, karakterlerin derin ruh hallerinin çözümlemeleriyle gerçekten de ayrıksı ve özel bir ilk filmdi. 2013’te Yozgat Blues’u izlediğimde ise ilk başta açıkçası filmi yine bir ilk film sanmıştım ve bağlantıyı sonradan kurduğumda çok mutlu olduğumu hatırlıyorum, artık sonrasında ne yapacak acaba diye merak ettiren yeni bir yönetmen daha vardı Türk sinemasında. Zira Yozgat Blues da çok orijinal bir film. Çok güçlü insan doğası çözümlemeleri var yine, kara mizah dozu artmış vaziyette, oyuncu kadrosu da bir o kadar şahane. Bu sene Malatya Film Festivali’nde Mahmut Fazıl Coşkun’un üçüncü filmi Anons’un yarıştığını gördüğümde oldukça heyecanlandım, heyecanım da yersiz değilmiş; sinematografik açıdan çok daha olgun, kara film tonları eklenmiş, kara mizah dozajı oldukça artmış olan, bu kez bambaşka bir hikayeyi,yine kendine has diliyle anlatan bir yapıma imza atmış Coşkun. 8. Malatya Uluslararası Film Festivali’nden en iyi film dahil 5 ödülle dönen Anons filmiyle ilgili sorularımı yönetmenine Malatya’da ödül töreninden iki gün önce yönelttim.

Üçüncü uzun metraj filminiz Malatya’da yarışıyor. İlk iki filminizle değil de bu filminizle sizi keşfedecek olanlar için kısaca önce sizi tanıyalım, sinema serüveninizi.

Amerika’da okudum, sonra Türkiye’ye geldim ve belgesel yapmaya başladım. 2006-2007 gibi ise ilk uzun metraj filmime hazırlanmaya başladım. 2008 gibi Uzak İhtimal’i çektim, ilk filmim, ardından biraz aradan sonra Yozgat Blues’u çektim. Yine biraz ara verdim ve üçüncü filmim Anons’la buradayım evet.

Yurtdışında sinema mı okumuştunuz?

Ben aslında Türkiye’de elektrik mühendisliği okudum. Ama meslek olarak hiç yapmadım ve sinema yapmak istediğimi anladığımda Amerika’ya gidip sinema okudum. Sonra Türkiye’de master yaptım. Henüz tezimi bitiremeden çalışmaya başladım.

İlk filminiz oldukça değişik konusu, bildik oyuncularıyla ses getiren bir yapım olmuştu. Yurtdışı da gezdi, ödüller de aldı. O süreçten başlayalım mı?

Benim aklıma bir fikir gelmişti, bir hikaye vardı kafamda. Tarık Tufan ve Görkem Yeltan’la paylaştım, senaryoda ben de vardım ama esas onlar daha çok yazdılar, o yüzden senaryoda benim adım geçmez. Bakanlığa başvurduk, kabul edilince çekimler başlamış oldu.

Aslında temposu düşük, izlemeye belki çoğu seyircinin de alışık olmayacağı türden, takip etmesi zor ve konu itibariyle cesur bir filmdi ama kendi seyirci kitlesini buldu diye düşünüyorum.

Evet öyle oldu.

Yozgat Blues’a gelirsek, yine değişik bir film çektiniz, alışılmadık. Bu iki filmde de benzer öğeler, tatlar var diye düşünüyorum, hem dramatik yapıları, hem de kara mizah tonları açısından. Bu yönetmen olarak sizin dilinizi, size ait bir sinemayı da sanki yavaştan oturtan bir tür olmaya başladı diyebilir miyiz? Çünkü Anons’a geldiğimizde onda da aynı şeyi göreceğiz.

Üç filmimde de bir takım akrabalıklar olduğunu ben de düşünüyorum. Bilinçli akrabalıklar değil aslında ama doğal yollardan, bilinçdışından sızan benzerlikler belki. Sanırım mizah dozu her filmimde biraz daha artıyor. Bu da benim hoşuma gidiyor, bunun filmlerime sızması, biraz benim kişiliğimle de ilgili olabilir.

Hayata mizahi yönünden bakmayı mı seversiniz?

Evet, öyle diyebiliriz sanırım.

Üç filminizde de oyunculuklar oldukça öne çıkıyor, kendilerini ispatlamış, bildiğimiz ve sevdiğimiz isimler var genelde, seçimleriniz neye göre oluyor?

Üç filmimde de çok farklı gelişti oyunculuk seçimleri aslında. İlk filmimin döneminde ben çok fazla oyuncu tanımıyordum, bilmiyordum. Tesadüfler, tanışmalar, çok doğal gelişen süreçler oldu. Görkem’le tanışmıştık, onunla çalışalım dedik, Nadir Sarıbacak’ı birisi önerdi mesela, ben hiç tanımıyordum. Zaten aslında o dönem ikisi de çok göz önünde değillerdi.

Evet doğru, ama çok güzel denk gelmiş demek ki çünkü düşündüğümde Uzak İhtimal’de o rolü Nadir Sarıbacak’tan başkası oynamamalı diye düşünüyorum. Sanki ona yazılmış gibi.

Evet, Olgun Şimşek önermişti Nadir’i çok da müteşekkirim ona. Ben de aynı duyguları taşıyorum bu konuda. Sonrasında da çok parladı Nadir. Yozgat Blues’da daha önceden düşünmüştüm Tansu Biçer ve Ayça Damgacı’yı. Onları düşünerek yazıldı senaryo bile diyebilirim. Ercan Kesal, Nadir Sarıbacak sonradan katıldılar. Hele Ercan Kesal çok geç katılmıştır projeye. Anons’ta ise çok farklı bir yol çizdik. Cast direktörü Ezgi Baltaş’tı. Daha kalabalık bir kadro gerekiyordu senaryo açısından. Ben bilinçli olarak çok fazla tanıdığımız, özellikle benim de yakından tanıdığım oyuncular dışında kişiler olsun istedim. O nedenle oyuncu görüşmeleri epey uzun sürdü. Ben ortaya çıkan tüm bu oyuncu ekibiyle ilk defa çalıştım. İçime de sinen bir kadro oldu.

Anons filminin hikayesi ne zaman çıktı, ne zamandır çalışıyorsunuz bu proje üzerinde?

Yozgat Blues bittikten sonra, yani 2013’te başladık üzerine düşünmeye Ercan Kesal ile. Çünkü Ercan Kesal ile hep birşeyler yazalım diye konuşuyorduk. Bu bildiğim, gerçek bir hikayeydi, buna karar verdik ve birlikte yazmaya başladık.

1960’larda yaşanmış gerçek bir darbe girişimini konu alıyorsunuz bu filmde. Fakat bu gerçek hikayeyi belgesel gibi anlatıyor değilsiniz, hatta kurgu olsa dahi, birebir hikayeyi anlatmıyorsunuz, daha önce de dediğimiz gibi burada mizahi dil çok yüksek, neredeyse konunun parodisi diyebileceğimiz kadar hiciv dolu bir film. Bu anlamda da ilk filmlerinizle akrabalıkları olsa da bir yandan da oldukça ayrılıyor. Konuyu bilen bir seyirci olarak, gerçek ve ciddi bir konuyla ilgili bir film izleyeceğim duygusuyla oturup, yandan yandan gülerek ayrılıyoruz salondan. Politik bir konu olsa da bir yandan da değil. Başından beri böyle olmasını mı istediniz?

Gerçekçi bir film olsun, gerçek olaylara bağlı kalalım gibi bir isteğim olmadı hiçbir zaman açıkçası. Bu konuda özgür ve rahat olmak istedim. Fakat ne yazıktır ki, mizah zaten o dönem yaşananların kendisinde de var. O dönem yaşananlarla ilgili anıları falan okuduğunuzda olayın tabiatındaki mizahı görüyorsunuz ister istemez. Çok da özellikle yerleştirdiğimiz durumlar değil. İlham aldık gerçeklerden diye düşünüyorum. 63’teki bu olayı yeniden gündeme getirmek, kim haklıydı kim haksızdı bunu tartışmak gibi bir düşüncem olmadı, başka bir yerden ele aldığım , bana ilham veren bir hikaye oldu. Tırnak içinde politik bir film değil. Ya da darbenin neden ve sonuçları üzerine bir çıkarım değil.

Peki bu konunun araştırması nasıl gelişti?

O dönem yazılmış çok sayıda anı kitabı var. Çok sayıda günlükler var. Hem bu olayları yaşamış subayların anıları, hem de o dönem gazetecilerin bazı yazdıkları var. Çok iyi veriler vardı elimizde ama biz sadece bu olaya odaklanmadık doğrusu. O dönemin biraz da ruhunu anlamak adına pek çok dergi, kitap, gazete karıştırdık, o dönem yazılmış romanlar, çekilmiş filmler, hepsi bizim için bir kaynaktı ve odağımız daha çok dönemdi.

Evet, bir dönem filmi ve bu anlamda da önem verdiğiniz detaylar dikkat çekiyor. Herşeyden önce, film başladığında önce bir film-noir’ın (kara film) içindeyiz adeta, Türk sinemasında örneğine az rastlanır bir tür bu.  Sonrasında da sinemasal anlamda kurduğunuz atmosfer, filmin dokusu da diğer filmlerinizden farklı. Estetik açıdan yani, kullandığınız renkler, kostümler…

O bir bütün tabii. Evet kara mizah ve kara film öğelerini kullanmak elbette baştan düşünülmüş fikirlerdi. Dönem filmi nasıl çekilir’e de çok kafa yorduğum için bunlara özendim. Benim çok da sevdiğim bir tür sinemada kara film ve dönem filmlerine yansımaları. Dolayısıyla bu türde çekilmiş filmlerden de ilham aldık diyebilirim.

İlk iki filminizdeki karakterlerle özdeşleşmemiz daha kolay olmuştu, malum burada ciddi bir konu, askerler var, bu yüzden başta pek özdeşleşme yaşayamadan, sanki robotlarmış gibi yaptıklarını uzaktan izleyip, “eh askerler tabii, normal” duygusuyla izliyoruz. Ama bir süre sonra askerlerin de her birinin farklı kişilik özellikleri ortaya çıkmaya başlıyor, böylelikle karton karakterler de olmamış. Hepsinin psikolojik altyapısı düşünülmüş belli ki, bu konuda ne söylemek istersiniz?

Tabii, hepsinin ayrı karakter özellikleri var. Diğer filmlerimde de deadpan oyunculuk nispeten vardı ama bunda daha bir deadpan oyunculuk var. Duygularını göstermiyorlar, kendileriyle ilgili detay vermiyorlar durum itibariyle, dolayısıyla karakterlerini anlatmak için çok kısıtlı imkanlar var. Öyle bir yerden karakteri hissettirebilmenin de oyunculuk başarısı olduğunu düşünüyorum.

Çekimler, kurgu ne kadar sürdü?

4,5 hafta sürdü çekimler. Kurgusu ise biraz uzun sürdü. Post prodüksiyonu da düşünürsek 1 sene kadar uğraşıldı filmle. Kurgu dönemi aslında biraz senaryo dönemine benzeyen bir dönem. Arada esler verilerek çalışılan. Çünkü biraz soğumanız, yabancılaşmanız ve yeniden bakmanız, kararlar almanız gerekiyor. Bu arada ilginçtir, üç filmimde de çekim sürelerim hep aynı oldu, maksimum 4,5 hafta. Bir de hep aynı aylarda çekilmiş, vizyon tarihleri de hep aynı dönem ve tamamen tesadüf. Filmin süreleri de aşağı yukarı aynı.

(kahkahalar)

Düzenli bir geçmiş var en azından.

Çok düzenli evet, ritmli.

Ekip olarak, sanat yönetimi, görüntü yönetimi gibi daha teknik kısımdaki seçimleri neye göre yapıyorsunuz, neleri öngörerek, kimlerle çalışmayı tercih ediyorsunuz?

Ekip çok önemli, birlikte uzun bir zaman geçiriyorsunuz, önemsiyorum. Anons’ta aynı sanat yönetmeniyle çalıştım, onun dışında ekipteki herkes yeni insanlardı. Bulgaristan ortaklığında olduğu için film, ekibin çoğu oradan. Kamera grubu tamamen Bulgardı mesela. Sesçiler, makyöz Bulgardı. Yapım tasarımcımız da Macardı.  Açıkçası sürprizlere açıktı bu yeni ekip ama çok iyi bir biraradalık meydana gelmişti diye düşünüyorum. Yapımın da burada büyük bir öngörüsü var tabii, biraz da Allah’ın yardımı, şans diyelim. Hem insan olarak, hem de son derece yaratıcı ve akıllı insanlar biraraya gelmişti. İnşallah tekrar bu isimlerle çalışma fırsatım olur.

Anons filmi açılışını Venedik FİLM Festivali’nde yaptı ve ödülle döndünüz. Yurtdışı deneyimleri ve festival deneyimleri hakkında neler söylemek istersiniz?

Daha önceki filmlerim de yurtdışında gösterildi ve ödül aldı. Filmin açılışının yurtdışında olması önemli tabii, hele ki Venedik şu ana kadar benim gittiğim en büyük festivaldi. Bu filmle giderken, diğer filmlerden farklı olduğu ve ilk kez seyirciyle buluşacağı için biraz gergindim açıkçası, nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımı çok da kestiremiyordum. Salon çok kalabalıktı, onlarla birlikte izlemek de gergin bir durum, sonrasında söyleşi falan derken, sıkıntılı bir süreç aslında. Fakat bir o kadar da heyecanlı ve güzel bir süreç, tarif etmesi biraz zor. Ama tepkiler iyiydi, ben filmin karşılık bulduğunu hissettim, anlaşıldığını. Hem Türkiye’de hem yabancı basında çok güzel yazılar da çıktı, bunlar hoşuma gidiyor tabii. Bir yönetmen için daha fazlası da gerekmez memnun olmak için açıkçası.

Malatya nasıl geçiyor, Türkiye’deki festivalleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben Malatya Film Festivali’ne üçüncü kez geliyorum. Yozgat Blues yarışmadaydı, jüri olarak da geldiğim oldu. En son 2013’te gelmiştim sanırım ve festivalin çok gelişmiş olduğunu gördüm bu yıl. Film platformunun olması güzel, pek çok kısa filmci görüyorum, oldukça fazla yabancı konuk var, yönetmenler var. Programı da son derece başarılı festivalin. Umut ediyorum ki daha da iyi olsun. Açıkçası ben birşeyin büyümesindense kalitesinin artmasını daha çok önemsiyorum. Türkiye^de festivaller aşırı iddialı ve tekrar eden olaylar yaşıyoruz. Bu tür yaklaşımlardan çok sıkılıyorum açıkçası. Onun yerine, daha mütevazi, daha kimlikli ve kişilikli festivaller gelişebilir ve biz de onlara gelmeye can atarız. Malatya’nın o şekilde gelişeceğine dair bir hava hissediyorum açıkçası, umarım böyle olur.

Anons vizyona girdi, filmleriniz hem vizyonda hem de festivallerde seyircisini buluyor, Türkiye’de genelde bağımsız yapımların vizyonda uzun süre kalması zorlaştı, gişe kaygısı da ister istemez olabiliyor, sizin yaklaşımınız nedir?

Bu konuda çok da fikrim yok açıkçası, daha doğrusu belirli bir strateji ile yaklaşmıyorum, belki de yaklaşmak lazım. Dağıtım, seyirci, tüketim alışkanlıklarının değişmesi gibi pek çok faktör var, bu konuda düşünen, bunu inceleyen ve bu konuda birşeyler söyleyen insanlar var, onları okuyorum ve anlamaya çalışıyorum ama bu biraz da sanki yapımcıların, dağıtımcıların, yani işin daha o tarafında olan insanların meselesi gibi geliyor. Kibirle söylediğim bir şey değil; bir yönetmen olarak benim çok bilmediğim, anlamadığım bir konu. Filmimi yaptıktan ve sunduktan sonrası başka türlü bir pazarlama yolu.

Evet, sizin filmleriniz o anlamda iddiası olmayan, sakin sakin vizyona giren ve çıkan, kendi kitlesini de bulan filmler oldu ama pazarlama demişken mesela Anons’un posteri benim çok ilgimi çekti. Kullanılan renk, fontlar, oldukça dikkat çekici, bunun da filmin pazarlamasına etkisi olduğunu düşünüyorum. Poster fikri kime ait oluyor, o nasıl gelişti Anons’ta?

Afiş tasarımcımız Gül Türkmen, Yozgat Blues filminin afişi de ona aitti. Hem komşuyuz, hem de grafiker. Çok fazla deneme yanılma yaptı, çok fazla çalıştı bu poster üzerinde. Çok versiyonlu çalıştı. Hatta bu afişin aynısının mavisi falan da vardı ama en son bu sarı olanda karar kıldık. Gül’ün çok emeği var.

Bir dönem filmi olarak müzikler bence çok etkiliydi filmde. Ben çok da severek dinledim, soundtrack’i olsa alırım dedim. Müzik seçimleri nasıl oldu, kime aitti?

Tüm müzikler Okan Kaya’ya ait. Okan onları sanki dönem müzikleriymiş gibi yaptı, halbuki hepsi film için yapılmış müzikler. Açıkçası bu da uzun bir çalışmaydı. Askeri marş, filmin tema müziği derken… Okan’a çok teşekkür ederim, nezaketen değil, gerçekten çok çalıştı ve çok değerli bir iş çıkardı. İnsanlar soruyorlar bana bu şarkıyı nerden buldunuz, eski bir şarkı sanıyorlar.

Arigato diye bir şarkı var, orada Görkem Yeltan’ın adını gördüm?

Evet, sözlerini o yazdı.


8. Malatya Film Festivali Ödülleri Sahiplerini Buldu

2010’dan beri gelişerek devam etmekte olan Uluslararası Malatya Film Festivali‘ne basın mensubu olarak katıldığım yedinci senemdi benim de. Geçtiğimiz sene çok değerli sinema yazarı Alin Taşçıyan‘la birlikte çalışarak festivalin yabancı basın ataşeliği görevini de üstlenmiştim ve bu kapsamda Film New Europe sitesine İngilizce haberler ve röportajlar hazırlamıştım. Bu sene ise Psikesinema dergisi için röportajlar yapmak ve Ters Ninja için film eleştirileri yapmak üzere festivale katıldım.

Açılış törenine yetişemedim. Cem Yılmaz, Perran Kutman, Şener Şen gibi çok değerli ve kişisel olarak da çok sevdiğim isimler vardı açılışta fakat ne yazık ki hemen dönmüşler. Keşke biraz röportaj, biraz fotoğraf verselerdi. Sağlık olsun yine de gelişleriyle festivale değer kattılar kuşkusuz.

Yedi senedir Mustafa Kemal Atatürk‘ün ölüm yıldönümünde Malatya’dayız. 9 Kasım’daki açılış töreninde hiç değinilmemiş duyduğum kadarıyla, üzüldüm doğrusu.

10 Kasım’da 09.05’te  1 dakika saygı duruşunda bulunup kahvaltıya indim ve sinema yazarı arkadaşlarımla buluştum. O gün programda Atıf Yılmaz’ın 1979 yapımı Ne Olacak Şimdi filminin olduğunu öğrendim ve aşırı mutlu oldum.

İzlediğim ilk film Shin Dongseok imzalı Güney Kore yapımı Son Çocuk/Last Child idi. Çok başarılı bir filmdi, eleştirisini Ters Ninja’ya yazdım, linkten okuyabilirsiniz. Bu filmden çıkar çıkmaz koşa koşa Ne Olacak Şimdi’nin gösterimine yetiştim. Filmi 8 sinema yazarı arkadaş birlikte izledik, Malatya Sanat Merkezi’nin salonunda olduğundan olsa gerek, başka kimse yoktu, kendi aramızda konuşa konuşa ve kahkahalarla gülerek izlediğimiz için mutluyduk ama festival takipçilerinin de mekandan dolayı eksik bilgilendirildiklerini ve kaçırdıklarını düşünüp bir o kadar üzüldük. Hatta Gizem (Ertürk), filmin ardından Cem Yılmaz’ın moderasyonunu yaptığı bir Şener Şen&Perran Kutman söyleşisi güzel olmaz mıydı dediğinde gerçekten de gözümün önüne muhteşem bir etkinlik geldi, umarım ilerde yapılır böyle bir şey, bence harika bir fikir.

Akşam ise Mustafa Karadeniz imzalı Çınar adlı yerli yapımın film gösterimi sonrası moderasyonu bendeydi. Çınar, Kars’ın Sarıkamış bölgesinde yoksulluk içinde yaşayan bir karı kocanın engelli çocuklarıyla yaşadıkları hayatı resmediyor. Kendi hayat hikayesiyle yaşanan başka bir hikayeyi birleştirerek bu hikayeyi çekmeye karar veren Karadeniz, evlerinde dört duvar arasında mahsur kalan engelli gençleri yüreklendirmeyi, inandıkları zaman neler başarabileceklerini gözler önüne sermeyi amaçladığını ifade etti. Bir ilk film olarak küçük hataları olsa da ilgiyle izleten, oyunculuklarıyla, dekoruyla, Sarıkamış’ın coğrafi özelliklerini sinematografik olarak olabileceği en iyi şekilde kullanışıyla umut vaadeden bir ilk film olduğunu düşünüyorum. Mustafa Karadeniz ilk filmini çekmiş olsa da, sektörde yıllardır belgeseller, klipler çeken, yapımcılık yönü de olan, deneyimli bir yönetmen. Çınar başka ülkelerde de gösterilmiş, yolculuğu ve katılacağı festivaller de devam ediyor. 8. Malatya Film Festivali’nde ise film Kemal Sunal Halk Jürisi En İyi Film Ödülü‘ne layık görüldü. Mustafa Karadeniz ile yaptığım röportajı önümüzdeki sayıda Psikesinema‘da okuyabilirsiniz.

Festivallerde bir süredir yapılmaya başlayan, uzun metraj öncesi kısa metraj izleme uygulamasından çok memnunum doğrusu. Bence vizyonda da yapılması gereken bir durum bu. 11 Kasım’da izlediğim ilk film Mahmoud Samir ve Youssef Mehmoud imzalı 15 dakikalık Red Velvet isimli kısa film oldu.

Arkasından festivalde yarışan filmlerden Hollandalı yönetmen David Verbeek imzalı An Impossibly Small Object‘i izledim. Taipei sokaklarında küçük bir kızın fotoğrafını çeken profesyonel bir fotoğrafçıyı canlandıran yönetmenin kendisi, Verbeek de zaten aynı zamanda profesyonel fotoğrafçı. Film Taipei ve Amsterdam’da bize üç farklı hikayeyi anlatıyor, farklı, deneysel, meditatif bir film olduğunu söyleyebilirim. David Verbeek festivale katılamamıştı ama ben ona sorularımı e-posta yoluyla ulaştırdım ve anında cevaplarımı da aldım, kendisine buradan teşekkürlerimi sunarken, bu röportajı da Psikesinema‘da okuyabileceğinizi belirtmiş olayım.

Günün son filmi ise benim için ilk iki filmini hayranlıkla izlediğim için çok merakla ve heyecanla beklediğim Mahmut Fazıl Coşkun‘un filmiydi: Anons. Venedik Film Festivali’nde açılışını yapan film, oradan ödülle dönmüştü. Ama Anons’tan önce Anıl Gündoğan imzalı Hikayeci isimli kısa filmi izledik. Filmin müziklerini de arkadaşım Feridun Emre Dursun yapmış, buradan selamlar ve ellerine sağlık diyelim.

Uzak İhtimal” ve “Yozgat Blues” filmlerinin ödüllü yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun, Anons‘la bu kez 1963 yılının Mayıs ayında yaşanan darbe girişimini kendine has kara mizah diliyle başka bir anlatım haline getirmeyi tercih etmiş. Başrollerini Ali Seçkiner Alıcı, Tarhan Karagöz, Murat Kılıç ve Şencan Güleryüz’ün paylaştığı filmin senaryosunu Mahmut Fazıl Coşkun, Ercan Kesal ile birlikte kaleme almış. Filmden çok keyif aldım, bitsin istemedim açıkçası. Estetik açıdan daha farklı, daha olgun bir Mahmut Fazıl Coşkun filmiyle karşı karşıyayız, bir kara film gibi başladığını da söylemek lazım filmin, bunun yanısıra konu itibariyle de belki daha ciddi gibi gözüküyor diğer filmlerinden ama aslında tam tersi, mizahi yaklaşımı en yüksek olan filmi doğrusu. Anons filmi, Malatya Film Festivali’nde Altın Kayısı’nın sahibi oldu. En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi sanat yönetmenliği, en iyi görüntü yönetmenliği ve SİYAD en iyi film ödülü ANONS’un oldu. Yönetmenle yaptığım röportajı da Psikesinema’da okuyabileceksiniz.

12 Kasım sabahı ise önemli bir gündü: Nuri Bilge Ceylan ile MasterClass. Katılım tabii ki yüksekti, hem basından, hem de halktan çok fazla kişi katıldı etkinliğe. Fakat Master Class, yani ustalık dersi/sınıfı dediğimizde aslında beklenen Nuri Bilge Ceylan gibi alanında yetkin bir isim tarafından, katılımcıların bu alanda beceri kazanmasına yönelik uygulamalar yapılmasıdır. Bizde ise henüz bu ustalık sınıfı denen etkinlik soru cevap söyleşi şeklinden ileriye gidebilmiş değil ve yine öyle oldu. Üstelik maalesef etkinliğin moderasyonunun da (Mehmet Eryılmaz) çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Bir ustalık sınıfında konuşulması gayet basit kaçan, vakit kaybı olan sorular vardı ne yazık ki. Fakat Nuri Bilge Ceylan her soruyu büyük bir samimiyetle yanıtladı, ona lafımız yok 🙂

Özetlemek gerekirse – tabii bu benim kişisel olarak ilgimi çeken kısımları söyleşinin- Nuri Bilge Ceylan çoğu demecinde ifade ettiği gibi yine sinemanın, yönetmenliğin, senaryo yazmanın, oyuncu yönetiminin belirli kurallara sığamayacağından, en azından kendisinin böyle çalışmadığından bahsetti. Hiçbir zaman kendinden emin bir yönetmen ya da insan olmadım, filmin son anına kadar hep kaygılarım, şüphelerim, acabalarım oldu dedi. Bu böyledir, şu şöyledir gibi net yargıları olmadığının altını çizdi sürekli, hiç umulmadık oyunculardan çok farklı performans alabilineceğini, şu an tanıyıp hiç dikkatini çekmeyen birinin yıllar sonra çok dikkatini çekebileceğini, hala okumadığı ve izlemediği ya da çok geç okuyup izlediği için çok pişman olduğu kitap ve filmler olduğunu söyledi. Rus edebiyatından ve sinemasından etkilendiğini her zamanki gibi yineledi. Sinema yapan birinin bir yeri durumu ya da kişiyi anlatırken kendi öznelliğini katmadan anlatamayacağı için, ortaya çıkan sanat eserine dair bütün fikirlerin de doğru olacağını çünkü herkesin kendi gözüyle değerlendirebileceğini, nesnellik içinde sinema yapılamayacağını düşündüğünü söyledi. Bir filmi çekip bitirdikten sonra zihnen çok çok yorgun hissettiğini ve bir daha böyle bir yükün altına girmek istemeyeceğini, sinemayı bırakacağını hissettiren düşüncelere girdiğini, ama daha sonra bir fikrin onu heyecanlandırıp adeta bedenini ele geçirip yine o enerjiyi ona vererek harekete geçirdiğini, aksi takdirde sinema yapılamayacağını söyledi. Beni en çok etkileyen bölüm ise şu oldu, aşağı yukarı şöyle ifade etti kendi yaklaşımını:

İnsan kimselere itiraf edemeyeceği düşünce ya da deneyimlerini film üzerinden bir karaktere yığarak kendini sağaltabilir, sorulsa ben öyle düşünmüyorum ki, karakter öyle düşünüyor diyerek de işin içinden sıyrılabilir, bazen kendimize bile itiraf etmediğimiz düşünce ya da deneyimlerimizi aktarırız film yoluyla. Bu anlamda filmlerim itiraflarımdır elbette ama kendime ait olan düşüncelerimin karşıt görüşlerine genelde suçluluk duymamak için daha da çok ifade hakkı veririm filmlerimde. İnsanın bu itirafları yapması gereklidir, çünkü ancak insan doğasıyla ilgili bilgilere, içimizdeki tüm düşünceleri açığa çıkararak ulaşabiliriz.

Aynı günün akşamı Mani Haghighi imzalı A Dragon Arrives adlı filmi izledim. İran yapımı bu film 1965’te geçiyor. Polisiye ve dram türlerini birleştiren ilginç film, bugünle geçmiş, mitlerle gerçekler arasında dolaşıyor.Yönetmenin beşinci uzun metraj filmi olan A Dragon Arrives, Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışmıştı. Estetik ve özgün bir sinema örneği. İran sineması yine muazzam şaşırtıcı.

13 Kasım günü Mahmut Fazıl Coşkun röportajından sonra akşam Aga adlı filmi izleyerek festivali sonlandırdım. Festivalde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen Aga, Milko Lazarov imzalı Bulgar yapımı bir film. Gösterimden sonra yönetmen ve oyuncusu sorularımızı yanıtladı. Rusya Federasyonu’nun beşte birini oluşturan, başkent Moskova’nın 8 bin km. kuzeydoğusunda bulunan, dünyanın en soğuk bölgelerinden Yakutistan’da çekilen filmde bizim daha çok Eskimo diye bildiğimiz Inuit bir çift, zorlu coğrafi koşullarda yaşayan, geleneklerini sürdüren yaşlıca bir karı kocadır. Adeta zamanın ve mekanın olmadığı bir dünyada, yaşamın olduğu tek çadırda yaşayan son iki insanmışçasına çorbalarını etlerini yiyip içen, hayvan avlayıp kürklerinden kendilerine kıyafet yapan Nanook ve Sedna, çok nadir konuşmaktadırlar, birbirlerine hikayeler, rüyalar, geçmişe dair anılar anlatmaktadırlar, şarkılar mırıldanırlar, radyo dinlerler, hallerinden memnun gibidirler. Oğulları ziyarete gelir ve o zaman öğreniriz ki aile geleneklerine karşı çıkan ve aralarının bozulduğu bir kızları vardır, ismi Aga’dır, kızlarına kızgın olsalar da onu merak etmekte, özlemektedirler. Kızlarına kavuşacaklar mıdır, bu hayat şartlarında daha fazla devam edebilecekler midir, çok da fazla anlatmayayım filmi, görsel olarak da, gizemli hikayesiyle de sizi kendine çekeceğinden emin olun bu yapımın.

Buraya kadar okuduysanız, bunlar benim festivaldeki kişisel deneyimlerimdi. Festivalin, organizasyon aksaklıkları zaman zaman olsa da genel anlamda her yıl daha da olgunlaşan bir hal aldığını söylemek lazım. Malatya Film Festivali’nde değerli bulduğum bir başka kısım ise “Festival Geldi – Belki Köye Bir Film Gelir” bölümü. Bu bölüm kapsamında çeşitli ilçelerde çocuklara özel gösterimler gerçekleştiriliyor. Yine sonradan öğrendiğim değerli bir etkinlik de Malatya Huzurevi sakinlerine özel yapılan Milyarder filminin özel gösterimi oldu. Tebrikler.

Gelelim ödüllere:

ULUSAL UZUN METRAJ FİLM YARIŞMASI

En İyi Film Ödülü: “Anons”
En İyi Yönetmen Ödülü: Mahmut Fazıl Coşkun – “Anons”
En İyi Senaryo Ödülü: Abdurrahman Öner – “Aydede”
Kemal Sunal Halk Jürisi En İyi Film Ödülü: “Çınar”
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Ezgi Mola – “Aydede”
En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: Kemal Burak Alper – “Güvercin” / Baran Şükrü Babacan – “Halef”
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü: Banu Fotocan – “Aydede”
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü: Ruhi Sarı – “Güvercin”
En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü: Osman Özcan – “Anons”
En İyi Kurgu Ödülü: Mesut Ulutaş – “Güvercin”
En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü: Krumm Rodrigues – “Anons”
Fahri Kayahan En İyi Müzik Ödülü: Canset Özge Can – “Güvercin”
Umud Vadeden Kadın Oyuncu Ödülü: Şilan Düzbadan – “Dört Köşeli Üçgen”
Umud Vadeden Erkek Oyuncu Ödülü: Bilal Çelik – “Aydede”
SİYAD En İyi Film Ödülü: “Anons”
Ulvi Saran Jüri Özel Ödülü: “Güvercin”
Lütfi Akad En İyi İlk Film Ödülü: “Borç” – Vuslat Saraçoğlu
Film-Yön En İyi Yönetmen Ödülü: “Halef” – Murat Düzgünoğlu

ULUSLARARASI UZUN FİLM YARIŞMASI

En İyi Film Ödülü: “Yük / The Load (Teret)”
Jüri Özel Ödülü: “Aga”

 

ULUSAL KISA FİLM YARIŞMASI

En İyi Kısa Film Ödülü: “Sonsuz”
En İyi 2. Kısa Film Ödülü: “Kimse Elimi Tutmasın”
En İyi 3. Kısa Film Ödülü: “Pantolon”
Jüri Özel Kısa Film Ödülü: “Her Şey Yolunda”

ULUSLARARASI KISA FİLM YARIŞMASI EN İYİ FİLM ÖDÜLÜ: “The Teacher”
TRT ÖN ALIM YAPIM DESTEK ÖDÜLÜ: “Bir Düş Gördüm”
ERTEM EĞİLMEZ AİLE FİLMLERİ YAPIM DESTEK ÖDÜLÜ: “Aralık”
TRT KISA FİLM YAPIM DESTEK ÖDÜLÜ: “Zemberek”, “Kendini Gömen Adam” ve “Kar Kış Kıyamet”
ULUSLARARASI SENARYO GELİŞTİRME DESTEK ÖDÜLÜ: “Bir Tutam Karanfil”, “Qurd (Kurt)” ve “Zamanımızın Bir Kahramanı”

Tüm kazananları tebrik ederiz.

 

 

 

 

 

KIM DONG-HO SÖYLEŞİSİ

 

Bir vizyoner, bir yönetici, bir öncü. Güney Kore sinemasının yüzünü değiştiren isim.  Türkiye ve Güney Kore arasındaki diplomatik ilişkilerin başlamasının 60. Yıldönümü vesilesiyle festival kapsamında  Kim Dong-ho’ya Yaşam Boyu Başarı ödülü verildi. 1996 yılında Busan Film Festivali’ni kuran Kim Dong-ho’ya Malatya’da yabancı basın ataşeliği görevim kapsamında sorularımı yönelttim. Röportajımız filmneweurope sitesinde ingilizce olarak yayınlandı, buradan okuyabilirsiniz, Türkçesi ise aşağıda:

  • 1960’lardan itibaren Güney Kore’de kültür bakanlığında çeşitli pozisyonlarda görev aldınız ve bölgenin kültür sanat  hayatına katkılar sağladınız. 1980’lerden itibaren ise film endüstrisinde yöneticilik yaptınız. 1990’da Eda Busan Film Festivali’ni kurdunuz, NETPAC’in de kurucularından birisiniz.Güney Kore sinemasının dünya çapında tanınmasında büyük katkılarınız var. Bu yıl Türkiye ve Güney Kore arasındki diplomatik ilişkilerin 60. Yıl dönümü vasıtasıyla  7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde Dostluğun 60 yılı başlıklı bir bölüm var. Siz de bu yılki festivalde yaşam boyu başarı ödülüne layık görüldünüz. Duygularınızı öğrenebilir miyiz?

Bu senenin Türkiye-Güney Kore ilişkilerinin 60. Yılı olması ve  bu yıl 22 yıl önce kurduğum Buran Film Festivali’nden emekli olmam, bu anlamlı ödülü benim için daha da anlamlı kıldı. Çok değerli. Onur duyuyorum.

  • Bir film festivali organize etmenin tüm inceliklerine ve detaylarına hakimsiniz. Dünya çapında pek çok büyük festivalde de yer aldınız. Elbette genel geçer belirli büyük festivallerin hangileri olduğu belli ama sizin deneyimlerinize göre sizin en başarılı bulduğunuz film festivalleri hangileri ve bu başarılarını neye borçlular?

Güzel filmleri özenle seçmek, doğru konukları seçmek, onları en profesyonel biçimde ağırlamak, canlı, dinamik ve geniş bir izleyici kitlesi oluşturabilmek başarılı bir film festivalinin olmazsa olmazları. Cannes ve Berlin Film Festivalleri şüphesiz dünyanın en başarılı festivalleri, kapsayabildikleri geniş çerçeve bunu sağlıyor elbette; hem dünya çapından katılımın genişliği, hem gösterilen filmlerin çeşitliliği bağlamında düşünebiliriz bunu.

 

  • Bir ülkenin kendi filmlerini ve film üreticilerini dünyaya tanıtması için neler yapması gerekir? Özellikle Art house filmlerin kendi izleyicisini bulması için nasıl yollar çizilmeli?

Her şeyden önce, bir ülke kendi sinemasına sahip çıkmalı, sinemaya değer verdiğini göstermelidir, oyuncularına, yönetmenlerine de aynı şekilde. Daha sonra sahip oldukları üretimleri dünyaya sunmak için festivaller organize etmeliler ve dünya çapındaki festivallere katılım göstermeliler, bu alışverişler yaşanmalı. İlk aşamada para kazanmayı amaçlamayan sanat sineması, sadece sanat sinemasıyla ilgilenenlere değil, tüm izleyicilere seslenebilmeyi hedeflemelidir. Gösterim şansı bulmalı ve tüm sinemaseverlere kendisini anlatabilmeli, bir anlamda seyirci “alıştırılmalı”. Belediyeler, valilikler film gösterimlerini desteklemelidir. Önce, gerçekten iyi ve kaliteli filmler kendi ülkelerinde yerini, değerini bulmalı, böylelikle dünyayı dolaşması da daha kolay olur. Bu arada iyi bir filmin önce iyi bir senaryoya sahip olması gerektiğini, ikinci olarak oyuncuların gerçekten iyi olmalarının şart olduğunu ve üçüncü olarak da elbette iyi yönetilmesi gerektiğini eklemek isterim.

  • 22.Busan Film Festivalİ geçtiğimiz ay gerçekleşti. Malatya’da yarışmakta olan Daha filmi Busan’da da gösterim şansı buldu. Festivaldeki ödül kabul konuşmanızda da değindiğiniz üzere Nuri Bilge Ceylan,  Yeşim Ustaoğlu gibi isimler festivalde bulundular. Siz Türk sinemasını da Güney Kore’de tanıtmak için her zaman emek verdiniz. Türk sineması ve Türk yönetmenleri hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Evet, 1996’da kuruldu. Geçen ay 22’si gerçekleşti. Baştan beri amaç Asya’lı yeni yönetmenleri dünyaya tanıtmaktı. Festivalin zamanla gelişen sürecinde çok güzel projelerimiz ve programlarımız oldu. Asya’dan yeni yönetmenler keşfettik ve festivale katılımlarıyla dünyaya açılmalarını sağladık. Yapımcıları da yönetmenleri de her şekilde destekledik, böylelikle projelerinde başarılı oldular. Yapım öncesi süreci de post prodüksiton süreçlerini de destekleyici fonlar oluşturduk. Buna da Asya Proje Pazarı dedik. Asya’da sinema okulları yetersiz olduğundan film yapan ekiplere 3 haftalık ücretsiz eğitimler verdik. Festivalden ders alıp gerçekleştirilmiş filmler Cannes’a davet edildi, bu sebeple pek çok film Asya’dan Busan’a gelip katıldı. Bu şekilde de Asya’nın en önemli film festivali haline geldi Busan.

  • Onur Saylak imzalı Daha bu sene Busan’da gösterildi. Yeşim Ustaoğlu, Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenler de daha önce festivalinize katılmıştı. Festivalinizde Türk sinemasını her zaman desteklediğinizi biliyoruz. Siz nasıl buluyorsunuz Türk sinemasını?

Kişisel fikrim şu ki, Türk sineması çok başarılı. Çoğu film Türkiye’yi kültürel ve tarihi açıdan çok başarılı bir şekilde anlatıyor aslında. Oyuncular da çok başarılı, bazıları dünya çapında da da tanınıyor. Kalandar Soğuğu filmini özellikle çok beğendim, yönetmeni bence gelecek vadediyor. Dünya çapında gezdiğim festivallerde Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu isimleri de hep kulağıma çalınıyor. Bu yönetmenler ve filmler artık dünya çapında farkedildiler.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali Sona Erdi

2011, 2012 ve 2015 yıllarında Beyazperde.com’un editörü ve genel yayın yönetmeni olarak katılım gösterdiğim Malatya Uluslararası Film Festivali’nin yedincisinde festivalin yabancı film ataşesi olarak görev aldım. 9 gün boyunca Malatya’daydım ve festivalin açılış gecesinden itibaren kapanıştaki ödül törenine kadar tüm festivali takip ettim. Film gösterimleri, film sonrası çok değerli ulusal ve uluslararası yönetmenlerle, ekiple söyleşiler, özel paneller. Festivalin en önemli noktalarını ön plana çıkarıp bunları İngilizce olarak basın bülteni haline getirip Film New Europe ekibiyle paylaştım. Her gün bir, bazen iki haberimiz yayınlandı. Festivalin direktörü Suat Köçer, program direktörü Alin Taşçıyan ve festivalin yaşam boyu onur ödülüyle onurlandırdığı Kim Dong-ho ile röportaj yapma şansım da oldu. Yaptığım haberlere buradan ulaşabilirsiniz. Kim Dong-ho ile yaptığım röportajı ayrıca Türkçe’ye çevirip paylaşacağım.

Gelelim bu yoğunlukta çalışırken izlediğim filmlere ve festivale dair izlenimlerime. Festival başlamadan basın çalışanı olarak izleyebildiğim bir kaç film olmuştu, bunlar Mavi Sessizlik, Kırık Kalpler Bankası, The Other Side of Hope ve Eksi Bir oldu. Aki Kuarismaki imzalı The Other Side of Hope, gerçekten muhteşem bir film. Diğer filmler ne yazık ki çok başarılı bulduğum örnekler olmadı. Festivalde ise, programdan ilk izleme şansı bulduğum film Halit Refiğ anısına gösterilen Teyzem (1993) oldu. Senaryosunu çok sevgili Ümit Ünal’ın yazmış olduğu, özellikle dönemine göre, psikolojik katmanıyla oldukça farklı ve özgün bir çalışma olan Teyzem’i küçük yaşlarımda izlemiş, Umur karakteri, filmin müzikleri, Müjde Ar’ın halleri aklıma kazınmıştı, çok etkilenmiştim. Yıllar sonra beyazperdede yeniden izlemek müthiş bir keyifti doğrusu, sonunda da gözlerim doldu. Gösterim sonrası Suat, Hülya Koçyiğit, Ümit Ünal ve Halit Refiğ’in eşi Gülper Refiğ ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Yaşadığımız toprakların tarih ve kültürü birikiminin çok değerli olduğuna inanırdı diyen Gülper Refiğ, “Halit, aykırı biriydi, bir düşünce adamıydı ve bu ülkede yaşayan insanların erdemli insanlar olduğunu düşünürdü.” sözleriyle eski eşinden bahsetti. Hülya Koçyiğit, Halit Refiğ sayesinde oyunculuk hayatının en farklı rolünü oynadığını belirtti. “Karılar Koğuşu” filmindeki Töze rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülü kazandığını da paylaşan Koçyiğit, 1960 ihtilalinin anlatıldığı ve senaryosunun Refiğ tarafından yazılan “Şeytan Aldatmacası” adlı sinema filmi üstünde çalıştıklarını, ancak bu filmin çekilemediğini, özellikle bu dönemde bu senaryonun sinema diliyle anlatılmasını ve Türk sinema tarihinde kalıcı yerini alması gerektiğini düşündüğünü söyledi. “Teyzem” filminin senaristi, yönetmen Ümit Ünal ise 21 yaşında birlikte çalışmaya başladığı Halit Refiğ için şunları söyledi: “Önemli yönetmenlerle çalıştım ama kültürel birikim açısından çok derin bir insandı. Gerçek bir yazar ve entellektüeldi.  Halit Refiğ’den çok şey öğrendim ve hayatım boyunca da öğrendiklerimi hep uyguladım. O benim hep ustam oldu” dedi.

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok ses getiren 1998 yapımı ‘American History X / Geçmişin Gölgesinde’ filminin yönetmeni Tony Kaye ve filmin yapımcısı John Morrissey deneyimlerini paylaşmak için “Ustalık Sınıfı”nda bir araya geldi. Tony Kaye, elinde gitarı, bizlere spontan şarkılar üreten çocuksu, içinden geleni söyleyen bir yapıda konuşurken, John Morrissey onu ve anlattıklarını toparlayan bir yapıda devam etti konuşmalarına. Herkesin kendisine inanması gerektiğinin ısrarla altını çizen Kaye; “Karmaşık bir yapım var, 65 yaşındayım. Kendime inanma sürecim yeni başladı. Sürekli bir deneyim yaşıyoruz. Bu deneyimler de çok kıymetli” diye konuştu. İkili, zamanında Edward Norton ile yaşadıkları sorunu da açık ve net bir şekilde bizlerle paylaştı. Bu çılgın ustalık sınıfı (masterclass) ile ilgili detaylı notlarıma sinemia‘daki haberimden ulaşabilirsiniz.

7.Malatya Uluslararası Film Festivali’nin, Türkiye ve Güney Kore arasındaki bağın kurulduğu Kore Savaşı’nın 60. yıl dönümünü münasebetiyle hazırladığı “Dostuluğun 60 Yılı” seçkisinde, Güney Kore sinemasında kendine önemli bir yer edinen az sayıdaki kadın yönetmenlerden biri olan Jeong-Hyang Lee’nin katılımıyla “Eve Dönüş / Jibeuro” adlı film gösterildi. Tek kelimeyle muhteşem bir film, izlemediyseniz lütfen bir şekilde bulun ve zaman ayırın. “Eve Dönüş” köyde yaşayan dilsiz anneannesinin yanına bırakılan küçük bir oğlan çocuğunun köye, teknolojiden uzaklığa, yokluğa ve anneannesine alışma sürecini anlatıyor.

 

Gösterime aynı zamanda Busan Film Festivali Program Direktörü Soue-Won Rhee ve festivalin bu yılki Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nün sahibi Busan Film Festivali Onursal Başkanı Kim Dong Ho katıldı. Şöyleşiye katılan Busan Film Festivali Program Direktörü Soue-Won Rhee, Kore sinemasının dünyada ilgi görmesi hakkında “Kore’de çok güçlü bir film sektörümüz var.  Kore’de şu an çeşitli tarzlarda ve farklı kesimlere hitap edebilecek filmler üretiliyor. Sanat filmlerinin yanı sıra evrensel duyguların yer aldığı ve bu yüzden geniş kitlelerin dikkatini çeken filmler de çıkıyor. Dolayısıyla Kore Sineması gücünü çeşitliliğinden alıyor.” diye ekledi.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali, Ulusal Yarışma bölümü filmlerinden, “İşe Yarar Bir Şey” filmini ve ekibini ağırladı.Filminin gösterimi yönetmeni Pelin Esmer, oyuncularından Ayşenil Şamlıoğlu’ nun katılımıyla gerçekleşti. Yılın kanımca en iyi Türk filmlerinden olan İşe Yarar Bir Şey ile ilgili söyleşide Esmer, “İnsanı düşünmeye sevk eden bir senaryo oldu. Barış Bıçakçı ile içimizden geldiği gibi yazdık. Öyle örnek aldığımız bir karakter olmadı” dedi.

Festivalde izlediğim bir başka değerli film Kuzey Afrika kültürünün zenginliğini filmlerine yansıtan ve uluslararası jüriye başkanlık eden usta yönetmen Nacer Khemir’in restore edilerek Venedik Film Festivali Klasikler bölümünde de gösterilen 1984 yapımı ilk uzun metrajlı filmi Çöl İşaretleri oldu. Gösterimin ardından Uluslararası Film Program Direktörü Alin Taşçıyan’ın moderasyonunda Nacer Khemir ile bir de söyleşi gerçekleşti. Alin Taşçıyan’ın “Eski dünya sinemasında böyle bir tarz görülmemişti, kendi tarzın hakkında ne söylersin? sorusu üzerine Khemir; “Sinemada çeşitli modeller vardır.
Mesela, Amerikan sinemasının temel modeli Western’dir. Ben kendi filmlerimi, kendi
üslubumu ararken kendime, anneme, büyükbabama yani aileme benzeyen, onları
anlatabileceğim bir dil aradım. Bir yönetmen üslup aradığında kendisini en iyi şekilde
yansıtabileceği bir şekil arar, bir maske aramaz. Çocukken güzellik ve umut
aramamız öğretildi bize. Bu yüzden anlattığımız öyküler acılı bile olsa buna uygun
bir dil bulmamız beklenir. Günümüz dünyasında iki temel baz alınıyor, şiddet ve şok
etkisi yaratma. Bence dünya o kadar kötü ki sinemada da ekstra şok etkisine ihtiyaç
yok.”diye yanıt verdi. Usta yönetmen sözlerine şöyle devam etti; “Çocuklara sevmeyi değil korkuyla yaşamayı öğretiyoruz, ne yazık ki. Ben sinemamda çocuklara gelecek için sevgi ve umut aşılamak istiyorum. Oysa maalesef sevgi pazarlama gücü olan, satan bir şey değil.”

Filminin sonunun neden açık uçlu olduğunun sorulması üzerine Khemir: “Ben
doğrudan politik anlatı yaparsam tiyatroyu tercih ediyorum. Sinemada da şiirsel üslup
tercih ediyorum. Amerikan yönetemi manipüle ederek, yönlendirerek olur, ben
konukseverliği tercih ediyorum. Ve seyircime kendi yerimi bırakıyorum.” diye yanıt
verdi.

Sinemaseverlerin oldukça yoğun ilgi gösterdiği söyleşide “Benim derdim bedenleri
değil, ruhları kurtarmak, bu yüzden gerçekçi bir hikayeler anlatmıyorum. Ben filmlerimde ruhun kaybettiklerinden bahsediyorum” diyen Khemir’in filmleri genelde Binbir Gece Masalları ile kıyaslanan, Arap ve Fars kültürlerinin masal geleneğinin ve tasavvuf felsefesinin sinema diline aktarılmış hali olarak yorumlanan filmler. Böyle özgün ve başarılı bir yönetmenle festival sayesinde bir araya geldiğimiz için şanslıydık.

Bir başka şansımız da İran sinemasının büyük ustalarından Rakhshan Banietemad idi festivalde. en sevilen filmlerinden Rusari Abi / Mavi Yaşmaklı’nın restore edilmiş versiyonunu ilk kez Malatya izleyicisiyle buluşturmanın heyecanını yaşayan Banietemad, gösteriminin ardından Yeşil Sineması’nda Malatyalı sinemaseverlerle buluştu ve soruları yanıtladı. Filmi, başrol oyuncusu Fatemeh Motamed-Arya ile birlikte izleme şerefine eriştim. Gerçekten çok keyifli bir buluşmaydı.

Katılma şansına kavuştuğum bir başka film sonrası söyleşisi ise Kırgız yönetmen Aktan Arym Kubat söyleşisiydi. Festivalde yarışan filmi Centaur‘u izledikten sonra kendisine sorularımızı yönelttik.  Yönetmen filmdeki durumların ülkesinde yaşanan gerçek durumlar olduğunu dile getirdi. Filmde İslam’a bir eleştiri mi var sorusunu yanıtlayan yönetmen, kesinlikle İslam’a değil, İslam’ı yanlış yaşayanlara bir eleştiri getirmek istediğini açıkladı. Ülkesinde bir Arap baskısı olduğunu anlatan Kubat, senaryosunda iyi kalpli yalnız bir karakter üzerinden bu gerçekleri yansıtmak istediğini vurguladı.

Semih Kaplanoğlu‘nun çok tartışılan Buğday filmi de  festival kapsamında Malatya’da seyirciyle buluştu. Ulusal yarışma bölümünde yer alan filmin gösterimi filmin yönetmeni Semih Kaplanoğlu’nun katılımıyla  Avşar Sinemaları’nda gerçekleşti. Gösterimin ardından İhsan Kabil’in moderasyonuyla gerçekleşen söyleşide Kaplanoğlu izleyicilerin sorularını yanıtladı. Kaplanoğlu, “bu filmi yaparken insana döndüm. Büyük bir tüketim ve bozulma hali yaşıyoruz. Şikayet ediyoruz, sürekli. Bizim yaşama şeklimiz ve halimiz yaratıyor, tüm bunları ve iklimler değişiyor. Bu film insanlığın ve benim yaşadığım sorunların, çelişkilerin filmi. Inancımız var ama doğamızı perişan ediyoruz” dedi. Yönetmenin son dönemde iktidara olan yakınlığı ve bu filmde de bilim ve dinin kıyasında propoganda yapan bir söylemi olduğu eleştirileri bolca tartışılıyor. Şahsen filmi yönetmenin iktidara yakın duruşu bilgisinden bağımsız bir biçimde izledim ve filmden çok etkilendim. Kehf suresinde geçen Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın yolculuğuna dair “Buğday mı Nefes mi” sorusunu içeren kıssayı siyah-beyaz bir bilim-kurgu olarak,  karanlık, distopik bir tablonun içerisinde harmanlaması nereden bakarsak bakalım Türk sineması için çok farklı ve iddialı bir örnek. Görüntü ve sanat yönetimi göz kamaştırırken senaryonun metafiziksel derinliği de filme bambaşka bir tad veriyor. Oyunculuklarda, bazı sahnelerin ruhunda hiç mi eksikler, göze batan durumlar yoktu, elbette vardı. Ayrıca elbette senaryonun, bilim bir yere kadar, önemli olan dindir ve tüm sorunları da o çözer gibi bir anlatımı olduğu penceresinden baktığınızda filmin yönlendirici ve propagandist yaklaşımı rahatsızlık verici bulunabilir fakat kanımca bu konuları tartıştırması açısından bile değerli bir yapım. Yönetmenin filmin galasının Beştepe’de yapılması da kesinlikle hoş bir hissiyat uyandırmıyor fakat esere mümkün mertebe yönetmenin siyasi yakınlıklarından uzak bir bakışla bakmaya çalışıyorum. Bunu saflık olarak değerlendirenler çıkabilir, ya da benim de yanlı olduğumu düşünenler olabilir fakat ben, iktidara kendisini epey uzak hisseden ve Semih Kaplanoğlu’nun önceki filmlerini şahsen çok beğenmeyen, kendisini yakın hissetmeyen bir sinema yazarı olarak kendi yaklaşımımın arkasındayım. Filmin oturulup saatlerce tartışılası konuları olabildiğince derinlikli bir biçimde işlemiş olması ve sinematografik açıdan cesareti, yenilikçiliği, olgunluğu beni bu filmi ciddiye almaya itiyor.

2001 yılında Kinyas ve Kayra romanıyla keşfettikten sonra yıllar boyu çıkan tüm kitaplarını koşarak edinip su içer gibi okuduğum roman yazarı Hakan Günday’ın Daha adlı romanından uyarlanmış film Daha’nın gösterimi de filmin yönetmeni Onur Saylak ve ortak yapımcısı Ziya Cemre Kutluay’ın katılım gösterdiği söyleşi ile devam etti. Ay Yapım ve b.i.t arts ortak yapımcılığında gerçekleşen DAHA; yurtiçi ve yurtdışında katıldığı festivallerden ödüllerle dönüyor. 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde yarışan Daha, festival jürisi tarafından “En İyi Film” ödülü de dahil olmak üzere dört ödüle layık görüldü. Filmde performansıyla dikkat çeken genç oyuncu Hayat Van Eck, Jüri Özel Ödülü ve Umut Vaadeden Erkek Oyuncu ödüllerini kucaklarken filmin başrol oyuncularından Ahmet Mümtaz Taylan da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Şahsen uyarlandığı romana olan sevgimden dolayı daha çok etkileneceğimi düşündüğüm bir film olduğu için hafif bir hayal kırıklığı yaşasam da mülteciler/göçmenler meselesini ele alışı, Feza Çaldıran’ın elinden çıkma, oldukça başarılı sinematografisi ve başarılı oyunculuklarla çıtanın üstünde bir Türk filmi şüphesiz.

7. Malatya Uluslararası Film Festivali yarışma sonuçları için tıklayın.

Festival için yaptığım söyleşileri de ayrıca blogumda paylaşıyor olacağım.

 

7. Malatya Uluslararası Film Festivali Başlıyor

 

Malatya Büyükşehir Belediyesi tarafından, Malatya Valiliği’nin katkılarıyla, 9-16 Kasım 2017 tarihleri arasında gerçekleştirilecek 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde bu sene Yabancı Basın Ataşesi olarak görev alıyorum.

Film New Europe‘un web sitesine festivalin programını tanıtan bir bülten hazırladım, burada yayında.

Daha sonra bu sene festivalin direktörlüğünü üstlenmiş olan sinema yazarı arkadaşım Suat Köçer ile söyleşimiz yayınlandı.

Daha sonra da festivalin program direktörlüğünü üstlenmiş, bu sene birlikte çalışma şansı elde ettiğim değerli sinema yazarı Alin Taşçıyan ile yaptığımız söyleşiye yer verdiler.

Festival süresince günlük hazırlayacağım basın bültenlerine de yer veriyor olacaklar.

Bu sene festivalin programı dopdolu bu arada. Festivalin bu yılki Ulusal Jüri Başkanlığını usta oyuncu Hülya Koçyiğit üstleniyor. Bu sene ilki gerçekleştirilecek olan Malatya Film Platformu’nda da 11-15 Kasım boyunca dört gün devam edecek atölyeler tasarlanmış.

Yarım Filmi Ekibiyle Söyleşi

Malatya Film Festivali’nin sonuna yetişmiştim ve 4 film izleyebildim. İzlediğim filmlerin üçü yarışmadan ödülle döndü, buna sevindim şahsen. En iyi film ödülünün Kar Korsanları gibi samimi bir ilk filme gitmesine çok sevindim örneğin. Abluka zaten yeterince konuşuluyor ve yurtiçi yurtdışı ödüllerle taçlandırılıyor. Oyunculuklar gerçekten başarılı ve konu itibariyle de politik gündeme denk gelmiş olması açısından, temiz yönetmenliğiyle önemli bir film fakat şahsen favori filmim değil. İzlediğim filmlerden Yarım’ın ekibiyle uzun uzadıya bir röportaj yapma fırsatım oldu, röportajdan bir gece sonra da ödüllerde hem Kemal Sunal Halk Ödülü’nü hem de Jüri Özel Ödülü’nü almış olduklarını öğrendik. Özellikle halk ödülünü almış olmaktan çok mutlu olduklarına eminim ekibin. Film Diyarbakır’da yaşayan 15 yaşındaki bir kızın Muğla’da yaşayan zeka özürlü bir kişiyle evlendirilmesi ve bu ehliyetsiz iki kişinin kurban oluşlarını çok naif ve hafif bir biçimde anlatan, başarılı bir yapım.  Çağıl Nurhak Aydoğdu Kılıç’ın ilk uzun metrajı.

Filmde önce Fidan rolünde izlediğimiz, gösterdiği performansla ve yeşil gözleriyle bizi büyüleyen Ece Tatay’a  Kültür Mafyası için sorularımı yönelttim.

Ece kaç yaşındasın, Nerede yaşıyorsun, okula gidiyor musun, kendini tanıtır mısın bize?

15 yaşındayım. Diyarbakırlıyım, hala orada yaşıyorum. Sinemaya gitmeyi, kitap okumayı çok seviyorum. Ailemle vakit geçirmeyi seviyorum. Lise’ye başladım.

Kaç kardeşsiniz?

Biz üç kardeşiz. Erkek kardeşim ve ablam var, ben ortancayım.

Erkek kardeşinin de Yarım filminde rolü var değil mi?

Evet, kardeşimle birlikte oynadık.

Sanırım sanatla ilgili birisin, sinemaya gitmeyi sevdiğini söyledin. Aklında bu sanatla ilgili birşeyler yapmak var mıydı? Bu ilk deneyimin herhalde?

Aslında Hükümet Kadın filminde küçük bir rolüm var.

Nasıl gelişti peki bu deneyim?

Sultan dizisinde arkadaşım vardı, onu izlemeye gitmiştik, beni görmüşler, Hükümet Kadın’ın ajansına çağırdılar, deneme çekimi yapalım dediler. Ama hiçbir ajansa başvuru yapmadım, ismim yok. Sonra aradan zaman geçti. Çağıl ablalar çekim yapmaya Diyarbakır’a gelmişler. Tanıştık, beni çok beğenmişti, hikayesindeki karakter Fidan’ın ben olduğumu düşünmüş hemen.

Sonra hikayeyi mi anlattı sana, hemen senaryoyu mu okuttu, nasıl gelişti?

Bu görüşmeden sonra filmin mekanlarıyla ilgili bazı değişiklikler olmuş, bir üç ay girdi araya, o arada hikayeyi anlattılar. O an etkilendim, güzel buldum ama senaryoyu okuyunca çok daha fazla heyecanlandım, hele oynayınca daha da arttı ilgim.

Oyunculukla ilgili nasıl çalıştınız?

Açıkçası abla kardeş gibi çalıştık, yönetmen oyuncu gibi çalışmadık, eğleniyorduk.

Seni rahatlatıyordu herhalde.

Evet çok şanslıyım bu konuda.

Çekimler ne kadar sürdü?

Bir ay Muğla’da da çektik, bir hafta da Malatya’da çektik.

Başrol olarak ilk deneyimin. Zor bir karakteri canlandırıyorsun. Ağladığın, etkileyici sahneler var. Bu zor sahnelerle sen nasıl başettin.

O ağladığım sahnelerde ben gerçekten ağladım. Gerçek annemi kaybetmişim gibi düşünerek ağladım mesela. Hatta ben ağlayınca tüm ekip dayanamayıp ağlamıştı. Annemi özlemiştim bir yandan, o yüzden kendime zor geldim o ağlamada, tamam annenle görüştüreceğiz diye beni sakinleştirdiler. Sonraki sandal sahnesinde de gerçekten ağladım çünkü çok korktum.

Serhat’la çalışmak nasıldı, çünkü bütün hikayeyi ikiniz götürüyorsunuz, sürekli bir alışveriş var aranızda oyunculuk olarak filmde, nasıl bir deneyimdi?

Serhat abiyle çalışmak çok keyifliydi, bir kere daha olsa yine çalışırım onunla, Fidan’la Salih’in arkadaşlığı gibi biz de gerçekten arkadaş olduk ve çok eğlendik.

Aklında set anıları varsa paylaşır mısın?

Hortumla su savaşı yaptıkları sahnede Hülya ablayı aslında ıslatmayacaktık yani senaryoda yoktu, onun haberi yoktu.

(Kahkahalar)

O anki tüm tepkileri gerçekti yani.

Evet kesinlikle. Çok zevkliydi.

Daha önce gitmediğin yerler gördün herhalde bu film sayesinde değil mi?

Evet, daha önce İstanbul’a da hiç gitmemiştim. İnsan kendi memleketinden uzak kalınca aslında çok kötü oluyor. Ama beğendim, İstanbul yaşamak için olmasa da gezmek için güzel bir şehir bence. Muğla çok güzeldi özellikle. Yemyeşildi. İnsanları da çok sevdim.

Oyunculukta en önemli şeylerden biri utanma duygusunu yenmektir. Senin rolün de bu anlamda zorlayıcıydı. Neler söylemek istersin?

Ben senaryoyu okuduğumda bundan dolayı pek istememiştim aslında. Ama sonra kamera karşısında çok rahat olduğumu farkettim. Hiç utanmadım. Mesela kameraya bakıp gülebilirsiniz, ben kamerayı unuttum resmen ve hiç gülesim gelmedi.

Ekibin geri kalanıyla yaptığım röportajın devamı için tıklayın.

Yarım

Geçtiğimiz sene Malatya Film Festivali’nde yarışan, hem Kemal Sunal Halk Ödülü’nü hem de Jüri Özel Ödülü’nü alan Yarım adlı filmi festivalde izleme şansım olmuştu, sonrasında da filmin ekibiyle kapsamlı bir röportaj yapmıştım. Yarım ülkemizde Nisan 2016′ da vizyon şansı buldu.

Doğu’da bir dağ köyünde yaşayan 15 yaşındaki Fidan’ın annesi ölmüştür ve Fidan hem çobanlık yapmakta hem de küçük kardeşine bakmaktadır. Bir süre sonra babasına verilen bir miktar para karşılığında Ege’deki bir aileye gelin olarak gönderilir. Evlendirildiği kişi, 35 yaşında zihinsel sorunları olan biridir.

Filmin yönetmeni Çağıl Nurhak Aydoğdu sektöre reji asistanı , yönetmen yardımcısı olarak girmiş. Bu hikaye kafasında somutlaşınca bakanlık desteğiyle de birlikte ilk uzun metrajını çekmiş oldu. Filmin sinematografisi, mekanların kullanımı, oyuncu yönetimi, oyunculukların başarısı, bir ilk film için vasatın üstünde. Müzikler de gayet başarılı. Yani filmin akıcı bir yapısı var, kendini izletmeyi, seyirciyi içine çekmeyi ve merak unsuru oluşturmayı başarıyor.

Fidan’ın 15 yaşında oluşu elbette bir çocuk gelin meselesi olarak öne çıkıyor. Fakat röportajda yönetmen filminin asıl meselesinin bu olmadığını,  bu filmle daha çok iki yarımın bir tam etmeyeceğine ve ailelerin verdikleri iyi niyetli kötü kararlarla ve aslında cahillikle çocuklarının hayatlarını ne denli etkileyebileceğine dikkat çekmek istediğini söyledi.

Fidan’ı canlandıran Ece Tatay hem doğal oyunculuk kabiliyetiyle hem de güzelliğiyle dikkat çekiyor. Fidan’ın “güzel” bir kız olarak seçilmiş olmasıyla ilgili filme bazı eleştiriler geldi, Mustang filmine gelen eleştirilere benzer şekilde. Böylesine hassas bir konunun estetize edilmesi ve sempatikleştirilmesi eleştiriliyor, bana sorarsanız bu dramatik bir filmin dilinin ağdalı oluşunu hafifleten bir estetize tercih ve anlaşılabilir bir “tercih” meselesi, zaten filmin diyaloglarında da belirli bir mizah anlayışı hakim ve bu da şahsen hoşuma giden bir tercih. Mustang’de olduğu gibi bu filmin de masalsı bir yapısı olduğu söylenebilir. Duygu sömürüsü ve seyirciyi ağlatma hedefi yok belli ki yönetmenin, hikayeyi daha naif bir yerden anlatma hedefi var.

Yarım filmi, insan doğasıyla ilgili çok enteresan bir konuya da değinmiş aslında. Bazen insan mutsuzsa, başkasının mutluluğundan da mutlu olamıyor ve konum ve şartlar ne olursa olsun kıskançlık duygusu içinde dolanabiliyor. Salih’in ikiz kardeşi son derece sağlıklı bir erkek olmasına rağmen aşk evliliği yapmadığından, zihinsel sorunları olan Salih’i Fidan’a aşık olduğu için kıskanabiliyor ve mutluluğunu istemiyor. Salih’in annesi de aynı şekilde Salih ile Fidan arasındaki ilişkiden dolayı mutlu olacağına enteresan bir kıskançlığa giriyor. Aslında belki de başka bir filme daha derin konu olabilecek derecede doğru bir saptama insan doğasına dair.

Filmde doğu ve batı resmi de çiziliyor, daha doğrusu batının içinde doğu algısının altı çiziliyor. Bazı önyargıları da çok göze sokmadan konumlandırıyor hikayede…  “Pire ondan mı geçti, siz Kürt müsünüz, biz çobanız” gibi bazı diyaloglar yeterli göndermeler olarak yerini almış kanımca…

Bir ilk film olarak ve yaşadığımız gerçeklere odaklanan, derdi olan bir yapım olarak, en başarılı kısmı ise oyuncu seçimi olan bu filme bir şans verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Serhat Yiğit, Hülya Böceklioğlu, yakın zamanda kaybettiğimiz Recep Yener gerçekten performanslarıyla filmi başka bir yere taşıyorlar. Elbette hem senaryoda hem sinematografide çok daha başarılı bir çizgiyle bu hikaye daha sağlam bir yapıya kavuşabilirdi ancak Çağıl Nurhak Aydoğdu ümit veren bir genç yönetmen bana göre, diğer işlerini de takip etmeye devam edeceğim şahsen.

Not: Bu yazı, filmin vizyon haftasında populersinema.com sitesinde yayınlanmıştır.