Pırıltılı Hayatlar / The Bling Ring

Cannes Film Festivali’inde, yönetmeni Sofia Coppola’nın da katıldığı bir gösterimde izleme fırsatı buldum Bling Ring’i. İsmi “Pırıltılı Hayatlar” olarak Türkçe’ye çevrilen filmin o gün elime geçen basın bülteni bile adına yakışır derecede renkli, çekici ve davetkardı.

Bling Ring/Pırıltılı Hayatlar, 2009 yılında yaşanmış gerçek bir olayı konu ediyor. Daha doğrusu yönetmen, yaşanmış olayla ilgili yazılmış bir makaleden (Nancy Jo Sales’ın Vanity Fair’de kaleme aldığı The Suspects Wore Louboutins adlı makale…) etkilenerek, “bu bir film olmalı” diyor ve kolları sıvıyor.

2009’da yaşanmış olay şöyle cereyan ediyor: Hollywood’da, maddi açıdan gayet iyi durumda olan ailelerin 18-19 yaşlarında çocukları olan 5 genç, ünlülerin “pırıltılı hayatlar”ına olan özentilerinin bir takıntı haline gelmesi sonucunda Paris Hilton, Lindsay Lohan, Megan Fox, Orlando Bloom ve Audrina Patridge’nin evlerine girerek hırsızlık yapıyorlar ve elbette yakalanıyorlar. Yakalandıktan sonra da bu olayın medyaya yansıması sonucu, onlar da bu yolla “ünlü” olmuş oluyorlar. Film de birebir bunu konu ediyor, ne eksik, ne fazla.

Böyle bir olayı sıradan bir vatandaş olarak gazetede okuduğunuzda, deli mi bu çocuklar, durumları da iyiymiş, dertleri neymiş, diyip geçebilirsiniz. Bir köşe yazarı iseniz, bu konuyu sosyolojik açıdan değerlendirebilir, araştırabilir ve konunun üzerine yorumlar yapabilir, detaylı bilgi verebilirsiniz. Bir sinemacı iseniz, yine bu konudan etkilenebilir ve esinlendiğinizi belirterek olayı sosyolojik ve dahi psikolojik açıdan değerlendirebilir, yaşanan olaylara biraz daha sinemasal ruh katabilir, senaryoyu derinleştirebilir, yönetmen olarak bu konuya olan yaklaşımınızı her türlü tercihinizle – kamera, müzik, kurgu, karakterler, renk vs – ortaya koyabilirsiniz.

“Lost in Translation/Bir Konuşabilse” ve “Somewhere/Başka Bir Yerde” gibi filmlerinden anladığımız kadarıyla Coppola, “ünlü” olmanın getirdiği sıkıntılara epey kafa yormakta. Belki kendisi de ünlü bir ailenin artık ünlü olmuş kızı olduğundan, empati kuruyor meseleyle, kimbilir… Fakat “Lost In Translation” filminin senaryosundaki başarıyı maalesef yakalayamamaya başladı sanki son son . Lost in Translation’da bulup, “Somewhere” ve “The Bling Ring”’de bulamadığımız şey aslında karakterlerin derinliği ve yönetmenin filmi yönlendirişi, kendi bakış açısını hissettirmesi sanırım. Gerçi Coppola röportajlarında izleyiciyi yönlendirmeyi sevmediğini, durumu anlatıp, kalanı izleyiciye bırakmayı tercih ettiğini söylüyor. İzleyiciyi aptal yerine koymak istemediğini söyleyen ve sinemada alışılmış göze sokma tekniklerini kullanmadan, kimi seçimleriyle vermek istediği mesajı dolaylı yoldan veren çok yönetmen var ve bu yaklaşımı da takdirle karşılamak lazım. Fakat bu durum, o durum değil. The Bling Ring o kadar yönsüz bırakıyor ki meseleyi, sanki bir haber programı izliyoruz. Kamera, olanlara şahit olmak dışında hiçbir görev üstlenmiyor adeta.

Konu ihtişamla, zenginlikle, şan şöhretle ilgili, ee film de şıkır şıkır bir görselliğe sahip. Lüks arabalar, şık gece kulüpleri, barlar, şık sosyetik insanlar, lüks evler, mücevherler, elbiseler, saçlar, makyajlar…. Bling Ring filmi de, posterinden basın bültenine, jenerikte kullanılan fontlardan müziğe kadar, yeterince “makyajlı” ve “abartılı”. Bu anlamda filmin teknik başarısından, filmden sonra rahmetli olan ünlü görüntü yönetmeni Harris Savides’in sinematografik açıdan harikalar yarattığından bahsedebiliriz. Fakat birşeyi anlatmak için onu tam da olduğu gibi göstermek mi gerekir, işte burasını tartışırım. Keşke pırıltının abartısını anlatmak için pırıltının abartısını sunmasaydı bize Coppola…

Gelelim oyunculuklara… Filmde bu gençleri canlandıran oyunculardan “ünlü” olanı sadece Emma Watson, diğerlerinin ilk oyunculuk deneyimleri. Fakat Watson dahil hepsi çok iyi oyunculuk sergiliyorlar. Zaten sorun oyunculuklarda değil, senaryoda yazılmış olan karakterlerde. Bu karakterlerin sığlığında… Evet, yaşanmış bu olaya tepeden bakarsanız, “sığ ve içi boş birkaç gencin şımarıkça ünlülerin evlerine dalması ve hırsızlık yapması, yakalanınca dahi ders almayıp bu şekilde ünlü olmaktan bile haz almaları, bu çocukların bu yaptıklarıyla Amerikan popüler kültür fantezisine hizmet etmekten başka bir işe yaramamaları” olarak değerlendirebilirsiniz olup biteni ama o zaman da böylesine içi boş bir öyküden neden film yapasınız ki? Ancak eğer biraz daha eğilebilirseniz duruma, toplumsal bir eleştiri getirebilirsiniz bu yaşanmışlık üzerine, ya da “y kuşağı” denen bu gençlerin psikolojik durumlarına dem vurabilir, her türlü maddi imkanın gencecik insanların elinde olması, internetteki gelişmeler sonucu artık hiçbir özel hayatın kalmaması, kimsenin ulaşılmaz olmaması, bilgiye saliselerle ulaşabiliyor olmamız sonucu yaşanan travmalar, eksiklikler, doyumsuzluklar, başıboş kalmışlıklar, idealsizlik, düşülen boşluklar ve gidişatın nerelere varabileceği gibi çok yönlü çıkarımlar yapabilir, bunun üzerine kurabilirsiniz tüm sinemasal örgünüzü. Belki Sofia Coppola, olanları sadece olduğu gibi vererek, eh seyirci de kendi çıkarımlarını yapsın diyor ama olayı bize izletişi o kadar uzaktan, o kadar tepeden bir bakışla ki… Ya yorum yapmaktan kaçınarak kolaycılık yapıyor ya da bu çocukların anlatılacak başka hiçbir tarafları yok demek istiyor ve bir bakıma onları küçümsüyor… Ben gene de kolaycılık olduğuna inanıyorum…

Coppola sosyolojik açıdan önemli bir konuya sahip olan filminde görselliğe verdiği önemi senaryosuna da verseydi, karşımızda çok önemli bir yapıt duruyor olabilirdi kanımca.

Sıkılacağınız bir film değil Pırıltılı Hayatlar. Size pırıltılı bir film sunuyor, modern hip hop örneklerinden Kanye West, Sleigh Bells, Deadmau5 ve Frank Ocean parçalarıyla, göze olduğu kadar kulağınıza da hitap etmeyi biliyor. Velhasıl, doğru formüller, eksik senaryo. İzleyin, yaşanmış bu gerçek hikayeyi rengarenk izleyerek öğrenin. Eleştirmesi size kalmış…

Yorum bırakın