Cannes Film Festivali İlk Kez Temmuz’da! Hem de Karbon Ayak İzi Duyarlı!

May 2011 Cannes Film Festival

2011 – 2015 yılları arasında gerçekleşen Cannes Film Festivallerinde bizzat bulunma şansına erişmiştim. Foto 10 yıl öncesinden. Tarihi boyunca hep Mayıs ayında gerçekleşen festivalde açıkçası havalar oldukça dengesiz, çoğunlukla da rüzgarlı, yağmurlu ve soğuk olurdu. Bir süredir festivale gitmiyorum, bu sene zaten gidemezdim bu sebeple de pek kıskandım: festival bu yıl sıcacık olacak, çünkü Temmuz’da gerçekleşecek ilk kez!

Kader!

6-17 Temmuz 2021 tarihleri arasında festivalde bulunmak istiyorsanız basın ve sektör akreditasyonu için online kapılar açıldı, haberiniz olsun.

Halk katılımı için ise Cannes’da 3 Gün akreditasyonu Nisan’da açılacak.

Normalde her yıl festival nedeniyle Fransız Rivierası, 200 bine yakın turist çekiyor. Festivalin bölge ekonomisine katkısı ise yaklaşık 200 milyon Euro imiş, dudak uçuklatan cinsten.


Festival, geçen yıl salgın sebebiyle gerçekleşememiş, bunun yerine ödüllere aday gösterilen 56 filmin listesi yayımlanmıştı.

Festival bu sene karbon emisyonu azaltımına gidiyor. Festivale akredite olan herkesten yolculukta gerçekleşecek karbon ayakizleri adına 20 euro’luk bir katılım payı alınacak ve toplanan bu katkı payları, yerel, ulusal ve uluslararası Karbon denkleştirme programlarına ödenecek.

Büyükada’da Toprağın Çocukları’nı İzledik

Büyükada’da yazlık sinema günleri sona erdi. Kış ayı boyunca Pazartesi akşamları Cat’fe Cafe’de Başka Sinema’dan ve yerli sinemamızdan çeşitli seçkiler izlemeye ve yönetmenleri konuk etmeye devam ediyor olacağız.

15 Ekim 2018 Pazartesi akşamı, 2012 yapımı Toprağın Çocukları adlı filmi izledik. Filmin yönetmeni arkadaşım Ali Adnan Özgür de aramızdaydı. Köy enstitülerinin kapanışını konu edinen filmle ilgili sorularımızı cevaplayan Ali Adnan Özgür Büyükada’da olmaktan ve ilk filmini bizlerle paylaşmaktan çok mutlu olduğunu da sözlerine ekledi.

Filmi bu linkten yasal olarak izleyebilirsiniz.

Film ekibiyle 2012’de yaptığım röportajı bu linkten okuyabilirsiniz.

 

Mynet Sinema

Beyazperde.com Mynet’e aitken, 2006 yılının sonunda part time editör olarak işe girmiştim. Rahmetli Bige Akdeniz genel yayın yönetmeni, sevgili arkadaşım Serdar Kökçeoğlu ise haber editörüydü. Onların sayesinde bu meslekteki ilk acemiliklerimi o dönem attım. Bir süre ayrılmıştım Mynet’ten. Binrota diye bir gezi sitesinin editörlüğüne geçmiştim. Sonra Mynet geri çağırmıştı beni beyazperde için. Bir süre sonra ise Fransız şirket Allociné, Beyazperde’yi Mynet’ten satın alınca ben de Allociné ile çalışmaya başlamıştım. Yıl 2010’du. Sitenin genel yayın yönetmeni olmuştum. Mynet’ten bir süre sonra tamamen ayrıldı Beyazperde. Editörlerimi, stajyerlerimi seçtim, ekibimi kurdum. Daha sonra pazarlama müdürü Yalçın Parmaksız’ın da aramıza katılmasıyla Beyazperde’yi kocaman bir web sitesi haline getirdik.

2015’te özel sebeplerden ayrılmak istedim Beyazperde’den. O günden beri freelance olarak devam ediyorum sinema içerik editörlüğüne, çevirmenliğe, yazarlığa. Şubat ayı itibariyle ise, Beyazperde’den ayrıldıktan sonra sayfalarını değiştirerek sinema.mynet.com domain adı ile hayatına devam etmekte olan Mynet Sinema sitesinin freelance editörlüğünü yapıyorum. Mynet’e hep bir geri dönüş oluyor 🙂

Şubat 2018 itibariyle yaptığım ve yapacağım sinema haberlerine bu linkten ulaşabilirsiniz.

Tepelerin Ardında/Dupa Dealuri/Beyond The Hills

 

18 Mayıs 2012 gecesi Cannes Film Festivali kapsamında izledim Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri)’yı, Türkçe ismi Emin Alper’in son filmini çağrıştıran bu Romen yapımı filmi. Ertesi sabah da film ekibi ile basın toplantısı vardı, gece gece sarsıcı bir film izlemiş olmanın etkisiyle sabah koşarak gittim toplantıya, bir de yönetmenden dinlemek için bu filmin oluşum hikayesini…

Romen yazar Tatiana Niculescu Bran’in yaşanmış bir olaydan yola çıkarak yazdığı ve ülkesinde sansasyonlar yaratan romanı Deadly Confession’dan esinlenen yönetmen Cristian Mungiu, 18 yaşlarındaki Alina ve Voichita’nın sarsıcı hikayesini beyazperdeye aktarırken tabii ki yine, yazıda yer yer bahsedeceğimiz, kendine has sinema dilini sonuna kadar kullanıyor.

Bir yetimhanede zor şartlarda birlikte büyürken aralarında ismi konmasına lüzum olmayan bir sevgi/aşk da gelişmiş olan Alina ve Voichita, yetimhaneden ayrılmışlar ve bir süre birbirlerinden uzak kalmışlardır. Voichita Almanya’da tek başına ayakta durmaya çalışmış ama başaramamış, Alina ise Romanya’da bir manastıra sığınmakta bulmuştur çözümü. Birbirlerinden ayrı geçirdikleri yıllarda hayat onları farklı şekillerde etkilemiştir. Voichita özgürlüğünün ve sevgisinin peşinde koşan bir genç kız olmuş, Alina’yı da alıp Almanya’da kendilerine yeni bir hayat kurmanın hayalini kurarken, Alina ise manastırda kendisini güçlü bir Tanrı sevgisi ile donatmayı, kendisini böyle ifade etmeyi tercih etmiştir ve hiçbir yere gitmeye niyeti yoktur. Hayata karşı bir kabulleniş duruşu geliştirmiştir… Bu noktada tabii ki iki kız çok farklı tutumlara savrulmuş vaziyette tekrar biraraya gelmiş oluyorlar. Bu da herşeyin kırılma noktası oluyor zaten.

Başarılı yönetmen Mungiu herşeyden önce bu sevgi hikayesini, Romanya gibi bir ülkede, din ve bilimin çatışmasının tam da ortasında anlatmayı seçmiş. Üstelik izleyeni uzun bir süre manastırın içinde tutarken, Mungiu, bir yandan Alina ve Voichita’nın etrafını “toplum” ile de kalabalıklaştırmaya başlıyor. Toplumun sesini duymaya başlıyoruz bu kez. Alina, sevdiği kızın bu ortamda beyninin yıkandığını farkediyor ve onu bu durumdan kurtarmak için orada kalmaya karar veriyor. Onlar gibi davranarak dikkat çekmemeye çalışsa da benliği kendini ele veriyor ve toplum tarafından dışlanmaya başlıyor. Bu noktada izleyiciyi sarsan en büyük gerçek, gerçekten de beyni yıkanmış olan Voichita’nın olan bitene en ufak bir müdahalede bulun(a)maması, tepkisizliği, hissizliği… Bence müthiş bir oyunculuk kabiliyetiyle genç kız seyircide kendisinden neredeyse tiksinme hissi yaratıyor bu tepkisizliğiyle. Bunu da donukluğuyla, konuşma biçimiyle başarıyor… (Filmi izlerken, ilk oyunculuk deneyimi olan bu genç kızın bu donukluğunun bir oyunculuk başarısı mı yoksa filmdeki karaktere uyan tesadüfi bir gerçek karakter yapısı mı olduğunu çok düşündüm, fakat ertesi sabahki basın toplantısında genç kızın konuşmalarında hiç de donuk biri olmadığını gördüğümde oyunculuğuna şapka çıkarttığımı söyleyebilirim. Bu bağlamda Cannes’dan en iyi kadın oyuncu ödülüyle dönmeleri beni çok sevindirmişti.)

Romanya’da dinin toplum üzerinde nasıl bir etki bıraktığını, manastırda yaşananlarla soğuk ve çıplak bir şekilde gözlerimizin önüne atan, “gerçekçi” yönetmen Mungiu, bize aynı zamanda bu cehaletin ne gibi akla gelmez sonuçlara varabileceğini de göstermiş oluyor.

Filmde hikaye çok önemli, bu yüzden yönetmen bazı kamera açılarında, aslında daha estetik olabilecek bir çekimi tercih etmeyip, hikayenin önüne geçmemek adına daha basit bir çekim yapısını tercih ettiğini söyledi basın toplantısında, fakat bu durum aslında hikayenin önemi kadar onun nasıl anlatıldığının öneminin de altını çizmiş oluyor ironik bir biçimde. Mungiu’yu Nuri Bilge Ceylan’a benzetmemek elde değil, filmlerinde sorulara cevap vermektense sorular sormayı/sordurtmayı tercih ettiğini söyleyen, müzikle ya da farklı estetik tercihlerle izleyiciyi yönlendirmek istemeyen ve kurgu bir hikaye anlatsa, belgesel çekmese de, çıplak gerçeği göstermek için de büyük çaba harcayan, bu anlamda sinematografisindeki renk seçimlerinin dahi, bana, “iddiasızlık da bir iddiadır” dedirttiği bir yönetmen olan Mungiu ile Ceylan’ın tarzlarını benzeten şüphesiz sadece ben değilimdir.

Tepelerin ardında gizlenmiş bu manastırda yaşanan cehalet ve bu cehaletin yaşattığı akıl almaz derecede sert gerçekleri izlemesi çok kolay olmayacak, filmin süresi de üç saate yakın, bu anlamda filmin her izleyiciye göz kapalı tavsiye edilecek bir film olduğunu söylemek zor. Fakat Romen sinemasının öncülerinden olarak kabul ettiğimiz Cristian Mungiu’nun bu tüyler ürperten ve kolay kolay akıldan çıkmayan filmi, bana sorarsanız yılın kaçırılmaması gereken deneyimlerinden…

 

19. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali İzlenimlerim

Bu sene, yıllardan beri olduğu gibi yine Beyazperde.com olarak sponsorduk bu önemli festivale. Bu bağlamda konuklarından biriydim festivalin ve gitmişken hem izlemediğim güzel filmleri izlemek hem de birkaç röportaj yapmak niyetindeydim. Öyle de oldu.

Aslında bu festivalde herkesin merakla izlemek istediği birkaç filmi ben Cannes Film Festivali’nde izlemiştim. Bu yüzden programım herkesten biraz farklı olacaktı. Örneğin Haneke’nin Love‘ı, Fatih Akın’ın Cennetteki Çöplük‘ü herkesin ilgi ve merakla beklediği filmlerdi. Tüm basın bu filmlere koştururken ben farklı rotalar çizmek durumunda kaldım tabii.

İlk gün Fatih Akın’ın filminin galası ve söyleşisi vardı, ben ona gitmedim. Yeri gelmişken söyleyeyim, Fatih Akın, sevdiğim ve her yaptığını takip ettiğim bir yönetmendir. Bu belgeselin konusu da çok ilgimi çekmişti ama izlediğimde aradığımı bulamadım açıkçası. Konu önemli ve güzel, ve fakat ele alış biçimi ve tekniği açısından herhangi bir belgeselden farkı yok. Klasik, durumu göster röportaj koy, durumu göster röportaj koy sırasına uyulmuş. Konu ilginç olsa da, ve çekimler sürdükçe oradaki durum farklı bir hal alsa da – beş yıl boyunca çekimleri devam eden belgeselde Karadeniz’de Fatih Akın’ın doğduğu köyde yeni yapılaşma sonucu çöpe dönüşen bölge konu ediliyor ve bu geçen beş yılda tanık olunuyor gelişmelere elbette, bu anlamda değişik bir belgesel diyebiliriz – eninde sonunda çok standart bir belgesel olmuş. Belgeselin bir bölümünde Şevval Sam’ın, bir bölümüde ise Manga’nın bölgede verdikleri konserlerine yer verilmiş, bu da hem belgeselin Fatih Akın’sal yanı olmuş sanki, hem de durağan konuya bir hareket katmış fakat ben gene de bu belgeselde daha çok Fatih Akın tadı almak isterdim. Şu var ki, Fatih akın, projelendirdiği bu belgeselin her aşamasında yer almamış tabii, çekim ekiplerini yollayıp gereken görüntüleri almış, dolayısıyla o tadın alınmamasında bunun da bir payı olabilir elbet.

Madem Cennetteki Çöplük’ü izlemedin, o halde ne ettin derseniz, koşa koşa Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filmini izlemeye gittim derim size! Ne de iyi yaptım! 1965 yapımı bu filmi sinema perdesinde izlemek bir daha nasip olmayabilirdi. Çok enteresan bir film Sevmek Zamanı. Herşeyden önce Müşfik Kenter ve Sema Özcan o kadar genç ve güzeller ki! 1965 yapımı bir film için çekimler, mekanlar ve bu tarz seçimler gerçekten de Metin Erksan farkını ortaya koyuyor. Zengin kız fakir erkek aşkı hikayesine bambaşka bir noktadan bakan,  alışılagelmiş kötü baba figürü yerine anlayışlı baba gibi detaylarla benzerlerinden ayrılan film, her önüne gelenin filmine konu ettiği aşkı Fars Edebiyatı’nda sıklıkla karşılaşılan, Türk Halk Sanatı’nda ise tasavvuf felsefesi ile ilişkili olarak bahsedilen surete âşık olma teması üzerine kurmasıyla Türk sinemasında bambaşka bir yere oturuyor bana sorarsanız. Elbette diyaloglar bugünün dünyasında izlendiğinde komik, saçma olabiliyor ama hakkını teslim etmek gerek yakın zamanda kaybettiğimiz ünlü yönetmen Metin Erksan’ın.

Bu arada festivale dönecek olursak, şunu eklemeden geçemeyeceğim. Festivallerde ulaşım, konukların en önem verdikleri hadisedir. Özellikle büyük festivallerde konuk sayısı ve etkinlik yerleri fazla olduğundan, aslında işleri de zordur festival sorumlularının. Bazı festivallerde maalesef ulaşımın aksadığına çok kez şahit olduk. Hoşlanmadığımız durum ise ilgisizlik, asık suratlar ve çözüme kavuşturulamayan meselelerdi çoğu kez. Fakat bu sene Altın Koza Film Festivali’ni ulaşım organizasyonu açısından bin kere tebrik etmek istiyorum. Örneğin herkes Fatih Akın’a akın ederken ben otelimden çıkıp tek başıma, hiçbir basın görevlisinin gitmediği Sevmek Zamanı filmine gitmek istediğimi biraz da utana sıkıla söyledim, fakat o kadar büyük anlayışla, “ne demek, derhal” diyerek bana özel araba tahsis ettiler ki, ağzım açık kaldı. Özel araba ve servisleri kullanan kişilerin hepsinin de genç, üniversite öğrencisi, tertemiz, saygılı, kültürlü kişilerden seçilmiş olması dikkatimizi ayrıca celbetti. Kaldığım 5 gün boyunca ulaşımla ilgili tek bir sorun, tek bir asık surat, tek bir aksama görmedim. Hepsine buradan ayrıca teşekkürler.

Gelelim filmlere, Yeraltı‘nı İstanbul’da basın gösteriminde izlememe rağmen, hem filmi çok sevdiğimden, hem de film sonunda Zeki Demirkubuz söyleşisi olduğundan, koşa koşa yeniden izlemeye gittim. İyi ki de izlemişim, hem bu filmi gerçekten çok beğendiğimi teyid etmiş oldum (her film iki kez izlenmeli bana sorarsanız), hem de Zeki Demikubuz’un filmle ilgili, yönetmenlikle, edebiyatla, hayatla, insanlıkla ilgili söylediklerini kaçırsam çok üzülürdüm cidden. Tüm söyleşinin ses kaydını aldım aslında bir ara hepsini çözümleyebilirsem burada yer vermek isterim ama bir kısmı yaptığım şu haberde yer alıyor: http://www.beyazperde.com/haberler/filmler/haberler-53680/

Filmin ve/ya yönetmenin ödül alması gerektiğini düşünüyordum açıkçası. Bu arada ben Araf‘ı da İstanbul’da basın gösteriminde izlemiştim ama Araf beni Yeraltı kadar etkilemediğinden, onu da bir kez daha izleyeyim demedim açıkçası. Araf da, son zamanlarda izlediğimiz bir çok film gibi epey gerçekçi. Günümüz toplumunda görmeyi, üzerine düşünmeyi tercih etmediğimiz, önünden geçip gittiğimiz insanların hayatlarında aslında neler oluyor, bize bunu göstermek istemiş. Dışımızda kalan dar hayatlar çareyi nasıl yollarda arıyorlar, bunu göstermek istemiş. Ben oyunculukları başarılı buldum fakat film, her türlü şaşkınlık verici gerçekçi anlarına rağmen (düşük sahnesi epey zor izlenecek bir sahneydi-Haneke tarzı bir gerçekçiliğe doğru gidiyor sanırım Ustaoğlu) beğenimi kazanamadı. Herşeyden önce gene minimal tarzda bir film, diyalogdan çok anları yakın planlarda bize göstere göstere anlatmak, oranın kokusunu dahi duymamızı sağlamak istiyor yönetmen, buna saygım var. Fakat yine de filmde beni iten durumlar var. Amacı seyirciyi rahatsız etmek olan filmler izlemeye alışkınım ve çoğuna da bayılmışımdır, o da değil derdim. Derdim ne, diyemedim ama işte, bir olmamışlık hali…

Araf filminin gösterimi öncesinde ise Gözetleme Kulesi adlı filmi izledik. Pelin Esmer imzalı filmde Olgun Şimşek başrolde. Hikaye, mekanlar, diyaloglar, oyunculuklar, bence herşey yerliyerindeydi. Üstelik ilginçtir, Araf ile benzerlikler taşıyordu. Olgun Şimşek’in canlandırdığı karakter bir yana, gene genç bir kadının üzerinden takip ediyoruz hikayeyi ve bu kadın da aslında “araf”ta sıkışmış bir genç kadın. Gene dar hayatlar var, gene bizlerin yok saydığı görmezden geldiği hayatlara bir yakından bakış var, ama bu kez daha duygu dolu ve kesinlikle daha samimi… Yönetmen minimal bir anlatım tarzını da seçmemiş.  Bu kez bir düşük değil ama kendi kendine doğum görüntüsü var… (Adana’da iki filmin gösteriminin üstüste olması seyircilerde yeter, bir kadın daha doğurmasın artık tepkisine yol açtı şüphesiz.) Elbette bazı açılardan kıyaslanabilecek, bazı açılardan kıyaslanamayacak iki filmden bahsediyoruz ama kıyaslayabildiğimiz noktalarda benim tercihim kesinlikle Gözetleme Kulesi.

Festivalde yarışan bir başka film Yabancı idi. İsmiyle, oyuncularıyla, sinopsisiyle iddialı ve herkesin merakla beklediği bir ilk filmdi Yabancı. Fakat filmin çıkışında genelde gazeteci arkadaşlarımın filme karşı sert tepkileri ve eleştirileriyle karşılaştım. Yabancı, ailesi darbe zamanı Fransa’ya iltica etmek zorunda kalmış bir genç kızın babası öldüğünde onu İstanbul’a gömmek istemesi ve bu sebeple İstanbul’a ilk kez gelerek kendi bağlarını, kendi benliğini ve kim olduğunu bulmaya çalışmasını anlatıyor. Darbe zamanını mülteciler üzerinden anlatan bir film daha önce çekilmemişti bildiğim kadarıyla, bu anlamda benim ilgimi baştan çekti bu film. Sezin Akbaşoğulları da bence son dönemin başarılı kadın oyuncularından. Bu filmde de rolünün hakkını vermiş doğrusu. Fransızca bilmediği halde 1 ayda ezberlediği fransızca cümleleri hakkıyla dillendirebilmiş, üstelik bozuk Türkçe ile bile konuşabilmiş filmde. Özgür adlı karakterin ne Fransa’ya ne de Türkiye’ye ait biri olmadığı hissine kapılabiliyorsunuz izlerken gerçekten de… Filmin senaryosunda bazı aksaklıklar var, örneğin babasını gömmesi konusundaki bürokratik durumların üstüne gidilmemiş, tam konu bu derken, bir anda yarıyolda bırakarak bir aşk hikayesine odaklanmış gibi devam ediyor film ve o anlamda biraz hayal kırıklığı yaratıyor. Özgür dışındaki bazı karakterlerin de içi tam doldurulmamış aslında, neyi niye yaptıkları pek de belli olmuyor. Yönetmenle röportaj yaptığım için bazı sorularıma cevap aldım ama farkettiğim şey de o oldu, bence yönetmen/senarist, filmini bitirme aşamasına geldiğinde mutlaka yabancı gözlere de izletip üzerine uzun uzun konuşmalı. İnsan kendi projesinin içine girdiğinde, karşı tarafa geçirebildiğini düşündüğü bir fikri, bir duyguyu aslında geçirememiş olabiliyor, bu da iyi niyetle de olsa zayıf bir film sonucu veriyor. Yönetmen Filiz Alpgezmen ile yaptığım röportaja buradan ulaşabilirsiniz. Bence yine de, bir ilk film olması ve enteresan konusu ile dikkate değer bir film.

Festivalde bir ilginçlik de, içinde belgesel öğeler taşıyan kurmaca filmlerin fazlalığıydı. Erden Kıral imzalı Yük, Derviş Zaim imzalı Devir, maalesef izleyemediğim İnan Temelkuran imzalı Siirt’in Sırrı buna örnek filmler… Belgesel öğeler taşımayan Araf, Gözetleme Kulesi ve Lal Gece ise o kadar “gerçekçi” filmler ki, onları da bu manada ayrı bir klasmana sokmak mümkün. Anlaşılan yeni dönem Türk sinemacılarının “gerçeklik”le bir derdi var bu ara ve bize de bunu yansıtmak istiyorlar.

Festivalde izleme fırsatı bulabildiğim diğer iki film Yük ve Devir’di. İkisi de usta yönetmenlerin imzasını taşıyor ve ikisiyle de röportajım vardı. Fakat ikisinin gösterimi de üstüsteydi ve ikisini de izlersem röportajları yetiştiremeyecektim. Yabancı filminin röportajı için erken bir saatte Hilton oteline geldiğimde çok sevgili Yekta Kopan ile karşılaştım ve ona günün sıkışık temposu hakkında dert yanınca bana, e, çık yukarda video odasında izle istediğin filmi, vakit kazan demez mi? Koşa koşa Yük’ü seyrettim ve üç röportajıma da filmlerle ilgili yeterli bilgiye sahip olarak gitmiş oldum, tekrar teşekkürler Yekta! 🙂

Derviş Zaim’in sinemasını beğenirim. Gerçi Gölgeler ve Suretler ile Cenneti Beklerken hala izleyemediğim filmler arasında ama diğer tüm filmlerini ilgiyle, şaşkınlıkla izledim. Hepsi birşeyleri araştırmamı, okumamı da getirdi sonrasında çünkü sinemasını aslında kalem gibi kullanan bir yönetmen Derviş Zaim. Yan anlamlar kullanmayı, simgesel öğeleri, farklı kültürlere selam çakmayı, yani birşeyi gösterirken başka birşeyi demek istemeyi sever. Böyle gizemleri ben de severim ve öğrenmek isterim. Filler ve Çimen’de ebru sanatı, Cenneti Beklerken’de minyatür sanatı, Nokta’da ise hat sanatı var mesela… Bu kez belgesel tonu ağır basan bir kurmacayla, Devir ile karşımızda Zaim ve bize Burdur’un Hasanpaşa köyünde hala ölmemiş bir gelenek olan koyun yarışmasını izletiyor. Devir ismini biraz da hayatın döngüsü anlamında kullanıyor Zaim ve filmin başlangıç ve bitiş sahnelerinde gene bize hem keyifli bir seyirlik hem de yan anlamlarla dolu bir düşünce alemi hediye ediyor. Yönetmenle yaptığım röportaja buradan ulaşabilirsiniz. Fakat ya ben yönetmeni, filmden sonraki söyleşiden sonra yakaladığım için fazla konuşturamadım, ya da yönetmen artık filmlerini anlatmaktan biraz sıkılmış, anlayan anlasın, ben dipnot vermek istemiyorum gibi bir tavır sezinledim kendisinde. Haklıdır da elbet…

Son olarak yılların yönetmeni Erden Kıral ile yaptım söyleşimi. Yük filmi görsel açıdan gerçekten şahane. Maden ocaklarında yapılan çekimlerin her bir karesi gerçekten görülmeye değer bir seyirlik. İşin belgeselimsi kısmına gelecek olursak, maden işçilerinin çalışma koşullarına eğilmiş olması açısından da hem farklı hem de etkileyici bir film. Oyunculuklar konusunda da sıkıntım yok, özellikle Tülin Özen ve Nadir Sarıbacak’a hayran kaldım bir kez daha. Fakat filmin senaryosu ile ilgili ciddi sıkıntılarım var. Filmde bir gizem söz konusu açıkçası ama bu gizem filmde asla sonuca varmıyor, bize gerçeği göstermiyor, anla işte bile yapmıyor, adeta anlamazsan anlama diyor bize. Burada Yabancı filminde söylediğim şey geçerli sanırım, işin çok fazla içinde olan yönetmen ve senaristler, hikayelerini anlatabildiklerini düşündükleri noktada başka gözlerden yardım istemeliler. Gerçi Kıral bu kurgunun değiştirilmiş bir kurgu olduğunu, aslında filmin daha da gizemli olduğunu fakat çevresinin eleştirileri sonucu daha anlaşılır olması için düzelttiklerini söyledi, gene de bana yetersiz geldi. Filmin görüntü yönetmeni ve kurgu yönetmeni de çok başarılı isimler bu arada ve filmde ikisinin de etkilerini göreceksiniz. Ne olursa olsun, deneyimli yönetmen Erden Kıral ile söyleşmek çok keyifliydi, ondan çok şey öğrendim. Aslında keşke her yönetmenle konuşabilme fırsatı olsa sinemayla ilgilenen herkesin. Çünkü bence sinema, her ne kadar görsel işitsel tüm imkanlara sahip bir sanat olsa da, bir sanatçının iç dünyasındaki zenginlikleri, düşünceleri, hatta bazen dehayı göstermekte yetersiz kalıyor. Sanatçı ile konuştuğunuzda tüm sırlar ortaya çıkıyor aslında, ve ne büyük düşüncelerle, ne büyük emeklerle ne işler yaptıklarını anlattıklarında, etkileniyorsunuz. Elbette bu her yönetmen, her oyuncu için geçerli değil, herkes emeğini bir şekilde anlatır ama bu anlamda Erden Kıral’ın röportajda anlattıklarıyla beni birçok yönetmenden çok daha fazla etkilediğinin altını çizmek isterim. Yönetmenle röportajıma buradan ulaşabilirsiniz.

Tabii bu filmleri izleyip yönetmenleriyle röportaj yapayım derken izleyemediğim filmler oldu, Babamın Sesi, Şimdiki Zaman, Siirt’in Sırrı, Lal Gece gibi filmleri merak ettiğimle kaldım.

Gelelim yarışma sonuçlarına. Benim yönetmende ve en iyi filmde favorim Zeki Demirkubuz/Yeraltı idi. Bununla bağlantılı olarak da tabii Engin Günaydın en iyi erkekte favorimdi. Engin Günaydın ödülü İlyas Salman ile paylaştı, buna sevindim ama bunun dışında Yeraltı yarışmada kendine hiçbir yer bulamadı, bu konuda üzüldüm ve haksızlık olduğunu düşündüm.  En iyi film ödülünü alan Babamın Sesi’ni izleyemedim maalesef. Çok seven var, çok eleştiren var, sevse de ödül almasını eleştiren var… İzlemediğim için ne desem boş ve yersiz olur fakat eğer gerçekten de dendiği gibi politik olduğu için ve duyarlılık göstermek adına aldıysa bu ödülü, o zaman amacımızdan sapıyoruz demektir. Elbette politik sinema yapılmalı, sinema duyarlılığımızı göstermemizin de bir yolu olarak kullanılabilmeli ama bu gerçek anlamda “sinema” değerlendirmelerinin önüne geçip, örneğin Yeraltı gibi bir filmi görmezden gelmemizi sağlıyorsa, orada bir yanlış var demektir. Fakat tekrar söylüyorum, en kısa zamanda filmi izleyip tekrar yorum yapmak isterim, haksızlık etmek istemem.

En İyi Yönetmen ödülünü Pelin Esmer’in alması beni sevindirdi. Derli toplu, samimi film, başarılı ve çalışkan yönetmen. Sonuç belli: başarı!

Türkan Şoray Umut Veren Kadın Oyuncu Ödülü de Neslihan Atagül’e giderken, en iyi kadın oyuncu ödülüne de Nilay Erdönmez layık görüldü, bu seçimler de bana makul göründü.

En İyi Müzik ödülüne kimsenin layık görülmemesi ise epey tepki yarattı, bence de haklı bir tepki var. O zaman neden o kadar aday vardı ve o gece orada davetli bir şekilde ödül almayı beklediler? Ayıp…

Açıkçası festival jürilerinin yönetmen ve oyunculardan oluşması bana biraz saçma geliyor. Hele ki bu dönemin yönetmeni ve oyuncuları olduğunda, bence ister istemez, araya kıskançlıklar, ara bozuklukları vs girecektir. Örneğin Nuri Bilge Ceylan’ın jüri olacağı bir festivale Zeki Demirkubuz’un filmini göndermeyeceği aşikardır. Ferzan Özpetek de aynı dönemin yönetmeni. Ben kötü niyetten bahsetmiyorum ve kimseyi suçlamıyorum ama ister istemez insan meslektaşının yaptığı işe farklı bir gözle bakabilir. Uzun süredir yeni film çekmemiş eski ve deneyimli yönetmenler olsun desem, onların da yeni yönetmenler konusunda kıskanç olduklarını maalesef birebir tanıştığım bazı yönetmenlerden biliyorum. Dolayısıyla belki en deneyimli yapımcılar ve sinema yazarlarından oluşan bir festival jürisi çok daha sağlıklı kararlar verebilir.

Şimdi aklım Antalya’daydı ama maalesef geçireceğim bir operasyon dolayısıyla Altın Portakal’a gidemiyorum. Beyazperde.com olarak gene oradayız tabii ben eksiğim ama:)

Hayatınız festival gibi geçsin!

 

 

 

The Rum Diary/Tutku Günlükleri

the_rum_diary_2

Toplum tarafından dışlanmış karakterleri konu eden romanlarıyla ünlenen, zamanında gazetecilik de yapmış olan ünlü yazar Hunter S. Thompson‘ın aynı adlı romanından uyarlanmış bir filmle karşı karşıyayız bu hafta. Yazarın 1950’lerde, henüz 20’li yaşlarındayken yazdığı bu yarı otobiyografik roman, ancak 98’de yayınlanıyor, filmleştirilme düşüncesi ise sayısız yıl, yönetmen, oyuncu eskitiyor. Aslında filmin başrol oyuncusu Johnny Depp‘in başının altından çıkıyor hep bunlar. Kendisi yine yazarın kitabından uyarlama olan “Vegas’ta Korku ve Nefret (Fear and Loathing in Las Vegas)” filminin çekimleri esnasında buluyor The Rum Diary kitabını ve üsteliyor bunun da film haline gelmesini… Yazarın hayranı kendisi çünkü… Onunla özdeşleşmeyi seviyor. Allah sonunu benzetmesin diyelim çünkü Thompson 2005’te kendisini silahla vurarak öldürüyor.

Filmin yönetmenliğini üstlenen ve senaryosunu uyarlayan Bruce Robinson ise 1986’da yazıp yönettiği “Withnail and I” adlı bir kaybedenler öyküsü/filmi ile ünlenmiş, 1992 yılında ise Jennifer Eight adlı filmi yönetmiş, o yıldan bu yana tekrar yönetmenliğe soyunmamış, aslen başarılı bir kalem. Kitabın “kaybeden” ruhuna uygun bir yönetmen diyebileceğimiz Robinson, Tutku Günlükleri (The Rum Diary) filminin kendi hayatına olan etkisi için şöyle söylüyor: Filmi çekmeye başlamadan önce altı yıl boyunca ağzıma içki koymamıştım, film bitene kadar yine içmeye başladım ve bittiğinde yine bıraktım.” Evet içki, zira Tutku Günlükleri, içki, uyuşturucu, romantizm, cesaret, bohem bir hayat tarzı… gibi konuların bir araya gelmesinden oluşuyor.

Filmin konusunu kısaca özetlememiz gerekirse, 1960’larda, aslen New York’ta yaşayan ama orada aradığını bulamayan alkol bağımlısı gazeteci Paul Kemp (Johnny Depp), şansını Porto Riko’da denemeye karar verir. Burada güç bela basılmakta olan bir yerel gazeteye başvurur ve başvuran tek kişi olduğundan işe alınır. Zamanının çoğunu içki içerek ve yeni tanıştığı ama tam da kendisine göre olan iş arkadaşı Bob Sala (Michael Rispoli) ile takılarak geçirir. Gazetede ondan beklenen, adadaki bowling turnuvalarını ve astroloji köşesini yazmasıdır ama Kemp bundan fazlasıdır elbette. Güç bela ayakta durmakta olan gazeteyi hayata döndürmek için tam da içinde olduğu, birebir deneyimlediği yozlaşmışlığı yazmak, gerçekleri açığa çıkarmak ister. Bu sırada şaibeli müteahhitlik projelerini halka sevimli sunmak için Kemp’in iyi kaleminden faydalanmak isteyen zengin ve yakışıklı işadamıyla arkadaşlık kurup, çevirdikleri dolapları öğrenip gazetesinde yazmak isterken işadamının nişanlısı Chenault’a (Amber Heard) tutkuyla karışık aşık olur, zaten amaçsızmışçasına yaşayan Kemp, şimdi tek amacı ona ulaşmakmış gibi bir havaya bürünmüştür . Bir yandan ise bir yazar olarak kendi sesini bulmanın peşindedir, onu bulduğunda, sanki hayatında bir türlü rayına oturamamış her şey yerini bulacaktır…

Filmdeki hikayenin geçtiği dönemin özelliği şu: Karayipler hızla değişiyor. Küba Castro’ya yenik düşüyor ve adalar çok kıymetli. Varlıklı aileler ile çalışan kesimin arasındaki uçurum gün geçtikçe büyüyor. Kemp de kendisini bu uçurumun tam ortasında buluyor.

Film, ilk sahneden itibaren sizi çekiyor aslında, hem Johnny Depp’in varlığı (ki son zamanlarda Karayip Korsanları ve benzeri popüler filmlerle kafamızda ikonik bir hale bürünse de bu filmde Paul Kemp karakterini üzerine büyük başarıyla giyebilmiş ve o simgesel karakterleri bize hatırlatmadan yoluna devam edebilmiş bir oyuncudan bahsediyoruz), hem filmde yer alan mizahi öğeler, hem bolca zeki ve entelektüel diyalog, hem de neredeyse Felekten Bir Gece (The Hangover)’ı hatırlatan Porto Riko’da çekilmiş “technicolor kartpostal” görüntüler sizi filmin içine çekiveriyor. Sorun şu ki, film belirli bir tempoda ilerlerken, bir süre sonra tempo düşüyor ve siz kendinizi birbirinden epeyce farklı birçok konunun içinde, yorulmuş ve sıkılmış buluyorsunuz. Horoz dövüşleri, uyuşturucu alınca yılan gibi uzayan diller, saykodelik görüntü ve müzikler ve gerçekten çok ciddi dile getirilmiş güzel diyaloglar, hani güncel ve yerli bir örnek vermek gerekirse, Kaybedenler Kulübü’ndeki Kaan ve Mete’nin diyaloglarını andıran felsefi sohbetler, sonra birden bire yine bir Felekten Bir Gece tadı, espriler, abartılar, eğlenceli görüntüler, sonra ciddiyet, politika, düzene başkaldırı, basının düzendeki yeri…

Neşeli araba takip sahneleri, tropik adanın renkli görüntüleri, özel efektlerle süslenmiş saykedelik sanrılar, filmin izleyiciyi yakalayan yanları evet, ama bu film, içerdiği şiddet, bağımlılık yapan maddeler ve seks öğelerinden dolayı bir aile filmi değil, Felekten Bir Gece’cileri sevindirecek kadar “kaba” bir üslubu da yok mizahında, komedi desen değil, dönemin konusu ve politik yaklaşımlarına rağmen kesinlikle bir drama da değil. Aynı zamanda filmin, “ne olacak şimdi, nereye bağlanacak, bize ne anlatmak istiyor” gibi sorularla yaklaşan izleyiciye de hiçbir şey vermeyeceğini baştan belirtelim. Bu film yarı otobiyografi olmasının da, bohem bir roman yazarının, amaçsız ve bohem bir karakteri anlatıyor olmasının da etkisiyle, tam da karakteri gibi, amaçsız ve bohem bir film. Bana sorarsanız film, hayatın ta kendisi gibi. Bir şeyler oluyor ve bu olan şeyler değişik, ilginç, renkli ve çekici. Bazen çok sıkıcı. Bazen çok ciddi, bazense boş ver gitsin diyebilecek kadar umursuz.

Hayat aslında film gibidir ama filmler bazen hiç de hayat gibi değildir. Düzenli, başı sonu olan, tutarlı, niyeti belli ve bir mesaj içeren filmler izlediğimizde tatmin oluruz ama hayat böyle midir ki? Tutarlı mıdır, niyeti belli midir, hayır, sadece bir şeyler olur, başımıza bir şeyler gelir ve bu başımıza gelenler bazen çok ilginç bazen çok durağan bazen de çok saçma olur. Kimliğini bulmaya çalışan Kemp gibi, film de kimliğini bulmaya çalışıyor şeklinde yaklaşabilirsiniz Tutku Günlükleri’ne, bu kendini bulmaya çalışma esnasında da izleyicinin ilgisini kaybetme olasılığı yüksek, ama bu “beni böyle sev seveceksen” tarzında bir film.

İşte size Tutku Günlükleri. İşinize gelirse…

Midnight In Paris – Cannes Gösterimi

Sinema TV yüksek lisansı yaparken, kulakları çınlasın değerli hocam Tül Akbal Süalp’ten “Görsel Kültür “dersi almıştık ve kendisi bize “Cafe Terrace at Night” adlı Van Gogh çalışmasını verip, neler gördüğümüzle ilgili bir ödev istemişti. Örneğin sanatçının geceyi çizdiğini ama hiç siyah kullanmadığını konuşmuştuk, daha pek çok şey konuştuk bu resim üzerine elbette ama aklımda kalanlar bunlar.

O zamanlar henüz Paris’i gözleriyle görmemiş biriydim, cafeler, dar sokaklar, Arnavut kaldırımları ve gece her zaman ilgimi çeken detaylar olduğundan, çok sevmiştim bu resmi ve hatta, benim en sevdiğim ressam Vincent Van Gogh diyip çıkmıştım işin içinden. Henüz Monet’i ve daha bir çok empresyonist ressamı tanımıyordum. Daha sonra hem gezi için hem de iş için defalarca Paris’i gezme şansına sahip oldum. Monet’nin doğduğu, Van Gogh’un resmettiği, cafeleriyle, ışıklarıyla, tarihi dokusu ve romantik yağmurlarıyla ünlü şehri tanıdım ve onlar kadar hayran kaldım. Geçmiş zamanlarda yaşamış ve Paris’te doğmuş olmayı hayal ettim, bir Parizyen gibi giyinip, Paris’te bir cafe’de oturup kitap okuyarak kendi kendime havalara girdim ve bunun gibi şeyler…

Film kritiği mi yazıyorum yoksa anılarımı mı? Böyle kişisel bir başlangıcın bir sebebi vardı: Beyazperde için basın olarak Cannes’da görevli olduğum ve Fransa’nın Paris dışındaki bir şehrini ilk kez hem de festivalin içinden keşfettiğim bu ilk günde, izlediğim ilk filmin, festivalin açılış filmi olan Midnight in Paris olması, hoş bir tesadüftü. Zekası ve nükteli yaklaşımlarıyla ünlü yönetmen Woody Allen imzalı bu hoş, tatlı, keyifli film, turistik bir belgesel edasıyla Paris görüntüleriyle açılıyor. Gerçekten de klişe diyebileceğimiz Paris görüntüleri bunlar: Champs Elysees, Eyfel, Louvre, Notre Dame, Zafer Anıtı… Bu turistik bölgelerin, en ışıl ışıl, en çekici ve en klişe halleri. Üstelik uzun da sürüyor. Ve sonra Amerikalı bir çiftle karşılaşıyoruz, nişanlı çift Paris’teler, kız tarafının anne ve babasıyla beraber.

Zaten Paris’te olma sebepleri aslında Inez (Rachel McAdams)’in babasının işleri. Ama bir kitap yazmak üzerine çalışmakta olan Gil (Owen Wilson) orada olmaktan dolayı çok mutlu, bunu defalarca belirtiyor nişanlısına…Bir kitap yazmak üzerine çalışmakta olan Gil, Paris’e yerleşmeyi bile isteyecek kadar hayran aslında bu şehre, ama Inez de ailesi de hiç oralı olmuyorlar. Zaten sağ görüşlü oldukları her konuşmalarından belli olan bu lüks düşkünü, “şaşalı” ailenin Paris’te yapmak istedikleri ile kahramanımız Gil’in yapmak istedikleri birbirine hiç uymuyor. Hele ki ukala dümbeleği Paul (Michael Sheen) ve karısı da çiftin Paris gezmelerine dahil olunca, Gil kendini tamamen yapayalnız hissediyor ve herkesten uzaklaşarak Paris’te tek başına dolaşmaya başlıyor. Nişanlısıyla hayata farklı gözlerden bakmaktalar. Gil, geçmişi seven, hatta neredeyse geçmişle yaşayan, geçmişte yaşamış yazarlar, ressamlar ve türlü sanatçılara hayran olan bir yazar adayı. Nişanlısı, ailesi, hatta arkadaşları Paul ise “nostalji, zamanın reddidir” diye düşünmekteler. Gil tam bu farkları düşünür ve kendi kendine Paris sokaklarında gezerken eski mi eski bir araba duruyor ve içindeki kişiler(?) onu arabaya davet ediyorlar.

Gil bu arabaya bindikten sonra başka bir döneme gidiyor ve hayranı olduğu tüm o sanatçılarla birarada olma fırsatını yakalıyor. Daha fazla anlatmak istemiyorum çünkü filmin en keyifli yerleri bu noktadan sonra başlıyor. Hele ki sanatla ve 1920’li yılların Paris’teki sanat hareketleriyle ilgiliyseniz, Gill’in yaptığı zaman yolculuğu sizi çok mutlu edecek, hatta Gill’in yerinde olmak isteyeceksiniz.

Woody Allen’ın alter egosu olduğunu tahmin edebileceğimiz Gil, Paris’in sokaklarını, sanatsever herkesin hayal edebileceği şekilde deneyimliyor. Film umarım ülkemize bir çabuk gelir ve bu nostalji kokan filmi, Woody Allen’ın Monet mavisine boyadığı Paris sokaklarında gezerek kendiniz deneyimlersiniz. Evet, Woody Allen’ın şehirleri anlattığı filmlerinden biri daha diyebilirsiniz, Maç Sayısı ile Londra, Vicki Cristina Barcelona ile Barselona, What’s New Pussycat ile yine Paris… Fakat şu çok açık ki yönetmenin başarısı klişeyi bu denli yerinde ve başarılı bir şekilde hikayelendirebilmesi ve sıkmadan keyifle izletebilmesinde yatıyor.

Battle for Terra(Terra’yı Kurtarmak)

Biz insanlar, tarihimizi, geçmişte yaşanan savaşları unutmamak ve binlerce yılın öcünü almaya devam etmek için bir hafıza oyunu haline getirmeye devam edelim, bulutların üzerinde yer alan, yerçekimi olmayan gezegen Terra’da, barışın yolu bulunmuştur bile: geçmişi unutmak, unutturmak, öğretmemek, hatırlatmamak. Terra’da “bugün” vardır. Ve bugün herkes barışın peşindedir. Geçmiş acılıdır, anneler ölmüş, babalar sakat kalmıştır ama geçmişi bugüne taşımayı değil, bir yerlere gömmeyi tercih eder Terra’lılar ve çocuklarına savaş diye bir kelimenin anlamını dahi öğretmezler. Müzik gibi birçok sanat, şükran duyguları ve armoni içinde geçen güzel günler, insan denen yaratığın Terra’ya adım atmasıyla bulanıklaşır.

İnsanoğlu, Dünya’da, tüm doğal kaynakları tüketmiş, kendi sonunu hazırlamış ve kendiyle birlikte Venüs ve Mars gezegenlerini de yok etmiştir. Bu sebeple canlı kalan bir grup insan, çok uzun süre uzay boşluğunda, bir uzay gemisi içinde yaşamak zorunda kalmış, kendisine yeni yuva olacak gezegeni aramak durumundadır. Terra ismini verdikleri bu gezegen onların tek şansı gibidir. Fakat bu gezegende oksijen yoktur, oksijen Terra’lıları, buranın havası ise insanları zehirlemektedir.

İnsanların başındaki general, Terra’lıları yok edip bu gezegene oksijen yükledikten sonra, buraya sahip olmaktan başka bir yol olmadığını düşünmektedir. Ve, savaşı unutmuş olan Terra’lıların komutanının dediği gibi, gerçek şu ki, barışçıl fikir bile kendini savunmak için saldırıya cevap vermek zorundadır. Ve işte kaos.

Bilim-kurgucuların bu animasyon filmden çok büyük keyif alacakları kesin. Bu hayal gezegendeki mimari yapı, renkler, effektler, müzik, özenilerek hayata geçirilmiş… Hayal gücünün doruklarda olduğu bir gelecek senaryosu filmiyle karşı karşıyayız aslında. Yani bu ütopik animasyon görüntülerinin arkasında şu gerçekçi mesaj var, dünyamıza bu kadar zarar vermeye devam edersek, başka bir şehir, başka bir ülke değil, başka bir gezegen aramak zorunda kalabilir, savaşlar başlatabilir, yok edebilir veya yok olabiliriz. Fakat yönetmenin röportajlarında bahsettiği gibi aile dostu bir film olduğunu söylemek zor. Yönetmene kalsa bu film, çevreci yaklaşımıyla, gelecek kuşaklara güzel mesajlar veriyor, doğamızı korumalıyız diyerek çocukları eğitiyor. Dünyamızı korumak gerektiği fikrinin aileleri konuşturacağı bir film olduğunu söyleyen yönetmen belki haksız değil, evet gerçekten de film, olası bir gelecek senaryosu olarak beynimizde düşünceler oluşturuyor fakat çocukların, hatta herkesin bu mesajdan önce görecekleri başka şeyler olduğunu düşünüyorum. Herşeyden önce insan savaşçı bir yaratık. Yaşamak için öldürmek gerekli diyor. Arayı bulmaya niyeti yok. Tamam var, ama binde bir. Umut mu umutsuzluk mu?

Dünyamızı koruyalım’dan önce bu filmde almamız gereken mesaj bana kalırsa “insan” olmanın üzerine gitmek olmalıdır. Bir bilim-kurgu şaheseri olan kült film Dark City’yi hatırlarsak, uzaylılar, insan olmayı anlamak ve öğrenmek için insan beyninin içine giriyorlardı ama insan olmanın beyinde değil kalpte olduğunu kaçırıyorlardı. Burada kulağı ters göstererek aynı mesajı almak mümkün aslında. İnsan olmayı unutmadığımız müddetçe, vicdan, duygu, zeka gibi yeteneklerimizi kullanmayı unutmadığımız müddetçe savaşlar olmayacak, menfaatler için bile olsa orta yol bulunacaktır. Bunları düşündürdüğü için başarılı bir animasyon film diyebiliriz. Hem bu ideolojilerin, hem animasyonun hem de bilim kurgunun meraklısı olanlar kaçırmamalı.

Hayalet Sevgililerim (Ghosts of Girlfriends Past)

Filme de uyarlanmış bir Charles Dickens eseri, “A Christmas Carol” adlı romanın konusunu hatırlatan bir hikayesi var filmin. Noel gecesi üç ayrı hayalet tarafından ziyaret edilen baş kahraman, geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğiyle yüzleşmek durumunda kalıp iyi bir insan olmaya karar verir. Filmde de yakışıklı aktörün canlandırdığı karakter, abisinin düğünü öncesi, inanmadığı aşk ve evlilik kavramlarıyla ilgili hayaletlerle karşılaşır ve geçmişini şimdiki zamanını ve geleceğine uzaktan bakarak yaptığı yanlışları farkeder.

Filmin başrol oyuncuları Matthew Mcconaughey ve Jennifer Garner rollerinin hakkını vermişler, fakat filmde Micheal Douglas’ın varlığı vasat bir pastanın üzerindeki muhteşem krema gibi olmuş. Çapkın kurt rolüyle daha önce çok fazla karşımıza çıkmamış olan Douglas, Wayne amca karakterinde gerçekten izlemeye değer bir performans göstermiş.

Daha önce Spiderwick Günceleri gibi bir fantastik filmin yönetmenliğini yapmış olan Mark Waters, genelde komedi filmlerini ve fantastik öğeleri tercih ediyor olacak ki, bu komedi olduğu kadar gerçekçi ilerleyen filmin içinde de hayalet, geçmişe ve geleceğe gitme gibi olgulara yer vermede bir sakınca görmemiş. Fakat filmi masalsı bir hale de dönüştürmemiş. Filmin karakterleri bir anda bambaşka bir yerde bambaşka bir zamanda da olsalar, puf diye yok da olsalar, film gerçeklik duygusunu kaybetmemiş, efektler bu anlamda çok sade kullanılmış. Bu yerinde bir karar mıydı yoksa daha masalsı bir film olsa daha mı keyifli olurdu tartışılır tabii.

Filmin senaryo anlamında daha derinine inersek; küçük yaşta annesini ve babasını kaybedince çapkın amcası tarafından büyütülen ve 17 yaşında yaşadığı bir aşk kırıklığı yüzünden amcasına benzemeyi tercih eden ünlü fotoğrafçı Connor, sonunda aşka, bağlılığa ve evliliğe inanmayan, sadece cinsellik için kısa ilişkiler yaşamayı tercih eden, üstelik bu halinin çok normal olduğunu yüksek sesle savunmaktan da oldukça hoşlanan biri olup çıkar. Abisinin evlenme kararı üzerine onu da bu işten vazgeçirmek ve herkesin keyfini kaçırmakla meşgulken, birden karşısına ölmüş olan amcasının hayaleti çıkar ve amcası ona yanlış bir yolda olduğunu söyler. Daha sonra da ilk birlikte olduğu kız arkadaşının hayaletiyle birlikte, yaptığı hataların üzerinden giderek, böyle giderse yalnız öleceğini fark eder.

Bu hayalet meselelerini masalsı yapmayarak yönetmen belki de şunu vurgulamaya çalışmış; aslında Connor’un gerçekten hayalet mayalet gördüğü yok, fakat Connor, abisinin evlenmeye karar verişiyle birlikte kendisiyle ilgili bir vicdan muhasebesine girer ve aslında farkında olduğu bu yanlış hayatı sorgular. Fakat her şey nasıl bu kadar çabuk olur, bir-iki gecede insan bu kadar çabuk değişebilir mi soruları yanıtsız kalıyor elbette.

Espriler oldukça hoş, oyuncular da kendini izlettiğine göre, çok fazla sorgulamadan izlenecek hafif bir yaz romantik komedisi.

THE PROPOSAL (TEKLİF)

45 yaşına gelmesine rağmen güzelliğinden bir şey kaybetmemiş olan başarılı oyuncu Sandra Bullock ve dizilerden aşina olduğumuz, yakışıklı olduğu kadar komik mimiklere sahip oyuncu Ryan Reynolds. Bu çiftin bir romantik komedide buluşmuş olması, film kötü bile olsa oyuncuların hatrına izletecek gibi duruyor kendini. Bir isim daha, Altın Kızlar dizisinin Sophie rolündeki meşhur oyuncusu Betty White, 87 yaşında olmasına rağmen değme oyunculara taş çıkartacak kadar sapasağlam ayakta bu filmde.
Teklif kelimesi ise aklımıza Ahlaksız Teklif filmini getiriyor, bu filmdeki teklif de pek ahlaklı sayılmaz hani, tüm çalışanları kendinden nefret ettirmeyi başarmış, cadı lakaplı, güzel olduğu kadar otoriter bir kitap editörü olan Margaret Tate, kağıt işlerindeki bir problem sonucu ülkeden sınırdışı edilmemek adına, köle gibi çalıştırdığı asistanı Andrew Paxton’a evlenme teklif eder. Bu teklif daha çok bir emirdir. Bu danışıklı dövüş evlilik sayesinde sınırdışı edilmekten kurtulacak, böylelikle deliler gibi bağlı olduğu işinden de olmayacaktır. Asistanını çok fazla tanımayan ve ona bu evlilik konusunda emrivaki yapan Margeret, Andrew’le birlikte Andrew’in ailesinin yaşadığı Alaska’ya gidecek ve orada bir haftasonu geçirecektir. Alaska’nın Sitka şehrinde mükemmel bir eve ve mükemmel bir aileye sahip olan Andrew’la ilgili gerçekleri Margeret, Sitka’ya biraz daha alışabildikten sonra anlayacaktır. Margeret, ofiste etrafında dört dönen ve köpeğiymiş gibi davrandığı kişinin basit bir asistan parçası olmadığını görür. Andrew, kocaman, sevgi dolu ve varlıklı bir ailenin çok değerli oğludur ve kendini edebiyat dünyasına adamak istediği için, böyle bir yol seçmeyi tercih ettiği için Alaska’yı terk etmiş, Margeret’in tüm cadılıklarına katlanmaktadır. Margeret burada kendiyle de yüzleşecek ve hayata çok başka bir pencereden bakmaya başlayacaktır.
Seyirci olarak biz de hayata farklı bir pencereden bakıyoruz bu akıcı giden romantik komedi filmde çünkü bu neşeli, kimi zaman stresli sahnelerde Alaska Sitka olarak izlediğimiz yer, gerçekten de inanılmaz bir yer. Dağ, deniz, yeşillik bir arada, görülmeye değer bir seyirlik… Sitka ABD’nin alan olarak en geniş şehri olup, nüfus yoğunluğu olarak da Alaska’nın dördüncü büyük şehri.
Fakat dikkat, öğrendiğimiz bilgilere göre bu filmde Sitka olarak geçen yerler aslında Massachusetts’miş. Büyük tepeler bölgesi anlamına gelen, Amerika’nın New England bölgesinde yer alan bu şehir, inanılmaz derecede Alaska Sitka’ya benzeyen bölgelere sahip olduğu için filmin Sitka sahneleri – yani yarısından fazlası- burada çekilmiş. Neden gerçekten de Sitka’da çekmemiş olmaları bir muamma, görünen o ki bu şekilde daha çok işlerine gelmiş ama neden o zaman burası Massachusetts demezler filmde, bunu anlamak güç doğrusu. Sonuç olarak, güzel ve değişik bir romantik komedi izleyeceksiniz, güçlü oyuncular ve çakma Sitka, Massachusetts manzaraları da yanında bonusu…