THE PROPOSAL (TEKLİF)

45 yaşına gelmesine rağmen güzelliğinden bir şey kaybetmemiş olan başarılı oyuncu Sandra Bullock ve dizilerden aşina olduğumuz, yakışıklı olduğu kadar komik mimiklere sahip oyuncu Ryan Reynolds. Bu çiftin bir romantik komedide buluşmuş olması, film kötü bile olsa oyuncuların hatrına izletecek gibi duruyor kendini. Bir isim daha, Altın Kızlar dizisinin Sophie rolündeki meşhur oyuncusu Betty White, 87 yaşında olmasına rağmen değme oyunculara taş çıkartacak kadar sapasağlam ayakta bu filmde.
Teklif kelimesi ise aklımıza Ahlaksız Teklif filmini getiriyor, bu filmdeki teklif de pek ahlaklı sayılmaz hani, tüm çalışanları kendinden nefret ettirmeyi başarmış, cadı lakaplı, güzel olduğu kadar otoriter bir kitap editörü olan Margaret Tate, kağıt işlerindeki bir problem sonucu ülkeden sınırdışı edilmemek adına, köle gibi çalıştırdığı asistanı Andrew Paxton’a evlenme teklif eder. Bu teklif daha çok bir emirdir. Bu danışıklı dövüş evlilik sayesinde sınırdışı edilmekten kurtulacak, böylelikle deliler gibi bağlı olduğu işinden de olmayacaktır. Asistanını çok fazla tanımayan ve ona bu evlilik konusunda emrivaki yapan Margeret, Andrew’le birlikte Andrew’in ailesinin yaşadığı Alaska’ya gidecek ve orada bir haftasonu geçirecektir. Alaska’nın Sitka şehrinde mükemmel bir eve ve mükemmel bir aileye sahip olan Andrew’la ilgili gerçekleri Margeret, Sitka’ya biraz daha alışabildikten sonra anlayacaktır. Margeret, ofiste etrafında dört dönen ve köpeğiymiş gibi davrandığı kişinin basit bir asistan parçası olmadığını görür. Andrew, kocaman, sevgi dolu ve varlıklı bir ailenin çok değerli oğludur ve kendini edebiyat dünyasına adamak istediği için, böyle bir yol seçmeyi tercih ettiği için Alaska’yı terk etmiş, Margeret’in tüm cadılıklarına katlanmaktadır. Margeret burada kendiyle de yüzleşecek ve hayata çok başka bir pencereden bakmaya başlayacaktır.
Seyirci olarak biz de hayata farklı bir pencereden bakıyoruz bu akıcı giden romantik komedi filmde çünkü bu neşeli, kimi zaman stresli sahnelerde Alaska Sitka olarak izlediğimiz yer, gerçekten de inanılmaz bir yer. Dağ, deniz, yeşillik bir arada, görülmeye değer bir seyirlik… Sitka ABD’nin alan olarak en geniş şehri olup, nüfus yoğunluğu olarak da Alaska’nın dördüncü büyük şehri.
Fakat dikkat, öğrendiğimiz bilgilere göre bu filmde Sitka olarak geçen yerler aslında Massachusetts’miş. Büyük tepeler bölgesi anlamına gelen, Amerika’nın New England bölgesinde yer alan bu şehir, inanılmaz derecede Alaska Sitka’ya benzeyen bölgelere sahip olduğu için filmin Sitka sahneleri – yani yarısından fazlası- burada çekilmiş. Neden gerçekten de Sitka’da çekmemiş olmaları bir muamma, görünen o ki bu şekilde daha çok işlerine gelmiş ama neden o zaman burası Massachusetts demezler filmde, bunu anlamak güç doğrusu. Sonuç olarak, güzel ve değişik bir romantik komedi izleyeceksiniz, güçlü oyuncular ve çakma Sitka, Massachusetts manzaraları da yanında bonusu…

I LOVE YOU MAN (ADAMIM BENİM)

Yaz geldi, tam romantik komedi zamanı. Adamım Benim, ismi ve oyuncularıyla, bize eğlenceli vakitler geçireceğini belli eden bir film olarak çıkyor karşımıza.Yönetmen John Hamburg’u ise Polly Gelince ve Zor Baba ve Dünür filmlerinden tanıdığımızdan, biraz rahat yaslanıyoruz arkamıza.

Film, Paul Rudd’ın canlandırdığı Peter karakteri ve nişanlısı Zooey rolündeki Rashida Jones ile tanıştırıyor önce bizi. Esas adamımız Peter, tam da eve götürüp annemizle tanıştırmak isteyeceğimiz bir karakter. Saçı başı, kılık kıyafeti düzgün, sakin, sessiz, işi gücü yerinde, fazla da hırsları olmayan bir kişilik. Sonradan öğreniyoruz ki flört ettiği kadınlara karşı da her zaman fazlasıyla verici ve sevgi dolu. O kadar sevgi dolu ki, hayatında bir kadın varken gözü başkasını görmeyen, etrafında bir arkadaşı dostu bile kalmayan cinsten. Peter, Zooey’e evlenme teklif ediyor ve kızın bu teklif karşısındaki inanılmaz mutluluğu, en yakın arkadaşlarını arayıp bu güzel haberi anında onlarla paylaşmasıyla, birlikte bir sürü plan program yapmalarıyla devam ediyor… Esas adamımız Peter burada biraz duraklıyor. Onun bu güzel haberi vermek istediği bir en yakın arkadaşı yoktur, üstelik düğünde sağdıçı kim olacaktır? Bu duruma kız arkadaşı Zooey de bir anlam veremiyince iyice bunalıma giren Peter, bu kısa zamanda kendisine bir kanka bulmaya karar verir. İş yerindeki arkadaşlarını dener, ailesi de ona yardımcı olmaya çalışır ve Peter, sanki bir kız arkadaş arıyormuşçasına yeni erkeklerle tanışır, hatta bu durum tahmin etmesi zor olmayan bazı yanlış anlamalara bile sebep olur.

Bu kankalık işinin böyle zorlama olamayacağına karar vermiş ve tam vazgeçmişken tesadüfen tanıştığı bir adama kanı kaynar Peter’in. Jason Segel’in canlandırdığı Sydney karakteri ile oyuncunun performansının ne kadar doruklara çıktığını, eğer şu meşhur dizi How I Met Your Mother’i izliyorsanız anlayabilirsiniz. Bir oyuncunun iyi bir karakter oyuncusu olduğunu anlamak için onu bambaşka rollerde izleyin derler, bir oyuncunun o karakterin içinde kendini kaybetmesi, bir başka filmde oynadığı karakteri hatırlatmaması gerekir. İşte Jason Segel gerçekten burada karakteriyle öyle özdeşleşmiş ki, film bittikten sonra, ya bu o dizideki adam değil miydi dedirtiyor anca.

Kanı kaynadığı adam Sydney, Peter’in tam tersidir. Yaşına rağmen saçları uzunca ve dağınık, çocuk gibi giyinen, çocuk gibi davranışlar sergileyen, ağzına geleni söylemekten çekinmeyen, inanılmaz rahat ve özgürlüğüne düşkün bir adamdır Sydney. Arkadaşlıkları ilerledikçe Peter’in içindeki o erkek ruhunu ortaya çıkarır ve onu oldukça rahatlatır ama bu sefer de Peter, hayatını sorgulamaya başlayacaktır, acaba gerçekten de Zooey ile evlenmek istemekte midir?

İşte bu noktada film romantik komedi olduğunu unutmamak ve unutturmamak için olsa gerek, aslında çok derin mevzulara girebilecek ve filmin gidişatını 180 derece değiştirebilecekken, buna gerek duymuyor ve herşeyi güllük gülistanlık bir halde bırakıyor. Daha açık söylemek gerekirse, bu iki yin ile yang gibi adamın arkadaşlıklarıyla birbirlerine kattıkları, aslında basit bir romantik komediden öte, ciddi bir konu ve bu karakter analizlerinden çok başka yerlere de gidilebilirmiş ama gerek duyulmamış, herkes muradına ermiş. Film, basit bir romantik komediden daha fazlası, ama bir yere kadarı. Özellikle oyunculuklar ve kaliteli espriler için izlemeye değer.

ERKEKLER NE SÖYLER KADINLAR NE ANLAR (He’s Just Not That In To You)

Ben Affleck, Jennifer Aniston, Scarlett Johansson, Drew Berrymore ve Jennifer Connelly gibi isimleri biraraya toplamış olan bir romantik komedi ile karşı karşıyayız. İsmi itibariyle de aklımıza Mel Gibson’un başrolde yer aldığı Kadınlar Ne İster filmi geliyor. Yani modern insan ilişkileri, flörtler, evlilikler üzerine ahkam keseceğe benzer, sağlam kadrolu bir film var önümüzde, bu açık.Teker teker karakterlerle tanışıyoruz ve her karakterden bir diğerine geçiş, başta akıllıca bağlantılarla yapılmış. Bize yaşadığı ilişkilerle ahkam kesecek olan karakterlerin bazıları birbirlerini tanıyor, bazıları daha sonra bir şekilde tanışacaklar. Ama biz onlarla ilgili gerekli bilgileri hemen alıyoruz filmin başında aslında. Ve kadınlardan gidiyoruz. Biri evli ama evliliğinde sorunlar var gibi, diğeri 7 yıldır aynı erkekle aynı evi paylaşıyor ama erkek tarafı evlenmeye yanaşmadığı için sıkıntıda, bir diğeri onun için çok özel olacak olan erkeği ararken her tanıdığına bir şans veriyor ve yanıla yanıla başı dönüyor-izleyici boğacak kadar-, bir ötekisi çok seksi olduğu için zaten onu beğenmeyen yok ama o kolay erkeklerle gönül eğlendirirken kalbini zor bir erkeğe kaptırıyor, bir diğerinin filmdeki görevi ise bize teknoloji gelişti flört bozuldu’yu anlatmak, bu kadar çok teknolojik gelişme içinde iki insanın birbirini tanımasındaki zorluklar, myspace, facebook, msn, mail atmak, cep telefonundan mesaj göndermek… yerine eskiden ne güzel bir telefon numaramız, bir telesekreterimiz vardı diyip duran bir kızcağız bu. Hatta bu konuda çok net bir cümlesi de vardı: “Karşı cinse kendimizi çekici göstermek için artık saçımızın modelini değiştirmiyoruz, internetteki profil fotoğrafımızı güncelliyoruz!!”

Erkekler cephesinde ise evliliğe inanmadığını, birlikte yaşamakla arasındaki farkı anlayamadığını savunanından tutun, evliliğinden uzaklaşmış ve yeni maceralar peşinde koşmak isteyenine, kendi hayatında hiçbir şekilde başarı elde edememesine rağmen, ilişkiler konusunda ahkam kesmeye bayılan ve bu filmde biz izleyicilere, “erkekler ne söylüyorlarsa ona inanın, hareketlerinden bir anlam çıkarmaya çalışmayın, istisnalar kaideyi bozmaz” demekle görevli olanına kadar gene çeşit çeşit karaktere sahibiz. Yani film genel anlamda, “kadınlar komplike düşünür erkeklerse basittir, bu bir kaidedir ama kadınlar hep istisnai bir şeyler yaşamak arzusundadır, ne var ki, istisnai durumlar da yok değildir” diyor. Yani ne diyor, bu kadar ahkam kesiyoruz ama aslında hayat bu, ne olacağı belli mi olur, iyisi mi siz içinizden nasıl geliyorsa öyle davranın. Filmin örgüsünün başarılı olduğunu söylemek zor, bazen bir mesajı vermek için bazı karakterlerin üzerinde çok fazla durulmuş, diğer karakterler tam unutulmaya yüz tutmuşken onlara bir anda geçiş yapılmış. Bu kadar kalabalık bir kadronun yer aldığı bir filmde olay örgüsü daha başarılı olmalıydı. Bir de Sex and the City dizisini oldukça çağrıştıran, şu filmin belgeselimsi hali… Filmde aslında bir karakter olmayan-ama başka dizilerden tanıdığımız- bir kişi ansızın ortaya çıkar, bir cafe’de oturmaktadır, kişi, sanki kendisiyle sokak röportajı yapılıyormuş havasında, ilişkilerle ilgili düşündüklerini paylaşır bizimle, veya kendi ilişkisinden örnekler verir.

Hatta bu filmde, bu röportalar öncesi bazı başlıklar bile atılmış, ekranda beliren başlıklardan sonra bu röportajımsı konuşmalara geçilmiş. Sex and the City dizisine değişik bir hava katan bu üslup, bu filmdeki kalabalık kadro ve karışık örgünün içinde iyice arap saçı bir hal almış kanımca. Filmde en oturaklı bölümün, Jennifer Aniston ve sevgilisi rolündeki Ben Affleck’in yer aldığı sahneler olduğunu söylemek mümkün. Onların yaşadıkları olayları filmden çıkarıp ayrıca izlemişsiniz gibi düşündüğünüzde, ortaya oturaklı ve içi dolu bir senaryo çıkıyor. Diğer karakterlerin yaşadıklarını da filmden kopararak ayrı ayrı düşünmeniz mümkün ama onlarda sanki telaşlı bir mesaj kaygısı varken, bu ikilinin yaşadıklarını çok daha sıcak ve gerçek bulmak işten bile değil. 21. yüzyıl flört ve evlilik durumlarına bakan, bakarken çok fazla mesajı ardı ardına katmaya çalışan ve bu konuda yorucu olduğunu söyleyebileceğimiz, gene de izlemekle bir şey kaybedilmeyecek bir film.
http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1948