Aynanın İçindeki Büyülü Sırlar…

Lewiss Carroll ismiyle ünlenmiş Charles Lutwidge Dodgson isimli yazarın 1865 yılında yazdığı klasikleşmiş fantastik roman Alice Harikalar Diyarında’yı duymamış olan yoktur. Hikayede Alice adlı bir kız çocuğu, ormanda bir tavşan deliğinden geçerek başka bir dünyaya giriş yapmış olur. Burada başına gelen olaylarla aslında yetişkin dünyasının saçmalıklarına eleştiriler gelir ve bu hikaye bir nevi Alice’in büyümesini, kişiliğinin gelişimini anlatır. Lewis Carroll, bu romanın devamı olarak 1872’de Aynanın İçinden adlı romanı yazar.

Çocuk kitabı gibi görünse de yetişkinlere de hitap eden bir yapısı vardır romanın. Alice Harikalar Diyarında, 1903’te Cecil Hepworth tarafından sessiz film olarak çekilmiş. Bu, eserin ilk film uyarlaması olmuş elbet.

Hikayenin uyarlaması olmayan ama etkilerinin hissedildiği sinema filmleri de mevcut, örneğin Matrix’te “follow the white rabbit” konusu vardır malum. Yine Resident Evil filminde hikayeye olan göndermeler epey açıktır. Zira bir çocuk romanı olarak da değerlendirilmesi bir yana, içinde yüzlerce gizli mesaj barındıran bir yapıttır Alice Harikalar Diyarında ve bu gizli mesajlar genelde büyüklere yöneliktir.

2010 yılında çılgın yönetmen Tim Burton Johnny Depp ile  yedinci kez bir araya gelerek Alice in Wonderland filmini çekti. Ekipte elbette eski karısı Helena Bonham Carter da vardı. Alice karakterini ise Mia Wasikowska canlandırıyordu. Tim Burton gibi çılgın bir hayal gücüne sahip olan ve bu hayal gücünü beyazperdeye olduğu gibi aktarmada bu denli başarılı bir yönetmenin böyle renkli, özgün ve oyunlu bir hikayenin filmini çekeceği haberi elbette beklentileri fazlasıyla artırmıştı, kanımca çoğunlukla bu sebeple film çok da beğenilmedi, eksikler bulundu, hayal kırıklıkları yaşandı, epey eleştirildi doğrusu.

Romanın devamı olan Aynanın İçinden bu kez beyazperdede! Yönetmen koltuğuna bu kez Muppets filmlerinin yönetmeni James Bobin oturmuş. Tim Burton’un çektiği filmin devamı niteliğinde kurgulandığından, cast aynı. Harikalar Diyarı, bu kez beklenmeyen bir misafirin ziyaretiyle başlıyor. Misafir bu büyülü evreni yavaş yavaş keşfediyor. Ortalık epey karışıyor fakat krallığın kurtuluşu için herkes yeniden biraraya geliyor.

Geçen sene roman 150 yaşına girmişti ve romanın bu oyunlu hikayesi sinemada karşımıza çıkmaya devam edeceğe benzer. Önceki denemeleri de bir hatırlayalım:

Alice in Wonderland (1951): Walt Disney uyarlaması çizgi animasyon adeta Alice Harikalar Diyarında dediğimizde aklımıza gelen ikon olmuştur. Alice karakterini Kathryn Beaumont seslendiriyordu. Mad Hatter ise Ed Wynn idi. TV’de çok yayınlandı ve çocukluğumuzda bizi Alice ile tanıştıran belki de ilk görüntüler bunlar oldu.

Alice’s Adventures in Wonderland (1972): Müzikal bir uyarlama olan film 1973’te BAFTA en iyi kostüm tasarım ödülüne layık görüldü. Filmde Alice’yi Fiona Fullerton oynadı. Yönetmen ise William Sterling. Çok başarılı bir uyarlama olarak anılmasa da o yıllar için değişik bir denemeydi.

Alice In Wonderland (1985): İki bölümlük bir tv dizisi olan bu uyarlama 80’li yılların film atmosferlerini temsil ettiğini söyleyebileceğimiz, çok keyifli bir film. Harry Harris’in yönettiği dizi filmde Alice’yi Natalie Gregory canlandırırken ona Red Buttons, Jayne Meadows gibi isimler eşlik ediyor bu macerada.

Alice Through The Looking Glass ( 1998):  Kate Beckinsale ve Steve Coogan başrollerde. Yine bir tv filmi olarak çekilmesine rağmen, devam romanının en iyi adaptasyonu olarak anılır.

Alice in Wonderland (1999): Televizyon için çekilen film Nick Willing imzalı. Alice’yi canlandıran ise oyuncu Tina Majorino. Yapımın dört dalda Emmy ödülü var.

Alice in Wonderland (2010):  Tim Burton imzalı filmin senaristi Linda Woolverton. Filmde Johnny Depp, Mia Wasikowska, Helena Bonham Carter ve Anne Hathaway önemli rolleri paylaşıyorlar. Film dünya çapında 1 milyar dolardan fazla hasılat elde ederek yönetmenin o zamana kadar gişe başarısı en yüksek filmi olmuştu, fakat başta da değindiğimiz üzere farklı eleştiriler aldı. Filmin görsel estetiği, gerekli teknik efektleri ve kurgusuna söylenecek yoktu doğrusu, o rengarenk evren yaratılmıştı fakat eleştiriler genelde hikayenin anlatımındaki eksikliklerden ve  CGI efektlerin kimi zaman gereksiz ve fazla kullanılarak göz yorduğu üzerineydi, filmin 3D olması da o büyülü evrene yeterli gücü vermemişti. Burton bu eleştirilere cevaben kendi yapımını bir Alice Harikalar diyarında filminin devamı ya da onun “yeniden kurgusu” olarak görmediğini, kitabı okuduktan sonra tamamen bilinçli bir şekilde hikayeyle oynayarak kendi kurgusunu yarattığını belirtti. Yapım, 83. Akademi Ödülleri’nde en iyi sanat yönetimi ve en iyi kostüm tasarım ödülüne layık görüldü. Avril Lavigne’nin film için yaptığı Alice adlı şarkı MTV hayran müzik ödülleri sahibi oldu.

Alice in Wonderland: Through the Looking Glass (2016):  2012 tarihinde Variety dergisi Alice in Wonderland’ın devam filminin geliştirilme aşamasında olduğunu ve önceki filmde olduğu gibi Linda Woolverton’ın bu film için de senaryo yazdığını açıklamıştı. 2013’ten itibaren ise yönetmen ve oyuncular belirlendi ve basına açıklandı. Film bu ay Türkiye’de Alis Harikalar Diyarında: Aynanın İçinden adıyla gösterime girecek. Tim Burton bu kez filmin yapımcı koltuğunda yerini alıyor. Filmde  Sacha Baron Cohen ve Rhys Ifans gibi isimler de var. Ana çekimler Shepperton Stüdyoları’nda 2014’te başlamış ve aynı yıl son bulmuş. Filmin fragmanları 2015’ten beri servis ediliyor.

Not: Bu yazı Mayıs Cinedergi.com sayısında yayınlandı.

The Rum Diary/Tutku Günlükleri

the_rum_diary_2

Toplum tarafından dışlanmış karakterleri konu eden romanlarıyla ünlenen, zamanında gazetecilik de yapmış olan ünlü yazar Hunter S. Thompson‘ın aynı adlı romanından uyarlanmış bir filmle karşı karşıyayız bu hafta. Yazarın 1950’lerde, henüz 20’li yaşlarındayken yazdığı bu yarı otobiyografik roman, ancak 98’de yayınlanıyor, filmleştirilme düşüncesi ise sayısız yıl, yönetmen, oyuncu eskitiyor. Aslında filmin başrol oyuncusu Johnny Depp‘in başının altından çıkıyor hep bunlar. Kendisi yine yazarın kitabından uyarlama olan “Vegas’ta Korku ve Nefret (Fear and Loathing in Las Vegas)” filminin çekimleri esnasında buluyor The Rum Diary kitabını ve üsteliyor bunun da film haline gelmesini… Yazarın hayranı kendisi çünkü… Onunla özdeşleşmeyi seviyor. Allah sonunu benzetmesin diyelim çünkü Thompson 2005’te kendisini silahla vurarak öldürüyor.

Filmin yönetmenliğini üstlenen ve senaryosunu uyarlayan Bruce Robinson ise 1986’da yazıp yönettiği “Withnail and I” adlı bir kaybedenler öyküsü/filmi ile ünlenmiş, 1992 yılında ise Jennifer Eight adlı filmi yönetmiş, o yıldan bu yana tekrar yönetmenliğe soyunmamış, aslen başarılı bir kalem. Kitabın “kaybeden” ruhuna uygun bir yönetmen diyebileceğimiz Robinson, Tutku Günlükleri (The Rum Diary) filminin kendi hayatına olan etkisi için şöyle söylüyor: Filmi çekmeye başlamadan önce altı yıl boyunca ağzıma içki koymamıştım, film bitene kadar yine içmeye başladım ve bittiğinde yine bıraktım.” Evet içki, zira Tutku Günlükleri, içki, uyuşturucu, romantizm, cesaret, bohem bir hayat tarzı… gibi konuların bir araya gelmesinden oluşuyor.

Filmin konusunu kısaca özetlememiz gerekirse, 1960’larda, aslen New York’ta yaşayan ama orada aradığını bulamayan alkol bağımlısı gazeteci Paul Kemp (Johnny Depp), şansını Porto Riko’da denemeye karar verir. Burada güç bela basılmakta olan bir yerel gazeteye başvurur ve başvuran tek kişi olduğundan işe alınır. Zamanının çoğunu içki içerek ve yeni tanıştığı ama tam da kendisine göre olan iş arkadaşı Bob Sala (Michael Rispoli) ile takılarak geçirir. Gazetede ondan beklenen, adadaki bowling turnuvalarını ve astroloji köşesini yazmasıdır ama Kemp bundan fazlasıdır elbette. Güç bela ayakta durmakta olan gazeteyi hayata döndürmek için tam da içinde olduğu, birebir deneyimlediği yozlaşmışlığı yazmak, gerçekleri açığa çıkarmak ister. Bu sırada şaibeli müteahhitlik projelerini halka sevimli sunmak için Kemp’in iyi kaleminden faydalanmak isteyen zengin ve yakışıklı işadamıyla arkadaşlık kurup, çevirdikleri dolapları öğrenip gazetesinde yazmak isterken işadamının nişanlısı Chenault’a (Amber Heard) tutkuyla karışık aşık olur, zaten amaçsızmışçasına yaşayan Kemp, şimdi tek amacı ona ulaşmakmış gibi bir havaya bürünmüştür . Bir yandan ise bir yazar olarak kendi sesini bulmanın peşindedir, onu bulduğunda, sanki hayatında bir türlü rayına oturamamış her şey yerini bulacaktır…

Filmdeki hikayenin geçtiği dönemin özelliği şu: Karayipler hızla değişiyor. Küba Castro’ya yenik düşüyor ve adalar çok kıymetli. Varlıklı aileler ile çalışan kesimin arasındaki uçurum gün geçtikçe büyüyor. Kemp de kendisini bu uçurumun tam ortasında buluyor.

Film, ilk sahneden itibaren sizi çekiyor aslında, hem Johnny Depp’in varlığı (ki son zamanlarda Karayip Korsanları ve benzeri popüler filmlerle kafamızda ikonik bir hale bürünse de bu filmde Paul Kemp karakterini üzerine büyük başarıyla giyebilmiş ve o simgesel karakterleri bize hatırlatmadan yoluna devam edebilmiş bir oyuncudan bahsediyoruz), hem filmde yer alan mizahi öğeler, hem bolca zeki ve entelektüel diyalog, hem de neredeyse Felekten Bir Gece (The Hangover)’ı hatırlatan Porto Riko’da çekilmiş “technicolor kartpostal” görüntüler sizi filmin içine çekiveriyor. Sorun şu ki, film belirli bir tempoda ilerlerken, bir süre sonra tempo düşüyor ve siz kendinizi birbirinden epeyce farklı birçok konunun içinde, yorulmuş ve sıkılmış buluyorsunuz. Horoz dövüşleri, uyuşturucu alınca yılan gibi uzayan diller, saykodelik görüntü ve müzikler ve gerçekten çok ciddi dile getirilmiş güzel diyaloglar, hani güncel ve yerli bir örnek vermek gerekirse, Kaybedenler Kulübü’ndeki Kaan ve Mete’nin diyaloglarını andıran felsefi sohbetler, sonra birden bire yine bir Felekten Bir Gece tadı, espriler, abartılar, eğlenceli görüntüler, sonra ciddiyet, politika, düzene başkaldırı, basının düzendeki yeri…

Neşeli araba takip sahneleri, tropik adanın renkli görüntüleri, özel efektlerle süslenmiş saykedelik sanrılar, filmin izleyiciyi yakalayan yanları evet, ama bu film, içerdiği şiddet, bağımlılık yapan maddeler ve seks öğelerinden dolayı bir aile filmi değil, Felekten Bir Gece’cileri sevindirecek kadar “kaba” bir üslubu da yok mizahında, komedi desen değil, dönemin konusu ve politik yaklaşımlarına rağmen kesinlikle bir drama da değil. Aynı zamanda filmin, “ne olacak şimdi, nereye bağlanacak, bize ne anlatmak istiyor” gibi sorularla yaklaşan izleyiciye de hiçbir şey vermeyeceğini baştan belirtelim. Bu film yarı otobiyografi olmasının da, bohem bir roman yazarının, amaçsız ve bohem bir karakteri anlatıyor olmasının da etkisiyle, tam da karakteri gibi, amaçsız ve bohem bir film. Bana sorarsanız film, hayatın ta kendisi gibi. Bir şeyler oluyor ve bu olan şeyler değişik, ilginç, renkli ve çekici. Bazen çok sıkıcı. Bazen çok ciddi, bazense boş ver gitsin diyebilecek kadar umursuz.

Hayat aslında film gibidir ama filmler bazen hiç de hayat gibi değildir. Düzenli, başı sonu olan, tutarlı, niyeti belli ve bir mesaj içeren filmler izlediğimizde tatmin oluruz ama hayat böyle midir ki? Tutarlı mıdır, niyeti belli midir, hayır, sadece bir şeyler olur, başımıza bir şeyler gelir ve bu başımıza gelenler bazen çok ilginç bazen çok durağan bazen de çok saçma olur. Kimliğini bulmaya çalışan Kemp gibi, film de kimliğini bulmaya çalışıyor şeklinde yaklaşabilirsiniz Tutku Günlükleri’ne, bu kendini bulmaya çalışma esnasında da izleyicinin ilgisini kaybetme olasılığı yüksek, ama bu “beni böyle sev seveceksen” tarzında bir film.

İşte size Tutku Günlükleri. İşinize gelirse…

Kanlı Müzikal, Şanlı Korku!

Hayalet Süvari’yi anımsatan sarı bozuk renkler, soluk gölgeler, karanlık, mezarsı, uğursuzluk kokan mekanlar, grotesk figürler, kostümler, makyajlar, ölü, kinli bakışlar…

Bir sanat eserinden etkilenip başka bir sanat eseri yapmanın düsturu da böyle bir absürtlük olsa gerek. Sahnede bir müzikal izleyip etkilendikten sonra, sinemada sadece müzikalin kalıplarına sığınmak da zaten Tim Burton’a yakışmazdı. Tim Burton varsa grotesklik var, Tim Burton varsa absürtlük var, Tim Burton varsa gotik unsurlar var.

Büyücü Tim Burton, iksirci Tim Burton, erkek cadı Tim Burton, adeta gezer önce ormanda, sonra topladığı malzemeleri atar büyülü kazanına, başlar karıştırmaya. Müzikaldir etkilendiği, Johnny Depp’tir oyuncusu, antikahramanlardır yakın hissettiği, punk stillerdir aradığı, gotik şehirlerdir yardımcısı…

Ödüllü bir Broadway müzikali olan Sweeney Todd: The Demon Barber of the Fleet Street’ten etkilenerek filme uyarlayan Burton’un elinde 19. yüzyıl İngilteresi vardır mekan olarak. Soğuk, puslu, gri İngiltere’yi, hele ki o dönemdeki buhran atmosferi ile kendi kurmaca dünyasına katmakta zorlanmamış olsa gerek. Johnny Depp ise makyajın yardımını hiçe saymasak da, oyunculuğunun – donuk bakışlarını tüm film boyunca değiştirmemenin – başarısıyla, “kin” adını verdiğimiz duyguya adeta can vermiş, başta ben beceremem dese de, sesini de kullanan nice oyuncuya taş çıkartacak başarıyla ölümcül şarkılarını söylerken bile zerre kadar bakışlarından ödün vermemiş.

Gotik Helena Bonham Carter ve içinden parmak çıkan turtalarını, boğazı kesilip vücudunda kana dair hiçbirşey kalmayan kurbanların fırına atılmalarını, gri, siyah, beyaz, tozlu, kasvetli renklerin arasında kıpkırmızı kanın neredeyse gözlerimize kadar fışkırmasını izlerken; karşımızdaki, korku mu, müzikal mi, komedi mi diye düşünüyoruz. Kan sıçramış gözlerimizi sonuna kadar açarak seyredebildiğimiz nadir “slasher”lardan, hadi gerçekçi olalım, belki de ilki…

İngilizce’deki “bloody” kelimesinin tam Türkçe’si olmalıydı, hem kanlı hem de argoda müthiş, sağlam anlamına gelen “bloody”, bu filmin en önemli kelimesi belki de. Biz de Türkçe’ye sığınıp “Tim Burton, gene yapacağını yaptın” diyelim büyücümüze, ne dersiniz?

http://beyazperde.mynet.com/sinekritikdetay.asp?id=1622