Sinema eleştirmenliği, amatör gözü – tamamen olmasa da – kaybetmeyi gerektirir. Bir filmi teknik açıdan, sinematografik açıdan, anlatım, dil, senaryo, yapı, oyunculuk açılarından, filmin sinema tarihinin içindeki yerini irdeleyerek vs vs vs incelemeyi gerektirir. Genel izleyici bir filmi sadece bir oyuncudan, bir müzikten, bir mekandan, bir aksesuardan dolayı izleyip etkilenebilirken/beğenmeyebilirken, eleştirmen, yönetmenin hangi sahnede hangi kamera açısını neden tercih ettiğini, ışığı nereye koyduğunu, oyuncuyu neden o şekilde çalıştırdığını düşünmek durumundadır ve bu çabalar esnasında bazen filmin ne demek istediğini veya alınacak o basit tadı kaçırır. Bu tanımlar her zaman geçerli midir, neye göredir, kime göredir tartışmaya açık ama İkili Oyun, ele aldığı konuyla ve bunu işleyişiyle, kendi adıma amatör gözü kaybetmeyen bir izleyici olmayı özleten, hatta düpedüz “amatör seyirci” haline getiren bir film oldu beni.
Bir genç kızın cinsel tecavüze uğraması ve adaletin mağdurun yanında ol(a)mayışı konusu etrafında dönen film, bu dönüş sırasında çembere birçok konuyu da dahil ediyor. İnsanı insanlığından çıkartacak denli hırs yaratan, yalanların prim yaptığı iş dünyası, paranın güç olduğu ve arkadaşlıktan aşka, patron-çalışan’dan akrabalığa kadar, ilişkilerin paranın varlığına göre ne denli değiştiği, aşkın sevginin içinin ne denli boşaltılabildiği, erkek egemenliği ve erkeğin dünyayı penisinin etrafında döndüğünü sanması, intikamın acı ve soğuk tadı, ailelerin “etraf ne der” kaygısıyla gerçekleri örtbas ederek evlatlarını yakmaları ve aile kavramının bile içinin boşluğu, adaletin bazen dünyada da yer bulması ve adalet denen kavramın bazen yalan söyleyerek de olsa elde edilebileceği, anlık zevklerin insanların hayatını ne hale çevirebileceği ve insanların bu dünyaya bin kez geliyormuşçasına rahat ve sorumsuz yaşamalarının bedellerini ne denli ağır ödeyebilecekleri, insanların sadece ve sadece kaybetme korkusu veya can korkusu olduğunda hatalarını kabul etmeleri, insafa gelmeleri, sözüm ona ders almaları, kadının fiziksel olarak güçsüz ama kişilik olarak güçlü yaratılmış oluşu, erkeğin ise fiziksel gücüne güvenip kişiliğini geliştirmeyi tercih etmeyişi… Kısaca hangi toplumda olursa olsun günümüzde değer yargılarının nereye gittiğinin belki de çok basitçe eleştirisi…
Olay örgüsünün doluluğu ve işlenen konuların önemi, filme, “kızın hayalinde canlandırdığı o gereksiz adam neden siyahtı, burada ne gibi bir gönderme var” gibi önyargılar yükleme ve yafta yapıştırmalardan uzak tuttu beni. Evet, düpedüz filmden etkilendim. Filmde bir adamın hatalar yapa yapa, vicdanıyla yüzleşe yüzleşe insan oluşunu bekledik, izledik. Filmde bir kadının çocukluğundan beri yaşadığı haksızlıklar sonucu kendini cezalandırması ve kendinden vazgeçmesi raddesinde, bundan vazgeçip, yaşadıklarının kendi suçu olmadığını kabullenip, geçirdiği travmatik olayların suçluların yanına kalmaması için savaşmaya karar verişini takip ettik. Filmde intikamı izledik ve neredeyse rahatladık. (Filmin şiddet, korku ve cinsellik unsuru içerdiği için 18 yaş sınırı getirilmesini ise aslında çok da anlamsız bulmuyorum, şunu söylemeliyiz ki yönetmen şiddet ve cinsellik içeren sahneleri çabucak es geçmemiş doğrusu…)
Filmi teknik açıdan incelemek gerekirse, yönetmenin seçtiği geniş kadrajların, iç açıcı mekan seçimlerinin, darmayan sıkmayan sahnelerin oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Nişanlı çiftin ilişkilerini bitirecekleri, deniz kenarına koştukları sahnede kulaklarımızın pasını alan Placebo- “A Song to Say Goodbye”, çok iyi bir seçim olmuş. Filmin soundtrack’i genel anlamda doğru seçimlerden oluşmuş. Oyunculuklar ise, filmdeki mağdur kız Angelina’yı oynayan Lauren Lee Smith ve onun çocukluğunu oynayan Katie Keating dışında çok etkileyici değil. Özellikle Til Schweiger’in bir türlü oturtamamış olduğu belli olan o ingilizce aksanı, bazen uzun ve derin diyaloglar esnasında gerçekten kulağı rahatsız ediyor.
İstanbul Film Festivali’nin şehrimizi kapladığı bugünlerde o kadar çok bağımsız filmle çevrelendik, o kadar değişik anlatımlarla karşı karşıya kaldık ve kalıyoruz ki, elbette katharsis’e ulaştırmayan filmlerin bolluğunda, Alman yapımı da olsa, bu film çok “Hollywoodvari” kaçabilir. Gene de şaşırtıcı konu açılımları, rahatsız eden ve düşündüren sahneleriyle kesinlikle haftanın başarılı filmlerinden.